Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bu günlerde bir dolar kac türban?

Bu günlerde bir dolar kac türban?
 

En az anladığım -hatta hiç anlamadığım- konulardan biri de ekonomidir. Aslında üniversitede teorik olarak okuduğum bazı kuralları anımsıyorum. Arz, talep, ithalat, ihracat, bütçe açığı filan gibi bazı terimlerin ne anlama geldiğini de biliyorum. Ama Türkiye'deki ekonomik gelişmelerin ve olayların bu kurallarla bağlantılı çalıştığını hiç sanmıyorum.

Eski cumhurbaşkanımız sayın Ahmet Necdet Sezer, kendisinin o makama seçilmesinde büyük payı olan rahmetli Ecevit'in kafasına Anayasa kitapçığını fırlattığı zaman, doların nasıl 3-5 misline çıktığını, gecelik faizlerin akıl almaz boyutlara niçin ulaştığını hâlâ çözebilmiş değilim.

Baştan anlamadığımı söylediğim bir konuda bunun çok doğal olduğunu da kabul ediyorum.

Son yıllarda Ak Parti hükümetinin ülke ekonomisinin iyi durumda olduğu söylemlerine karşılık, günlük hayatında bunu hissetmeyenlerden biri de benim. Ama bir ümittir "inşallah iyi olacak" diye bekleyip duruyorum.

Dolarla, dövizle de pek ilgilenmem. Parası olanlar ve bunu çalıştıranlar için elbette bir kuruşluk oynama bile büyük anlam ifade ediyor ama, benim gibiler için hiçbir anlamı olmayan bu döviz hareketlerini, günü gününe takip edip iniş çıkışlaırı ezberleyenlere de akıl erdiremiyorum.

Son günlerde bir kriz atlatmışız diyorlar. Amerika'daki Mortgage krizine bağlı olarak dünya piyasaları sarsılmış filan... Ortalığı bir türban perdesi kapladığı için bizim kriz arada kaynadı gitti.

Bu sabah aklıma geldi, şu döviz fiyatlarına bir bakayım dedim, Allah Alllah, yanlış okumuyorsam hepsi yerinde sayıyor. Halbuki ben bu türban furyasında döviz fiyatlarının sessiz sedasız yukarılara doğru tırmanmış olabileceğinden emindim.

Bu türban meselesi hepimizi kusturacak hale getirdi biliyorsunuz. Gazetelerin ilk sayfaları kaç gündür buna ayrılıyor. İnternette bakıyorum 10 haberden dokuzu bununla ilgili. Bizim blog yazarı arkadaşlarımızdan da konuya ilgi gösterenler hayli fazla.

Ancak bu kadar çok yazının, çizinin içinde, çözüm olarak ortaya değişik bir fikir atan yok. Bir taraf türban dinin gereğidir, inançlı insanlar bu kıyafetle üniversitede okusun diyor, bir taraf da, türban bir dini-siyasi semboldür, bunu takanlar laikliğe aykırı davrandıkları için üniversiteye alınmasın diyor.

Arada bazıları da türbanın dini emir olmadığı konusunda, Kur'an'dan âyetler göstererek türbanlıları caydırmaya çalışıyorlar.

İki tarafın da kendi bakış açısından söylediği doğru olabilir. Zaten insanlar doğru olduğuna inandıkları fikirleri savunurlar. Bu şekilde günlerce, aylarca, yıllarca konuşsak, tartışsak, bir sonuca varamayız. Nitekim zaten 30 senedir bu konu tartışılıyor ama, bir çözüme de ulaşılamadı.

Bu konuda yazılanlardan, benim anlayamadığım tek açıklama veya tepki şu: Deniyor ki, türban serbest kalırsa, toplumun huzuru bozulur, çatışma çıkar....

30 senedir üniversite kapılarında bekletilen, okuma hakkı elinden alınan, yurt dışına gitmeye zorlanan veya okuyamayan, bu yüzden maddi manevi büyük zarara uğrayan, bu arada, kapıda zorla başını açarak içeri giren, ya da içeri girebilmek için peruk takmak zorunda kalan kızların, iç dünyalarındaki tahribata rağmen, şimdiye kadar bir olay, bir çatışma çıkmadı da, şimdi onlara bu hak verilirse, çatışma nasıl ve niçin çıkacak, bunu anlayabilmiş değilim.

Bir de blog yazarı arkadaşımız Aydın Tiryaki beyin yazdıklarını anlayamadım.

Aydın bey diyor ki, bu türbanın birinci derecede suçlusu, kızlarına zorla başlarını örttüren ailelerdir. Bunun çaresi, türbanlı öğrencileri üniversiteye almak değil, tam tersine bunları kesinlikle okullara sokmamaktır.

Yani ortada belli bir suçlu var ama, biz o suçun cezasını başkasına çektiriyoruz. Böyle bir şey olabilir mi?

Tabi bu arada daha henüz kanun çıkmadan, türban yasal hale gelmeden, garip kıyafetlerle okullara giden veya gitmek isteyenlerin haberleri çıkıyor gazetelerde.

Yıllardan beridir türbanıyla üniversiteye girebilme arzusuyla yanıp tutuşan bir üniversite öğrencisi, tam türbanın serbest bırakılması için uğraşıldığı; türban serbest kalırsa, bunlar sarık cübbe ve çarşafla da okula giderler dendiği bir zamanda, aklı başında bir insan, eğer deli veya kötü niyetli değilse, acayip bir kıyafetle, burkayla, şununla bununla okulun kapısına dayanır mı?

Olay gerçekten değişik boyutlarıyla ele alınması gereken ciddi ve önemli bir konu. Aslında bu tartışmalarla, dinin ve inancın da irdelenmiş olmasının büyük faydaları var.

Her şeyden evvel dinin, aklı başında bir insana bireysel olarak farz olduğunu bilmemiz lazım. Yani aklı noksan olan insan dinen mükellef değildir. Öyleyse müslümanın birinci özelliği, akıllı olmasıdır.

Fakat biz genellikle "müslüman" diye nitelediğimiz insanların, pek de akıllı davranmadıklarını, düşünmediklerini, hep birilerinin dedikleriyle kendilerine yön verdiklerini görüyoruz ve bundan da şikayetçiyiz.

Müslüman, bütün kâinatı ve ondaki canlı cansız bütün varlıkları yaratan bir tek Allah'a inanır. Tek rehberi Hz. Muhammed, yolunu aydınlatan ışığı da Kur'an-ı Kerim'dir.

Bu manada tarikatler, şeyhler, hacılar, hocalar, birer dini unsur niteliği taşımaz. Herkes bu bilgiyi kaynağından anlayacak ve öğrenecek kadar bir bilgiye ve kültüre sahip olmalıdır. Cahiller arasında yaygınlaşan din, bâtıl inançlarla kaynaşmaktan kendini alamaz.

O yüzden her zaman iddia ettiğim gibi diyorum ki, aydın insanlar, dini fakir fukara cahil halkın elinden çekip almadıkça, "gerçek din budur, böyle yaşanır" deyip yumruğunu masaya vurmadıkça, biz bu dini meseleleri daha çok tartışırız ve hiçbir zaman bir yere de varamayız.

Kur'an-ı Kerim'de örtünmeyle ilgili ayetler vardır. Orada baş, saç, türban, çarşaf gibi kelimeler geçmez. Zaten âyetin adı da hicap ayetidir. Yani mahcup olma, utanma, ahlaklı davranma...

Din bir anlamda güzel ahlâktan ibarettir. Amacı iyilikleri yaymak, kötülükleri önlemektir. Bu manada aklı başında her insan genel hatlarıyla neyin dinen bir emir, neyin de dinen bir yasak olduğunu bilebilir, bulabilir.

Din özellikle yapılması ve yapılmaması gereken bazı temel konuları saptar. Ama genel olarak insan ve toplum için iyi sonuç veren her şeyin yapılması, kötü sonuç veren şeylerin de yapılmaması dini bir esastır.

Medeni bir insan olarak toplum hayatındaki davranış biçimizin temeli de zaten bu değil midir?

Çağdaş insan, başkalarına zarar vermeden, kendi özgürlüklerini kullanan, toplumun özgürlüğüyle bireysel özgürlüğünün çatıştığı noktalarda da, kendinden fedakârlık yaparak toplum lehine o hakkından vazgeçen insandır.

Bütün kuralların ana hedefi, insanı ve toplumu mutlu etmektir. Bu yüzden kurallar zamanla gelişebilir ve değişebilir. İnsanı ve toplumu geren, huzursuzluk çıkaran bir kuralı gözden geçirmek kadar doğal ne olabilir?

Türkiye, çoğunluğu genç olan 70 milyonluk dinamik nüfusuyla, sahip olduğu imkânlar, coğrafi, tarihi, turistik ve ekonomik bünyesiyle, Ortadoğu'nun ve Avrupa'nın hatırı sayılır ülkelerinden biridir. Hepimiz her gün bir tuğla örsek, günde 70 milyon tuğladan oluşan bir duvar meydana getirebiliriz.

Oysa biz sadece başı sonu belli olmayan bir türban tartışmasının veya buna benzer incir çekirdeği doldurmaz tartışmaların seyircileri olarak zamanımızı boşa harcıyoruz ve bundan da hiç üzüntü duymuyoruz.

Şimdiye kadar neşter vurularak çözümlenmiş bir meselemiz yok. Hep sürüncemede kalan, yıllarca uzayıp giden problemler, beraberinde yeni proslemler getirerek, daha da katılaşmış, karışmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiş şekliye karşımızda duruyorlar.

Bir Yunan sorunu, bir Kıbrıs sorunu, bir terör sorunu, PKK sorunu, türban sorunu, birkaç neslin hayatını dolduracak boyutta ömrümüzde yer işgal etti. Yeter artık, bu kadar âcizlik yeter, biraz da sorunlarımızı çözüp rahat bir nefes alalım, geleceğimize bakalım, çocukarımıza farklı bir dünya bırakalım niye demiyoruz?

Allah kendi yarattığı kullarına, hayatlarını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için bazı şeyleri yapmayı, bzı şeyleri de yapmamayı emretmiş. Emir elbette mutlaklık ifade eder. Peki yapmazsak ne olacak? Nitekim çoğunu da yapamıyoruz.

Başı örtmek, daha doğrusu benim anlayışmla, sorumluluk duygusuna sahip bir insan olarak ahlâki ölçülerde toplumda kabullenilebilir bir kıyafete bürünmek, herkesin hem hakkı hem vazifesidir.

Kur'an'da, insana bu şekilde yüklenmiş daha çok sayıda sorumluluklar vardır. Bunların bir kısmı hiç şüphesiz türbandan daha önemli ve gereklidir. Bunları bir önem sırasına koymadan, sadece benim sahip olduğum veya benim benimsediğim en önemli emirdir dayatmasını, elbette yanlış buluyorum.

Ama aynı derecede hiç kimseye zararı olmayan bir kıyafetin, laiklik bağlamında bir teoriyle afaroz edilmesine de karşı çıkıyorum.

Demokratik özgürlük anlayışı, bireyin ve toplumun mutluluğunu ön plana çıkarır. Kurallar eğer doğurdukları sonuç nazarı itibara alınmadan motomot uygulanmaya kalkışılır ve bundan da ortaya olumsuz bir sonuç çıkarsa, ha din baskısı, ha laiklik baskısı, farkeden bir şey yoktur, ikisi de bağnazlıktır, ikisi de dayatmadır.

Türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasıyla ilgili gelişmelere, meclisteki iki partinin öncülük etmesi, yani mecliste mutlak çoğunluğu sağlaması, özellikle seçimlerde bu partilerden birinin de tek başına % 47 oy alması yüzünden teorik olarak karşı çıkamayanlar, bir taraftan konunun sadece üniversiteyle sınırlanmasından mutluluk duyarlarken, öte yandan şu soruyu da sormadan edemiyorlar:

Peki bu öğrenciler türbanlarıyla üniversiteye girip okudular. Mezun olunca ben hakim olacağım, ben doktor olacağım demezler mi, o zaman ne olacak?

Demek ki olayın sonucu kendiliğinden bizi bu soruyu sormaya itiyor. Peki seslice düşünelim. Haklı bir soru değil mi? Okulu bitirtip bitirtip bunları depo mu edeceğiz?

O zaman ben şunu soruyorum. Peki bu insanlar avukat, hakim, doktor olsa ne zararı var?

Lütfen laiklik diye başlayarak cevap vermeye kalkmayınız. Bir kamu görevlisinin işini yapması başka bir şey, işine siyaset, din karıştırması, ya da işini ihmal etmesi başka şeydir.

Eğer görevini yapmayan, ihmal eden, istismar eden biri varsa yargı ne güne duruyor? Böylelerinin işine hemen son verirsiniz.

Bir örnek vermek istiyorum. Hepinizin bildiği gibi, bugün başörtülülerin çalıştığı alanlardan bir tanesi, kamu göreviyle mukayese edilebelecek nitelikte: Hastaneler...

Özel hastanelerde veya özel muayenehanelerde başı kapalı doktorlar, hemşireler yok mu? Oralara başı açık hastalar gitmiyor mu? Şimdiye kadar kime aykırı bir muamele yapılmış, kim hastane kapısından geri çevrilmiş, kimin tedavisi yarım kalmış?

Sırf insanların kafasını karıştırmak için, onları yanlış düşüncelere sevk etmek için bu konuda yapılan uydurma bir haberi hatırlarsınız. Türkiye'nin en önemli, en büyük gazetesi ve onun genel Yayın Yönetmeni sayın Ertuğrul Özkök, bu yüzden okuyucularından özür dilemek zorunda kalmıştı, biliyorsunuz....

Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün ve hastane doktor örneğini kafanızda irdeleyin. Başı kapalı bir kamu görevlisinden zarar gelir mi, gelmez mi, bir fikir jimnastiği yapın.

Arada hiç mi çıkmaz, belki de hasta, kötü niyetli, provokatörler de çıkar. Ama bugüne kadar kamu görevini şu veya bu şekilde kötüye kullanmış hapishaneleri dolduran binlerce başı açık insan var. Peki buradan yola çıkarak başı açık olmanın, suç işlemeye, kamuya zarar vermeye, başkalarına haksızlık yapmaya sebep olduğu gibi saçma sapan bir sonuç çıkarıldı mı?

Yazı biraz uzun oldu ama, tefrika haline getirmek de istemedim, zırt pırt bu konuya dönmek de istemedim. Bir fıkrayla sözlerimi bitirmek istiyorum. Vakti zamanında bir köye imamın biri görevli olarak tayin edilmiş. Bakmış ki camiye hiç gelen giden yok...

Toplamış köylüyü, sormuş: Arkadaşlar, ben günde beş vakit ezan okuyup sizi namaza çağırıyorum ama, görüyorum ki gelen-giden yok. Bunun sebebi nedir?

Demişler ki, hocam, biz hepimiz, tarlada, bağda, bahçede çalışıyoruz. Abdest alırken ayağımızdaki çamurlu çarıkları çıkarıp onları yıkamak bize zor geliyor.

Hoca demiş ki, kardeşim dinimiz kolaylık dinidir. Böyle bir zaruret yok ki, isterseniz ayaklarınızı yıkamadan çarıklarınızla camiye gelebilirsiniz.

Köylü çok sevinmiş tabi ve Allah razı olsun hocam deyip başlamış çarıkla camiye gelip gitmeye...

Gel zaman git zaman hocanın tayini başka bir köye çıkmış, oraya da başka bir imam gelmiş. Bakmış ki herkes camiye çarıkla giriyor.

Bre insafsızlar, bilmez misiniz ki dinimizin birinci şartı temizliktir, hiç camiye çamurlu çarıkla gelinir mi, hepiniz defolun deyip cemaatı kovalamış.

Tabi cami yeniden boş kalmış.

Gelen giden yok.

Bir gün ne yapacağını düşünürken aklına eski imamı aramak gelmiş. Onun bu işi nasıl kabul ettiğini öğrenmek istemiş. Bulmuş eski hocayı. Demiş ki yahu arkadaş, sen de bilirsin ki ayakları yıkamadan abdest olmaz. Hele çarıkla camiye hiç girilmez, nasıl böyle bir şeye izin verdin?

Eski hoca, arkadaşım, bu insanlar camiye hiç gelmiyorlardı, ben onların -çarıkla da olsa- camiye gelmelerini sağladım. Sen de çarığı çıkarmalarını sağlayacaktın, demiş.

Benden bu kadar. Umarım bir daha aynı konuda yazmak zorunda kalmam.
 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..