Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Temmuz '06

 
Kategori
İstanbul
 

Bir masal gibidir İstanbul Boğazı

Bir masal gibidir İstanbul Boğazı
 

— Hadi, biz de biniyoruz tekneye, diyerek elimden tutup kaldırdı beni oturduğumuz banktan. O soru sormazdı zaten. “Hadi şunu yapıyoruz” der, elimden yada kolumdan çekiştirerek sürüklerdi beni. O söylemişse yapmamak ne mümkün. Hayatımın en gönüllü teslimiyetlerini onda yaşadım zaten.

Güneşli bir öğle sonrası, Ortaköy’de deniz kenarı bir bankta otururken, boğaz turu yapan teknelerden birinin albenisine kapılmış, elimden tutup çekiştirerek beni de sürüklemişti kendi iç yolculuğuna.

— Tozlu bir fotoğraf gibidir İstanbul. Eğer üflemezsen, altındaki güzelliği göremezsin.

Hülyalı gözlerle dalıp gittiği Boğaz’ın mavi sularına bakarak söylemişti bunu. Teknenin üst katında yan yana oturuyorduk. Elimi hiç bırakmadan denizi (bana kalırsa kendini) izliyordu. Bense gözlerimi bir an olsun ayıramıyordum O’ndan. Boğaz’ın sularında sallanırken tekne, rüzgâr usul usul dalgalandırıyordu saçlarını. Bir yandan bir şeyler anlatıyor, bir yandan da yüzüne dökülen saçlarını düzeltiyordu bir eliyle.

İstanbul’un her iki yakasına denizin ortasından bakmayı ne kadar çok seviyorsam, bunu O’nun yanında yapmaktan daha büyük bir keyif alıyordum. Bu hep böyle oldu.

— Kızkulesi'nin mimari yapılanma süreci M.Ö. 341 yılına kadar uzanır. 1509 depreminde zarar gören yapı, daha sonraki yıllarda tekrar inşa ettirilmiş. Bunun dışında ilave edilen fenerle de gemilere yol gösterme işlevi yüklenmiş. O dönemde inşa edilen yapı, kule ve kale olarak iki ayrı bölümden oluşmuş ve içine sarnıç yapılmış…

Bunu daha önce kendisinden defalarca duymuş olmama rağmen, her anlattığında aynı ilgi ve merakla dinliyordum. Çünkü O, bir tarih profesörüne bile ilgiyle dinlettirebilirdi Kızkulesi’nin efsanelerini. Bir bilgi aktarmaktan ziyade, yaşadığı efsaneyi anlattığı izlenimi veren bir tarzı vardı. Yine aynı şeyi yapıyordu. Hero ile Leandros’un hüzünlü aşkını anlatırken, sanki kendi tarihini yaşıyordu yeniden. Tanrım… Ne çok şey biliyordu ve nasıl da kendinden emin bir şekilde anlatıyordu. Söylediklerinden çok, söyleyiş tarzına hayrandım ben. Sıcak yaz gecelerinde esen meltem yumuşaklığındaki sesi, mavi gözlerinde dans eden denizkızlarının tenini okşuyordu adeta. O ne zaman bir şey anlatsa, bilmediğim masalların tozlu yollarında kaybolurdum ben.

— Aaaa… Sen beni dinlemiyorsun ama!

— Yok, vallahi dinliyorum.

— İyi, söyle o zaman. Ne anlattım ben en son?

— Eee… Şey… Üsküdar tekfuru… Hani kızını kaçıyordu ya kuleden..

O hiç esirgemediği şen kahkahalarından birini daha patlattı. Haklıydı, dinlemiyordum. Üstelik fena yakalanmıştım. Mutfak tezgâhından kek çalarken yakalanan çocuğun, annesine sevimli görünüp kendini affettirmek için takındığı sahte bir şirinlikle gülümsedim ben de. Herkesin bir zaafı vardı ve benim zaafım da, O konuşurken hayranlıkla izlemekti her hareketini.

Gülümseyen gözlerle beni izledi bir süre. Sanki yüzümde bir şey arar gibi uzun uzun baktı. Yavaşça ciddileşmeye başladı tebessüm dolu yüzü. Kafasını öne eğip bir müddet düşündükten sonra, derin bir nefes alıp denize çevirdi yüzünü. Bir şeyler söylemeye hazırlanıyor, ancak nereden başlayacağını bilemediğinden kısa aralıklarla yutkunuyordu.

Deniz kokan gözlerinden belli belirsiz bir hüzün dalgası geçti. Ve ben yine her zaman olduğu gibi, denizin ışıltılı renklerinin yansıdığı mavi gözlerinin derinliklerinde kaybolmaya hazırdım.

O gün hiçbir şey söylemedi. O gün söylemeyip de biriktirdiği her şeyi, gittiği deniz aşırı ülkeden yolladığı kartlara yazdı.

Şimdi ne zaman vapurla bir yakadan diğerine geçsem, yıllar evvel Kız Kulesi’nde bıraktığım kalbimi ararım…

 
Toplam blog
: 70
: 1618
Kayıt tarihi
: 23.07.06
 
 

Milliyet Blog'un ilk yazarlarındanım. Uzun yıllar gazetecilik yaptım, sonra bir sabah uyandım ki ..