Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Cinnet!!!

Cinnet!!!
 

Yağmurun geceden ıslattığı nemli yollara takıldı gözleri... Ara, ara çukurlaşmış asfaltta birikmişti sular. Sonra henüz sönmemiş sokak lambalarının birikintilerdeki dansını seyretti... Ve nihayet uyuması mümkün olmayan gece sabaha dönüyordu... Alacalanmıştı yine gökyüzü... Güneş onun için doğmuyordu... Doğmasını da arzular bir havada değildi yüreği, ıssız düşünceleri... Ağır ağır bakışlarını çevirdi odaya doğru... Yatağı karmakarışıktı... Üstünde şen çocuklar gibi boğuşulmuşta olabilinirdi, düşüncelerin ağırlığından uykuyla boğuşulmuş da... O ikincisi olduğunu biliyordu... Kaç kez girmiş yatağa, gözlerini sıkıca yummuş ama başaramamıştı dalmayı...

Gece boğulmasına sebep gösterdiği battaniyeyi ürperen vücuduna doladı şal niyetine... Yine inceden bir sızı doldu içine... Odadan çıksa acıları göğsünü delecek korkusundaydı... Zaten iyileştiğini de hiç hissetmeyeceği ortadaydı yaralarının... Kuru öksürük gıcığı gibi ömrünün geri kalan evresinde hep taşıyacağı bu büyük keder iğnelemişti ruhuna... O ruhu ise bedenine ağır geliyordu... Yüklendiği yaşam misyonu vardı ama o yaşamak istemiyordu... Çünkü adil değildi hayat... Farklı pencereler vardı her bireyin önünde, onun penceresi ufuklarına çiçekli bayırlar çıkarmıyordu...

Kimsesizliği, sessizliği kendi seçmişti... Zaten kim anlayabilirdi ki yaşamadan onu, onun içindekiler... Hiç kimse... İçine sokulduğu bu ıssızlık, yalnızlık sadece anlaşılamamaktan kaynaklı değildi elbet... Çocuk sesine, gülen yüzlere, ele ele dolaşan gençlere, gelinlikçide prova heyecanı yaşayan kızlara ve adı mutluluk olan her şeye ama her şeye öfke de duyuyordu, kızgınlıkta...

Matem odasına baktı, kaç gece sabah olmuştu tedavi sonrası bu odada bilmiyordu... Takvim de yoktu, takvimin sayfalarındaki rakamların değeri de... Baharda açan çiçekler içini coşturmadığı gibi, sonbaharda kuru yaprakların, dalların hüznünü de taşımıyordu... O en büyük acıya da, hüzne de ev sahipliği yapmıştı zaten dahası ne olabilirdi ki...

Gözleri yine bir noktada sabitlendi, alnında derin çizgiler... Yaşamından silmeye hiçbir psikologun gücü ve terapisinin yetmeyeceği anı kim bilir kaçıncı kez yaşadı... İlk günkü dehşetle ama sessizce... O gözünün önünde yaşamdan, yaşamından koparılıyordu... Yavrusu, canı, hayatı, şah damarı, bir anne için evladı ne anlam teşkil ediyorsa tümü yok ediliyordu... Çaresizdi, engelleyemiyordu, acıdan boğuluyor ama ölemiyordu... Kör olsa görmese, sağır olsa duymasa hatta ölse tanık olmasaydı diye ne çok dua etti... Cani silahı kendine doğrulttuğunda yavrusunun cansız, cılız ve çektiği acıya ayna olan yüz ifadesiyle minik bedeni yere yığıldı... İçindeki derin çığlık ses tellerini yırttı... Yaşamak bu muydu? Kahrolmak, yok olmak neydi peki...

Olay gazetelere şöyle yansımıştı; Cinnet geçiren iş adamı A.K. karısını, oğlunu ve kendisini öldürmek için ruhsatsız silahını kullandı... Çevresi tarafından mutlu bir evliliği olduğu gözlenen A.K.’nin , olay yerinde, oğlu kaldırıldığı hastanede can verdi... Eşi N.K ise yoğun bakım ünitesinden çıkarak hayati tehlikeyi atlattı ancak psikolojik tedavi altına alındı...

Siz de bir yerden hatırladınız değil mi? Hepimiz yukarıdaki üç satırlık haberlere her gün gazetelerin ya manşetinde ya da 3. sayfa haberlerinde tanık oluyoruz... Tanık olmadığımız şeyse yaşanan acı... Çünkü ateş düştüğü yerde hasar bırakıyor... Toplum bilincimiz yok olurken, tüketim hızımıza yaşanan bu ve benzeri vahşet haberlerini de ekliyoruz... Artık duyarlı olmanın zamanı gelmedi mi? Sıra bize gelmeden...

Foto: http://www.ensonhaber.com

 
Toplam blog
: 76
: 1458
Kayıt tarihi
: 25.03.07
 
 

1976 yılında Iğdır'ın Tuzluca ilçesinde doğmuşum... 8 yaşımda göç ettiğim bu ile bir daha hiç git..