Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir yağmurun getirdikleri

Bir yağmurun getirdikleri
 

Epey bir zaman olmuş yazmayalı. Elime kalemi almaya korkarken aniden bastıran yağmur yardımıma koştu. Hislendirdi beni, yine sizinleyim. Anlat, diyorlar dinlerim. Kim bilir belki de ruhuna iyi gelirim. Zaten kayıp ruhuma neyin iyi geldiğini bende bilmiyorum ki. Yardımcı olamıyorum kendime. Şöyle ifade etsem, yüksek sesle bağırsam beni köşeye sıkıştıran nedenler bu bu bu desem. Bir cesaret tüm bunları dillendirsem, soluk alsam en derininden. Koşsam, dinlensem, tazelensem, düşünmesem… Ama olmuyor, koşunca soluksuz kalıyorum, anlatamıyorum ve düşünmeden de edemiyorum. Tek bir düşünce, tek bir neden değil, içimde biriktirdiklerim öylesine ayyaş, öylesine yapış yapış duygular ki, bunları gerçek hayatın hangi köşesine asacağımı bilmiyorum. Birbirine karışıyor o zaman düşünceler, işin içinden çıkamıyorum. Yine bir özgür olamama hali. 

Martı Jonathan gibi olamadım. Ne öğrendim, ne kattın kendime ben? Bütün gün boyunca düşündüm durdum sadece bütün bir gün değil bunu hayatım boyunca söyleyip duracağım: kendine ne katın sen? Sevgili yağmur, bari sen yardımcı ol bana. Kötüyü arındıran sensin ya ruhumuzdan, yeryüzünden. Hani ben öyle görüyorum ya seni. Haydi, bir şey de bana: — Ne desem ki sana Sema? Sema, baksana adına. Düşündün mü hiç anlamını? Nereye gidersen git hep seninle, tepende, tepemizde… Kimi zaman mavi, kimi zaman gri, kimi zaman siyah, lacivert. Tıpkı senin gibi. Bir renge tabi değilsin sende. Tek bir renk anlatmıyor seni. Sevgilerle dolup taşarken masmavisin, siyah işte hüznün rengi. Bazen karmaşıklaşıyorsun, gri bunaltıyor seni. Ben ne desem ki sana. Bırak aksın insanlar yüreğine, bu genellemeler, düşünmeler neden? 

Alışkanlık zor, onlardan vazgeçmek yerine bir başkasını getirmek çok zor. Çok değil belki bir yıl sonra yenilerle tanıştıracak bizi hayat. Biz eskileri düşünüp dururken, hücum edecek yeni gelenler hayatımıza. Ya da hiç gelmeyecekler. Biz eskilerin yokluğunda kaybolacağız.” İnsan kendisine alıştırdığı şeyden sorumludur.” Diyor küçük prens. Bizi alıştırdığın hüzünlerden kim sorumlu peki. Yağmur yağıyor, yurdun çalışma salonunda oturmuşum. Göl, gökle bir olmuş, ayırt edemiyorum renklerini. Gökyüzü gri… Pencereler yağmur damlaları ile leke leke olmuş. Temizlikten sorumlu ablalarımıza yine iş çıktı desene. Evimizin çatı katına çıkma niyetiyle yapılmış dışarıdan bir merdivenimiz vardı bizim. Yağmur yağdığı zaman ilk iş gidip o merdivenlerde oturduk arkadaşlarla. Konuşurduk, gülerdik, üşürdük o merdivenlerde. Gitmezdik eve, zevk alırdık orada olmaktan. Yağmurun çatıdan çıkardığı sese kulak verirdik sonra birden gök gürlerdi. Korkardık… Göğsümüz ine kalka otururken annelerimizin çakan şimşekler üzerine anlattıkları korkunç hikâyeler gelirdi aklımıza. Yok, efendim, köyümüzde bir çoban koyunlarını otlatırken, şimşeğin çakmasıyla ölmesi bir olmuş. Ya o çoban gibi olursak? Ancak bu kadar çok korkmamıza rağmen yine de terk etmezdik o merdivenleri. Bazen orada tek başıma otururdum ya şimdi yoruyorum zihnimi de bir türlü aklıma gelmiyor orada iken neler düşündüğüm. Neyin hayalini kurardım, olmasını istediklerim mi? Bir oyuncak mı, bir elbise mi ama kimselerde olmayan… Neyi düşünürdüm ki? Oyuncakları pek sevmezdim, bebekler ilgimi çekmezdi ki. Elbise de değil hani. Peki, ne ama? Yok, hatırlamıyorum. Ama kendimi orada otururken ellerim çeneme dayalı görebiliyorum. Bu gün de aynı şeyi yaptım. Ara verdim yazmaya, çıktım dışarı, oturdum merdivenlere. Üşümek istedim, hasta olsam ne olurdu ki? Düşündüm sonra. Neler mi geçti zihnimden? Bir elbise değildi, bir oyuncak da, çocuk gibi sık sık küsüp barıştığımız arkadaşlar da değildi zihnimdeki. Orada otururken yapabileceklerimin sınırlarını düşündüm. Nispet yaparcasına uçan şu kargaları kıskandım. Geçip gitti insanlar, yağmurdan kaçıyor birçoğu. Sevmiyor bazıları yağmuru dedim kendi kendime. Birbirinden ayrı düşünceler çarpıp dururken, cismi dünyadaki ben bir şarkı mırıldanıyorum. Bitti mi başa alıp tekrardan eziyet ediyorum şarkıya. Sesim kötü ya benim. “ kediye bak” dedi biri. Arkadaşım… Meğer kedi ben mişim. “ ne yapıyorsun burada?” diyor. “ gel yemek yiyelim”, “ ıı canım istemiyor” diyorum. Üşüdüğümü fark ediyorum. O gidiyor, ben biraz daha oturuyorum. Soğuk hava galip geliyor, içeri giriyorum. Az önce küçük kıza da bağırdı annesi: “Sema! Ne işin var orada, gir içeri hasta olacaksın!” küçük kız da dinledi annesini, büyük kız da duydu içinde o hayali sesi. Girdi eve küçük kız, kalabalıktı ev. Ağabeyler, ablalar… Herkes bir arada. Evin sıcak havasını iliklerine kadar hissetti, ısındı. Babasının yanına oturdu yine birbirinden uzak pek çok soru sordu. Girdi eve büyük kız, kat kat çıktı, üçüncü katta durdu. Yabancı yüzler gördü, görmek istediği yüzler değildi ama. Odasının kapısını açtı, girdi içeri. Odanın soğukluğunu iliklerine kadar hissetti, üşüdü yüreği. Babası da yoktu hani. Soramazdı ki, bıraktı kendini yatağa, uzandı. Aldı eline kitabını, okumaya başladı. Belki de aradığı şey sayfalarında gizlidir kitabın. Kimbilir? 

 
Toplam blog
: 16
: 643
Kayıt tarihi
: 23.06.10
 
 

Muş doğumlu, 20 yaşında daha çömez bir yazarım... Hem ben sadece yazarım... Öyle bir tutku ki yaz..