Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Kasım '08

 
Kategori
Kitap
 

Cemile

Cemile
 

“Koca karı genç kıza bakıp konuştu: “ Allaha şükür iyi bir eve hayırlı bir yuvaya düştün. Burada mutlu olacaksın. Bir kadını mutlu eden şey çocuk doğurmak ve bir evde bulunması gereken şeylere sahip olmaktır. Yalnız şunu bilmelisin ki mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır. Bu sözümü sakın unutma!”
Sahiden böylemiydi acaba mutlu olmak için varlık dirlik ve huzur yeterlimiydi.

Hiç sanmıyorum; kaç yüzyıl öncede, şu zamanda, bundan kaç yüzyıl sonrada “mutluluk” kavramının tek dayanağı zannederim sevgi olacak. Sevgisiz, mutluluk; yapraksız ağaç kadar çıplak, annesiz çocuk kadar öksüz, yalnız bir hasta kadar çaresiz kalacak.

Hikâye de böyle devam ediyor…
Aytmatov’un Büyük aşk hikayesi Cemile’de…

Cemile, kendini özünde sevmeyen, mekanik kurallarla töreye bağlı kalmış, tabiat sevgisini tadamamış zavallı insanlardan zamanla yavaş yavaş koparak, kendi manevi dünyasına dayanak olacak, içini gerçekten titreten, garip bir berduşluğa kapılır…

Onun aradığı mal mülk değildir. Bunu keşfeder. Etrafındaki insanların mutlu olmak için ne kadar boş şeylerle uğraştıklarını bu hiçlikten içlerinin dağlandığını kendilerini boş laflarla aldattıklarını kolayca sevmek sevdiği için tüm fedakârlığı yapmak yerine gelmesi mümkün olmayan mutlu mesut günler için yas tuttuklarını anlar. Ve belki de en sevilen baş hatunluğu bile elinin tersiyle itip o insan olmaya, sevip sevilmeye, koşup düşmeye, ne olursa olsun sevdiğiyle olmaya gider…

Bu küçücük hikâyeden alacağımız pek çok ders var aslında…

Son zamanlarda huzur için, daha iyi bir yaşam adına, ya da töreler uğruna tahammül ettiğimiz, uğraşa didine sabırla bugünlere getirdiğimiz hayat üzerimize zorla geçirilmiş süslü bir fanila gibi sımsıkı bize yapışıp kaldı. Hava yaz günü terletiyor durmadan sıkıyor ama onu üzerimizden çıkarıp bir türlü atamıyoruz; zira ona bin bir çabayla yıllarımızı emeklerimizi gözyaşlarımızı mutluluklarımızı hüzünlerimizi ve başarılarımızı ördük. Her gören “Aaa! ne güzelmiş bu” dedikçe tutsaklığımız biraz daha artıyor. Zamanla bu tutsaklık bizi biz olmaktan çıkardı ve başka birine döndürdü. Artık üzerimizde bu “yük” olmadan kendimizi çıplak hissediyor, onsuz hareket edemiyoruz…

Sonra da bu örgüden rahatsız oluyor, elimizi kolumuzu bağlı hissediyor, kurtulmak için uğraştıkça örümcek ağına düşen sinekler gibi çırpınıyor, yorulup hareketsiz kalıp avlanacağımız günü bekliyoruz. Bizi avlayan, hareketsiz bırakan, belki de bu üzerimizdeki bize ait olmayan yükler. Apoletler, önlükler, cüppeler, kravatlar…
Oysa gün Cemile gibi üzerimizde bize engel olan her şeyi çıkarıp atma, ne olacağını bilmesek de, yanıp küle dönsek de, hesapsız kitapsız, doğaya, özümüze, sevip sevildiklerimize koşma günüdür.

Belki de biz hala renkli iplerin hayallerine dalıp, kendimizi örmeyle meşgulken...

Mutluluk ona olan koşumuzun içine saklanmış doğduğumuz gün gibi anadan üryan bizi bekliyordur…

Cemilenin tüm hikâyesi benim anladığım kadarıyla, bütün toplumsal duygulardan örflerden adetlerden ve bilinen gerçeklerden cesurca soyunup, kendi bildiği, sevdiği yaşama, herkese rağmen koşabilmesinde. Bu koşunun sonunda ona ne olduğunun ise gerçekten hiç önemi yok. Önemli olan onun bu yola çıkmış olmayı başarabilmesinde…

Önder KOCA

 
Toplam blog
: 18
: 1308
Kayıt tarihi
: 04.05.07
 
 

Önce kendinle geçinmeyi dene, ve eğer kendini anlamıyorsan başkalarını üzmeye kalkma ..