Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '08

 
Kategori
Çalışma Yaşamı
 

Bu ne ilk ne de Son Bahar

Bu ne ilk ne de Son Bahar
 

Son bahar


Protest yazılar yazmak benim işim değil. Hak hukuk yazılarını yazmaya da hiç bir zaman gerek görmedim. Çünkü biliyordum ki, hakkını hukukunu korumak isteyenin niyeti bellidir ve gerektiği zaman hakkını da, hukukunu da, kendini de koruyacaktır. Çünkü biliyordum ki, gökten hak hukuk yağmıyor. Beklemeyle, insana gelecek birşey olmadığını biliyordum.

Ekmeğin fiyatı arttığında 2 gün ekmek almayarak, toplu taşımaya zam geldiğinde sadece 1 gün otobüslere binmeyerek, servis fiyatları arttığında çocukları 1 ay servisle göndermeyerek, hesap sorulması gereken zamanlarda kime hesap sorulacaksa bireysel olarak kapısına dayanarak, üç kuruşa ( afedersiniz ) it gibi çalışmayarak, bir gün verilen hakkın ertesi gün alınması durumunda çığlıklar atarak....

Ama bunların, tek kişi parantezinde milyonların biraraya gelmesiyle mümkün olabileceğini de biliyordum. Sonra baktım ki; Bir maç için stadda 100.000, ekranları başında milyonlar “tek bir yürek” olabiliyor, ama iş hak hukuk korumaya geldiğinde nedendir bilinmez ses-seda çıkmıyordu. Öte yandan herkes, eskimeyen bir hit şarkıyı hep bir ağızdan söylüyordu. “ Fişmanca Ülkesi’nde böyle mi ya? “

Evet, Fişmaca Ülkesinde öyle değil. Çünkü Fişmanca Ülkesinin insanları , falancalara eyvallah demiyor. Başına gelebilecek şeyleri , önceden düşünüp kendilerini korumaya alıyorlar. Bunun için sendikalaşıyorlar. Sendikalaştıktan sonra da , tek bir amaç için, yani haklarının korunması için normal şartlarda sesin çıkması gereken yerden seslerini yükseltiyorlar. Diğer organları , işlevleri doğrultusunda kullanıyorlar. Bu her sektör için geçerli. Şu anda geniş kapsamlı örnekler vermeyeceğim.

Ben bu yazıda , 15 yıl içinde bulunduğum, hala da kıyısından köşesinden dokunduğum bir sektörden bahsedeceğim. Televizyon sektörü. Medya diyerek fazla genişletmeyeceğim. Çünkü gazete ve dergi kolunda , nispeten arkayı kollayan kurumlar var. Bu kurumların da harika işlediğini söyleyemeyeceğim ama en azından fiziken başvurulabilecek bir merci var.

Televizyon sektörü dediğimiz camianın aslında bir gecede lambadan çıkan cin tadında pörtlediğini biliyoruz. Özel televizyonların artmasıyla , eleman açığının ortaya çıkması da paralel bir seyir izler. Bu eleman açığını farkeden müteşebbis gençler de artık Basın Yayın Okullarının Gazetecilik bölümlerine girmektense Radyo Televizyon bölümlerine kayıt yaptırırlar ve 4 senenin sonunda , ama yeterli ama yetersiz , birer Televizyoncu olarak okullarından mezun olurlar. Neticede sektör kollarını açmış onları beklemektedir değil mi?

“Etim de kemiğim de ruhum da , herşeyim senin! “ nidaları içinde özel televizyonlara, özel televizyonlara iş yapan prodüksiyon şirketlerine dört nala koşar bu gençler. Hatta aralarında , bu işe gönül vermiş alaylılar da vardır. Niyetleri, yeni pörtlemiş bu sektör büyürken, kendilerinin de büyümesidir. İlerde bir yönetmen, bir yapımcı olmaktır. Ya da en azından çömezlikte çektikleri parasızlık ve uykusuzluğu 15 yıl sonra da çekmemektir. Yani, nispeten huzur ve güven ortamında yaşamaktır.

Şimdi bahsettiklerimizin hangileri gerçekleşmiştir ona bir bakalım.

Etini, kemiğini, ruhunu teslim eden o günün gençleri , ne etini, ne kemiğini ne de ruhunu geri alabilmiş değiller. 15 yılı bırakın, 25 yıldır bu işe gönül vermiş kişiler hala üç kuruş paraya it gibi çalışmaktalar. O zamanki gençler de, bu zamanki gençler de mesai saati diye birşeyin ne anlama geldiğini bilmeden çalışmaktalar. Günde 3 saat uyku uyuyabilen kendini şanslı saymaktadır. Bir çoğu setlerde yatıp kalktığı için, kiraladıkları evlere boşuna para ödemektedir. Hemen hepsi boğaz tokluğuna çalışmakta, nispeten para kazanalar da kazandıkları parayı harcayamamaktalar. Plan yapmak diye bir lüksleri yoktur, bayram tatili, sürpriz yumurtadan çıkan bir oyuncak gibidir. Yılbaşı’nda da çalışırlar, senelik izinleri çoğunun yoktur, olsa da ne zaman uygun görülürse o zaman kullanabilirler.

Bir insanın bünyesi uykusuzluğa belirli bir süre dayanabilir. Kimilerinin buna direnci biraz daha fazladır. Ama şunu biliyorum ki, bir günde bir insana kesintisiz olması durumunda 3 saat uyku da yetebilmektedir. Evet hayatı devam ettirmek için , işleri yetiştirmek için, hiç uyuyamamaktansa 3 saat uykuyu lüks görür bu insanlar. Buz gibi havalarda, 4 polar eşofman üstüne kendilerine 4 beden büyük gelen pantalonlar giyerler. Ayaklarında 5 kat çorap vardır. Sabah 7 de “Kayıt!” denmiş, diğer sabah 7’ye de sadece 6 saat kalmıştır. Onlar buz gibi havada görüntüleri çekmekle uğraşırken, diğer tarafta nispeten şanslı sayılabilecek başka bir ekip vardır. Montaj ekibi. Onlar da iç mekanda bir maratondalardır. Kanepelerde uyurlar, duş alamazlar, hiç durmadan haftalarca çalışırlar. Hata yapma gibi bir lüksleri yoktur. Aynı dışardaki ekip gibi, eskiden 90’lık tabir edilen bir sinema filminden 20 dakika fazla bir bölümü her hafta çıkarmaya çalışırlar.

Kimin için? Siz sevgili seyircilerimiz ve bittabii reklam alacak olan kanallar için.

O bölüm çıkar. Siz sevgili seyircilerimiz , dizinin diğer bölümü için 1 hafta beklersiniz. Siz beklerken biraz önce bahsettiğim herşey kesintisiz devam etmektedir.

Bütün bu kesintisiz işlemleri , bu insanlar sahiden hiç bir garantileri olmadıklarını bilerek yaparlar. Bir çoğunun sigortası yoktur, sendika diye birşey zaten yoktur, biri bölüm başına X lira alır, aynı işi yapan başka biri XXX lira alır. Ne XXX alan ne de X alan bu duruma sesini çıkarmaz. Çünkü bu çok doğaldır. Aslında bunun standartını belirleyecek bir kurum olmalıdır.. Gelin görün ki böyle bir kurum yoktur. Ve hatta günde 8 saatten fazla çalışılmamasını öngören bir kanun da yoktur.Günde minimum 18 saat çalışılması durumunda konsantrasyon bozukluğu ve buna bağlı olarak konsantrasyon gereken işlerin yapılmaması gerektiğini söyleyen birileri de yoktur. Hadi çalışıldı, çalışılan her saat için mesai ödenmesini gerektiren bir kanun hiç yoktur. Ancak görünmez bir mürekkeple yazılmış şu kural vardır.

“ Etin, kemiğin, ruhun benim.”

Bu kurala uymak ya da uymamak da sektör içindekilerin elindedir. Başta da dediğim gibi, gökten hak hukuk yağmıyor. Tarihin hiç bir döneminde, “Al kardeşim. Bu da helalinden benden olsun” diyen bir işveren görülmemiştir. Sektörümüzdeki insanların bunu beklemesi de hep bana saçma gelmiştir.

Maaşım şu kadar olmazsa kesin ayrılıyorum.”, “ Bölüm başı bu kadar vermezlerse bırakıyorum.” “ Yav yemek parasını bile kesiyorlar.”

Bunlar aşağı yukarı her sette söylenen sözlerdir. Dikkatiniz çektiyse mevzu hep para-pul üzerine döner. Kimse “ Günde 8 saatten fazla çalışırsam ayrılırım.” demez. Çünkü günde 8 saatten, 10 saatten ya da bilmem kaç saatten fazla çalışmak diye bir kavram yoktur. Bütün gün çalışmaya programlanmış bir beyin vardır ortada. Bunun ters olduğunun bile farkında değildir kişi.

Son bahar setinden iki arkadaşımız hayatını kaybetti 2 gün önce. Nedenlerini didiklemek kolay. Bu iki Can’ın hayatının faturasını çıkaracak çok kişi bulunur. Ama birşeyin farkına varmak gerekiyor. Fatura çıkarmaya gelene kadar, yapılması gereken başka şeyler yok mu?

Tv sektöründe çalışan kişilerin bir araya gelmesi ve haklarının korunması için tek bir çatı altında toplanması gerekir. Doğru, bu herkesin söylediği birşey. Ama bunun için gerekli çok önemli birşey var.

“ İnsani şartlarda çalışmak zorunda olduğumuzun bilincine varmak”

Bu bilinçle, edepli usturuplu bir şekilde toplanmak, talep edilen şeylerin ne olduğunu belirlemek., “Nasılsa birşey çıkmayacak” mantığıyla yaklaşmamak, her kafadan bir ses çıkmaması ve amacın tek olduğunun farkına varılması gerekiyor.

Çünkü arkadaşlar, çalışanlar da işverenler de neticede insandır. Bir kantarın bile alabileceği azami bir yük varken ve yeri geldiğinde o kantara da “ Alır, bu daha alır” mantığıyla yükledikçe yüklenirken, bir insana yüklenilmemesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ne kadar taşıyabilirsen, o kadar yüklerler çünkü. Elin, kolun, bacakların artık dayanamadığını haykırması gerekir. Bunun normal birşey olmadığını , insanın kendine söylemesi gerekir. “Böyle olmamalı , değil mi? “ diye sağa sola sormak gerekir. Sağdan soldan “ Evet” cevapları gelmelidir. Evet diyenlerin hepsi bir araya gelmeli ve haklarını daha sonra korumalıdırlar. . Günün birinde bu şartlar yüzünden birilerinin göçüp gidebileceği ihtimali üzerinde durulmalıdır.

Önce hakkımızın ne olduğunun bilincinde olmamız gerekiyor. Neyi savunacağımızı bilmemiz gerekiyor. Yoksa Son Bahar geldiğinde , yaprakları çoktan dökülmüş bulabiliriz.

 
Toplam blog
: 82
: 1186
Kayıt tarihi
: 22.06.06
 
 

İstanbul'da yaşanan tüm aşkların, tüm ayrılıkların, tüm özlemlerin, tüm nefretlerin, tüm eğlenceleri..