Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mart '07

 
Kategori
Opera / Bale
 

Bizim Elektra’nın mazereti

Bizim Elektra’nın mazereti
 

Elektra başlı başına bir zor durumda insan karakteri; kardeşi, babası, ve gururu katliama kurban gitmiş. İşin kötüsü hepsi aile-içi facia. Eh, zaten kompleks, delilik ve sınır kişilik örnekleri hep klasik dönem edebiyatından alıntı... Aslında ana hikayenin bilinen ilk sahibi Aiskhylos (525-456 MÖ) için Elektra bir yan-kişi, zaman içinde bu konu başka yazarlarca yoğrula-yoğrula Elektra dikkati çeker hale gelmiş. Kadın kahramanlara merakı da bilindiğinden Strauss tarafından konu edilmesi neredeyse doğal. Operaya Hofmannsthal’in dilinden aktarılan hikayeye en yakın orijinal konu da Sophocles’in (495-406 MÖ) Elektra’sı.

Annesi tarafından itilip kakılarak hizmetçilerin alay konusu haline getirilen Elektra, babasının ölümünden duyduğu üzüntü ve öç alma ihtiyacı ile yanıp tutuşan deliliğe yakın bir kadın. Annesi, kusura bakmayın ama bildiğimiz deli, ama ufak bir şehvet / ihtiras faktörü de var. Kız kardeşi Chrysothemis’in oyunda (ve operada) varlık nedeni herhalde bir insani sıcaklık yaratmak olsa gerek. Ama mealen söylediği “…ben bir kadınım, evlenip çocuk doğurmak istiyorum, bir kadın kaderi istiyorum…” gibisinden laflar o kan gölünün ortasında artık bu görevi yerine getirmiyor sanki... Hatta bazıları itici bile bulabilir. Hele ki, sahnede elinde oyuncak bebeğini çekistirerek yalpalayan birinden annesini öldürmek için yardım istemek de ne kadar mantıklı geliyor bilmiyorum.

Masumiyetin ifadesi için tercüme beyaz ve oyuncak bebek midir? Bu kadar çocuksu ve ihtirassız gösterilen Chrysothemis konu bekaretin ona verdiği güç vs üzerine doğru ilerlerken mantıksız ve itici gelmiyor mu? Sanırım orijinalinde amaçlanan Chrysothemis aslında hiç çocuksu değil, aksine; bedenen güçlü, dertli / acılı / çaresiz, kişilikçe zayıf, ve “sadece” genç bir karakter…

Neyin anlatılmak istendiğini ancak hazırlanıp önümüze konulandan (o da ancak bazen) çikaran, klasikleri dede, nine, anne, ve babaları gibi ezbere bilmeyen, neyin neden olduğunu merak etmeyen bizim gibi nesillere çok uygun bir sahnelenişi var İstanbul’un Elektra’sının. İnsan biz(im) seyirciler kadar kültür tembeli olunca; Orestes’in sürgünde arıcılıkla uğraştığını ve kafasındaki tülle önündeki zırhın bundan gerektiğini; arkada koşuşturan uzaylıların DNA incelemesi için kan gölünden örnek almaya geldiğini; açılıştaki hizmetçilerin uykusuzluktan titreyip duran Clytemnestra’ya kazak ördügünü… falan düşünüyor. Aslında, Orestes tabii ki zor durumda, sürgünde ve kendini alçak gönüllü bir “hiç kimse” olarak tanıtmak zorunda. Bu sırada da asıl pozisyonunu anlatmayan, alakasız şeyler giymeli. Aslında, trajedide bir koro geleneği var ve sahnede bunu hissettirecek kalabalık olabilir. Aslında, hizmetçiler o devirde avluda örgü örmek yerine, çöp, çamasir, hayvan peşi vs ile meşgul olurlardı da, o kadar kısa zamanda hem bunları göstermek hem de şarkı söylemek zor olurdu. Vesaire... Agamemnon’un küvet yolculuğu için daha düşünmek ve bir anlam yakalamak lazım; çünkü trajedi geleneklerine bayağı ters ve o saate cesedi ortada olmamalıydı... Neyse… Özetle bizim Elektra tam bizlik ve seyredilesi bir opera.

Sahnede olan bitene yorum yapmayı sevmememe rağmen biraz yukarıda dokunduğuma göre; bir-iki laf da müziğin bize sunuluşuna edeyim. Strauss Salome ve Elektra ile opera orkestrasının ağırlık ve yükünü kayda değer ölçüde arttırıyor ve işlerin kötü gitmesine zemin hazırlıyor. Olay senfoni-operası boyutundayken bu tamlamadan operanın düşüp olayın senfoniye dönmesi pek olası. Aslında neredeyse başa gelen de bu. Strauss kendisi bu eseri tırmandırmak ihtiyacı içinde yazdığını ifade ediyor. Hofmannsthal’in onu Salome ile Elektra’nın ayrık eserler olduğu üzerine iknası ve bestecinin kendini daha “şiddetli” bir eser üretmeye mecbur hissetmemesi için ikna ettiği de bence safsata. Çünkü eser inanılmaz derecede daha şiddetli, daha tırmanıcı ve daha tırmalayıcı.

Opera şarkıcılarının Elektra’dan dertli ve hatta şikayetçi olduğu da bilinen gerçek. Ama bizde tüm sınırların aşildığını görmek sevindirici. Anlaşilan o ki, yapılan anlaşmalar çerçevesinde; orkestra çukurunda bir senfoni, sahnede bir opera eşzamanlı, ama arada veri akışı olmadan varlıklarını sürdürebiliyor. Hofmannsthal’in şairliğine vurulup onunla çalisan Strauss’un bestelediği dizeler duyulmasa da oluyor. Ne de olsa müzik hemen hemen atonal, yani duysanız dinleseniz de size mal olmuyor. Bize yakışanı yapmak da böyle bir şey zaten, çünkü www.idobale.com’da güzelce özetlendigi haliyle “…bu eser, müzik ve sahneleme açısından içerdiği belirli zorluklar ve gerektirdiği yüksek nitelik nedeniyle sahnelendiği opera kurumlarına büyük bir prestij kazandırmaktadır.” Başarının şartı tanımsız olunca, hayat sadece devam ediyor, kulakta kalan hoş bir sada, o da Strauss izin verirse…

Resim: http://en.wikipedia.org/wiki/Electra_(Sophocles) adresinden

 
Toplam blog
: 10
: 606
Kayıt tarihi
: 23.11.06
 
 

Bir doktor mühendis ve amatör bariton olarak şanın ve dansın hayatımızda değişiklik yaratabileceğine..