Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Dağ yolu

Dağ yolu
 

Her tarafı yumurta beyazı kar örtmüştü


Otuz beş yaşındaki, dağ köylüsü İsmet Gihadin, iki gündür hasta olan karısı için ilaç almaya gittiği Diyadin’de tipi yüzünden hapis kalmıştı. Otelde kalması ve yemesi içmesi sonucunda cebindeki parasını da tükenmişti. Kar yağışı ve tipi biraz hız kesince o da hemen kaldığı otelden ayrılarak erkenden yola çıkmıştı. Yürürken ayaklarının altındaki kar pamuk gibi yere yapışıyordu.

Kış ortasıydı. Dağ, dere, tepe... her taraf kardan bembeyazdı. Tepeler uzaktan apak yumurtalar gibi görünüyorlardı. Lekesiz ve bembeyaz bir örtüyle örtülmüştü her taraf.

Çok uzaktaki dağ köyüne yaya olarak yürümek zorundaydı. Bu mevsimde o tarafa araba çalışmazdı zaten. Hoş yazın bile kolay kolay o köye araba gidemezdi ya. Ama İsmet kardan kıştan pek korkan biri değildi. Alışıktı bu sert iklime. Babayiğit ve oldukça sağlıklı bir adamdı. Kış soğuğu ve dağ havasının pişirdiği yüz derisi esmerleşmekten neredeyse bir zenciye benzemişti.

Kara bata çıka  yürümeye çalışıyordu. Dizlerine kadar kar vardı. Bazı yerlerde ise boyunu kat kat aşıyordu. Rüzgar yumuşak karı süpürüp getirmiş çukurlara ve derelere doldurmuş ve kardan tepeler meydana getirmişti. O yüzden o kar tepelerin etrafını dolanmak zorunda kalınca bir kilometrelik yol bazen iki-üç kilometre uzuyordu.

Sabahleyin açan hava öğleye doğru tekrar kapanmaya ve kar da yeniden yağmaya başlamıştı. O sırada İsmet de Diyadin’den epey uzaklaşmıştı. Yükseklere, dağlara doğru çıktıkça kar ve rüzgar da hızını arttırıyordu. Bir ara o kadar hızlandı ki iki metre önünü göremez oldu.

“Böyle devam ederse yolu kayıp ederim”, dedi içinden, ”veya önümü göremez ters bir tarafa saparım.”

 Adımlarını hızlandırmaya çalıştı.

“Önümü göreyim yeter, kar beni durduramaz!”diye düşünüyordu.

Birden beline kadar kara battı. Bir çukurdu orası. Hemen geri çekilip çukurun etrafını dolaştı. Rüzgar daha da hızlanmaya başlamıştı. Yerdeki yumuşak karı uçurup yüzüne gözüne çarpıyordu. Bir renkli gözlüğünün olmasını çok istedi o zaman. Rüzgarın hızıyla yüzüne çarpan kar taneciklerinden gözlerini açamıyor, kısmak zorunda kalıyordu. Bu haliyle saatlerce yürümeye devam etti ama öyle bir an geldi ki o artık önünü tamamen göremez ve yürüyemez oldu. Zaten doğru yolda yürüyüp yürümediğinden de emin değildi. Rüzgarın sesi ve tipi onu serseme çevirmiş, karlı rüzgardan yüzünü korumaktan yolu düşünemeyecek hale gelmişti. O yüzden iki üç defa önünü göremediği için çukurlara düşüp yuvarlanmış, bir defasında da boylu boyunca kara gömülerek adeta kayıp olmuştu.

“Böyle devam edemem artık, ”diye düşündü, ”babamın yaptığı gibi yapmalıyım ben de.”

Bir defasında babası da aynı şeyi yapmış ve karın içinde bir gece geçirerek sabahleyin yoluna devam etmişti. O da aynısını yapabilirdi. Elindeki değnekle önünü görme özürlüler gibi kontrol ede ede ilerliyordu zaten. Bir ara değneği sert bir şeye çarptı. Bir kaya idi bu. Boyundan yük sek bir kayaydı. Artık doğru yoldan ayrılıp yanlış yöne saptığına emin oldu.

“Tamam...”dedi, ”buradan öteye geçemem artık. Demek ki bir kayalıktayım. Bu da yoldan çıkıp yönümü kayıp ettiğimi gösteriyor...”

Ve İsmet orada, kayanın dibinde, rüzgarın esmediği tarafa kendine kardan bir ev yapmaya karar verdi. Karı eşerek içine girdi. Biraz dinlenip kendine geldikten sonra kardan yumrular yaparak etrafında kardan duvar örmeye başladı. Dördüncü duvarı ise rüzgarın estiği tarafta bulunan ve rüzgarı kesen kaya idi. Bu kaya onu sert bir şekilde esen rüzgardan ve tipiden koruyordu.

Yumru yumru yaptığı karla üç tarafını boyu yüksekliğinde üç duvar ördü. Yerden başlayarak tepeye doğru daralan, bir kızıl derili çadırını andıran kardan bir sığınaktı bu. Tam tepesinde bir hava deliği bırakmıştı ama rüzgarın kayanın üzerinden uçurduğu karlar ikide bir o deliği kapıyordu. İsmet de değneği ile kalkıp o deliği açıyordu.

Kış günleri kısa olur. Hemen akşam olmuş ve karanlık basmıştı. İsmet o zaman çok acıktığını hatırladı. Bu tür uzun yollarda hep gelip gittiği için tedbirliydi. Diyadin’den ayrılmadan önce renkli renkli şekerler almıştı her zamanki gibi. Onu karşılamaya gelen çocuklarına  verirdi. Üç yaşındaki küçük oğlu elini cebine sokar  çikolata  ve şeker arardı zaten. Karısı da biraz utangaç bir bakışla uzaktan uzaktan cebine bakardı çikolata tipi bir şey çıkar mı diye. O daha çok gofret tipi şeyler severdi.

Sırtına bağladığı çantasını indirip içinden renkli şekerlemeler çıkarıp kıtır kıtır yemeye başladı. Karla boğuşmaktan çok yorulduğunu o zaman fark etti... Tiftik eldivenlerini çıkarıp yumru yumru yaptığı karın üzerine koyup üzerine oturdu. Yol boyunca yediği rüzgarın sesi hala kulak larındaydı. Şekerlemelerden sonra bir sigara yaktı. Kardan çadırın içi dumanla doldu.

“Bütün gece böyle oturup bekliyeceğim artık,” dedi içinden, ”kar kesse bile gece çıkıp yol alamam. Buralarda sürüyle kurtlar dolaşır. Hepsi de aç ve geceleyin ortaya çıkar av ararlar. İnşallah karıma bir şey olmamıştır.”

Karısını düşündü. Kısa boylu etine dolgun bir kadındı. Hiç yerinde durmaz, sürekli hareket halinde ve sürekli yüzü gülen, yaşam dolu bir kadındı. Cıvıl cıvıldı. Onun varlığı evi doldurmaya yetiyordu. Çok seviyordu onu. O da ona hep, ”evimin direği, kurban olduğum...” gibi şeyler söylerdi. Sevgisi boldu. Yatakta sırtına adeta battaniye gibi sarılır, ”ben üşüyeyim ama sen üşüme” derdi. Zaten pek üşümezdi o ama ikinci doğumundan sonra hastalanmıştı. İsmet onun nazar olduğuna inanıyordu.

Dışarıdaki fırtınanın uğultusunu işitebiliyordu. Rüzgar durmaksızın karları savurmaya devam ediyor ve ara sıra da o küçücük bacasından karları içeri püskürtüyordu.

Sıkı giyinmiş üşümüyordu.

“İyi ki nem yok,” dedi içinden, ”kuru kar. Nem olsaydı içime işler üşürdüm. ”Bunu köyünün öğretmeninden duymuştu: ”Sizin buralarda kar diz boyu ama havası kuru olduğu  için insan üşümüyor, İstanbul’da olsa palto üstüne palto giyersin ama yine de üşürüsün. Çünkü oranın havası nemli ve insanın içine işler”

Bütün gün yürümüş yorgun düşmüştü. Rüzgarın karı savuruşunu ve bazen de ıslık çalışını dinleyerek başını dizlerinin üzerine kavuşturduğu kollarının üzerine koyarak uyuyakaldı. Geceleyin birkaç kez uyandı ama tekrar uyumaya devam etti.

Fırtına hala devam ediyor ve rüzgar savurduğu karı İsmet’in kar çadırının üzerine yığıyordu.

İsmet tekrar uyandığı zaman kar çadırı az da olsa aydınlanmıştı. Oldukça çok zahmetli bir gece geçirmiş ve bacakları uyuşmuş, üşümüştü. Uyanır uyanmaz hemen bacasına baktı ama kapanmıştı. Değneği ile bacayı açmak istedi, o kadar çok kar yığılmıştı ki gökyüzünü göremedi. Bu kez yanlardan delik açmaya çalıştı. Kardan duvarlar o kadar kalınlaşmışlardı ki hemen dışarıya ulaşamadı. Sopasıyla sağa sola delik açmaya çalıştı. Rüzgar o kadar çok karı getirip kayanın arkasına yığmıştı ki metrelerce yüksekte bir kar tepesinin altında kalmıştı. Yumuşak karın içinden bir koridor açtı. Dışarısını görünce şaşırdı. Kar ve fırtına çoktan dinmiş, güneş epey yük selmişti. Nerdeyse kuşluk vakti olmuştu ama o kar yığının altında hala gece sanmıştı.

Açtığı kar koridorundan geçerek dışarı çıktı. Neredeyim diye durup etrafına bakınca şoke oldu. İri yarı bir kurt on metre kadar ilerisinde durmuş ona pis pis bakıyordu. Hemen elini tabancasına attı, emniyetini açtı.

“O bana ulaşıncaya kadar en az iki kurşun sıkarım,”dedi içinden, ”kurşunu yiyince ya ölür ya da güçten kesilir ve o zaman da değnekle bile onu hallederim.”

Gözleri cam gibi parlıyordu kurdun. Uzun uzun boz tüyleri vardı. Sanki sıçrayacakmış gibi gerilmiş bir halde duruyordu. O sırada bir şey İsmet’in dikkatini çekti. Sığındığı yerin her tarafında kurdun ayak izleri vardı. Dört tarafını dolaşmış, birkaç yerinde karı eşmişti ama kar tepesini delememişti. Demek ki ya onu beklemiş veya oradan çıkarmayı düşünmüştü. Belki de o karın altına girmeden önce de onu takip etmişti.

İlk şoku atlattıktan sonra İsmet’in korkusu geçti ve rahatladı. Çünkü elinde hem tabancası hem de elma ağacından yapma sağlam bir değneği vardı. O değnekle o kurdun belini bile vurup kırabileceğine inanıyordu.

- Oşt! diye bağırdı.

Kurt tınmadı, öylece bakmaya devam ediyordu.

- Oşt oşt!

Kurt en ufak bir tepki vermiyor, gözlerini ayırmadan ona dik dik bakmaya devam ediyordu.

Hiç tanımadığı bir yerdeydi İsmet. Oraya nasıl geldiğine şaştı. Etrafında tek tük kayalar vardı.

Her taraf apak olduğundan ve güneşin karın üzerindeki yaldızlı taneciklerinden yansımasından gözlerini kısmak zorunda kalıyordu. Kurda,

- Ben yürüyorum, dedi, kendine güveniyorsan arkamdan gel.

Ama kurda arkasını dönmeye cesaret edemeyerek yan yan yürüyordu. Gözleri kurtta. O yürümeye başlayınca kurt da kımıldadı. Sinsi sinsi onu takip ediyordu.

İsmet yan yan yürürken birden gördüğü ikinci şey onu ürpertti. Dün gece yanlış yola sapıp o devasa Maya Kayalığı’nın başına gelmişti. Kırk elli katlı apartman yüksekliğindeki bu derin bir kanyonu andıran sıra sıra kayaların alt kısmı da kayalıktı. O kayalıktan düşen paramparça olurdu. Dün gece eğer yürümeye devam etse gelip bu kayalıktan düşüp ölecekti.

Şimdi nerde olduğunu anlamıştı. Bu kayalık çok  tenha bir yerdi. Kurtlar ve ayılar  gibi vahşi hayvanlar burada barınırlardı. O yüzden buraya sık sık avcılar avlanmaya gelirlerdi. Maya Kayalığı’nın çok yukarısında bir köy vardı. Köye yaklaşsa köpek sesleri duyulur kurt da kaçar giderdi.

- Gel gel!dedi kurda, birlikte köye gidelim.

Dalga geçiyordu onla, çünkü elindeki tabancaya çok güveniyordu. Hatta bir ara durup şuna bir tane sıksam diye düşündü. Sonra acıyıp vazgeçti.

- Oşt! dedi tekrar.

O durunca kurt da durmuştu. Oldukça iriydi. Bir anda onunla baş edemeyeceğini düşünerek korktu.

- Oşt! diye var gücüyle bağırdı yine, defolll!...

Eğilip yere baktı, ona fırlatmak için taş aramıştı ama her yer diz boyu kardı.

O yürüyünce kurt da yürüyor o durunca kurt da duruyordu. Aralarındaki o on metrelik mesafe yi hep koruyordu kurt. İsmet birden hızlanıp yürümeye devam etti. Bir anlık arkasını dönünce kurt hızla yaklaştı ve tekrar döndüğünde kurt yerinde çakılıp kaldı, gözlerinden sanki ateş saçıyor, dişleri şakırdamaya ve hırlamaya başlamıştı. İsmet bir anda ürperdiğini hissetti. Tabancayı ona doğrultup ateş etmeyi düşündü. Kurt sanki bunu anlamış gibi hırlıyor, sivri,bembeyaz dişlerini şakırdatıyordu. Çok kritik bir ana gelmişlerdi. İsmet adım atsa kurt üzerine atlayacak gibiydi. İki tarafın da tam bir saldırı anına konsantre oldukları sırada köpek havlamaları duyuldu.

Kurt kulaklarını dikti ve birden geri dönüp uzaklaşmaya başladı. İsmet de bundan cesaret alarak tetiğe bastı, çıt! diye bir ses çıktı. Bir daha bastı yine çıt! Bir daha bir daha derken tabancası bir türlü ateş almadı.Tabancayı açıp bakınca şarjöründe hiç mermi olmadığını, o zaman mermileri evde unuttuğunu hatırlayıp yeni bir şok yaşadı. Oysa ki o tabancaya ne kadar da çok güvenmiş ve kurda adeta meydan okumuştu.

Az sonra köpek sesleri yaklaştı ve tavşan avına çıkan avcılar göründü. Ama o hala tabancaya güvenerek nasıl bir tehlikeye atlattığını düşünüyordu.

 

15 mart 2011-İstanbul

Reşit YAMAN

resit_yaman°hotmail.com

 
Toplam blog
: 24
: 661
Kayıt tarihi
: 29.12.07
 
 

1952 Ağrı doğumlu olan Reşit Yaman altı yıllık yatılı Van Alpaslan İlköğretmen Okulu'ndan sonra İ..