Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '08

 
Kategori
Öykü
 

Deprem

Deprem
 

"Çabuk Kalk" Her taraf dönüyor! Camlar patladı!"


Yaşamın anlamı neydi? Benimkisi, kaçamadığım ve içinde sıkıştığım acılara yönelik bir tavrımın belirtisi miydi? Hayata bağlayan neden bu muydu? Eray, esmer, kalın kaşları, iri gözleri ile yirmi dokuz yaşını hiç göstermiyordu. Yeni tanıştığı, kendisi gibi esmer, küçük yüzündeki iri gözleri güzel olan sevgilisi Defne’ye yaklaşmanın sevincini; yaşam felsefesinin rotası olarak gördü. Yarınları bilemeden ve yarının neler getireceğini düşünmeden, bugünle boğuşmanın mı, yaşamı anlamlı hale getiriyordu? Düşünce perişanlığında, arabasını sokağın başına park etti. Pencerenin ardında bekleyen özlemi içinde özümsedi. Ayrılık ve kavuşmaların değişkenliği, yaşamı kendisine bir başka bağladığını biliyordu. Bunun da aşk olduğunu, yüreğinin bir başka atışından hissediyordu.


Annesinden başka, uzun zamandır hiçbir kadına çiçek verememenin ızdırabını yıllardır içinde taşıdı. Aşk, gülü dikeniyle avuçlama özdeşliğini, ellerinin kan içinde bulunmasının hesabını gülden soramayacağını da adı gibi biliyordu. Arabasının uzaktan kumandalı kilit sistemini ikinci kez kullanmak zorunda kaldı. Unuttuğu gülleri arabasından alıp, koklamaya devam ettiğinde, bir gözü de beşinci kattaki şeffaf perdenin ardındaki gölgedeydi. Dış kapının açık olmasına çok sevindi. Asansörü beklemeden merdivenleri çarçabuk çıktı. Zile heyecanla dokunduğunda, karşısında, dağınık saçları ve jüponsuz şeffaf beyaz geceliği altındaki dişisinin henüz uyanmadığını anladı. Sevdiğini kucakladığında, sarılmanın kemik çatırtıları, apartman boşluğunda yankılanıyordu. Defne dudağını güç bela kurtardığında,

“ Dursana kuduruk köpek, boğacaksın beni!”

“ Ne yapayım, seni çok özledim. Biliyor musun? Sen benim vazgeçilmezimsin.”

“ Yapma! Çoktandır, böylesi güzel sözler duymamıştım.” Gözlerini Defne’nin bal rengi gözlerine hapseden Eray,

“ Gözlerin anlattığı dil, her yerde aynıdır dimi? Öyleyse, söyle bakalım gözlerim sana neler anlatıyor?”

“ Güzel konuşmalarınla beni eritmeden, mutfağa geçte, kalbine giden yolda biraz ilerleyeyim.” Zeytin ve beyaz peynir başlangıcıyla, dolabı boşaltan Defne,

“ Arabayı aldın mı?”

“ Daha henüz alamadım. Verdiğin parayı, şimdilik bankaya yatırdım. Yakında işten ayrılacağım ve bir yer kiralayıp, malları oraya yerleştireceğim. Arabayı da aldık mı, bana da koşuşturmak kalacak. Yeni açacağım işte çok para var. Çok para.”

“ Allah işini rast getirsin.”

“ İşe gitmiyor musun?”

“ Patrona biraz geç geleceğimi ve oğlanlara da okuldan çıkınca anneannelerine gitmelerini söyledim. Sende beni evde beklersin. Hem bu akşam ailemle seni tanıştırmak istiyorum. Nasıl olsa evlenmeyecek miyiz?”

“ …”

“ Neden düşündün? Yoksa”

“ Hayır, hayatım bilmem nasıl olur diye düşünmüştüm.”

“ Akşam erken gelmeye çalışırım. Evde her şey var. Unutuyordum tatlım. Yemekler dolapta. Canın sıkılınca da keyfince televizyon seyret. Sende yoğun çalışıyorsun, Biraz olsun kafanı dinlersin. Merak etme seni yalnız bırakmam. Akşam olunca da, içmeye gideriz. Ne dersin?”

“ Uzun zamandır içmiyordum. Ama seni mi kıracağım.”

Gece yorgun bedenler eve geldiğinde, kâbus gibi çöken sıcak bile, iki sevgilinin sarmaş dolaş olmalarını engelleyemedi. Sivrisinekler alkole doymuş kanı emmeye devam ettiğinde. Eray, ’da ter içinde yataktan isteksizce doğruldu. Hemen ayağa kalkma cesaretini gösteremedi. Başının dönmesinin geçmesini bekledi. Kalkacak gücü kendinde bulamadı. Başını iki tarafa sertçe salladı. Kendine gelmeyi bekledi. Yapamadı. Tekrar yatağına uzanıp, odanın dönmesinin durmasını bekledi. İçinin yanmasını engelleyemedi. Zorda olsa, yalpalayarak mutfağa geçti. Buzdolabının serinliği, gözlerini açmıştı. Yabancı olduğu dolabın içinde soğuk su şişesini bulup, bir dikişte yarıladı. İçinin yanan alevini söndürdüğünü zannetti. Artık uykusunun bölündüğünü kabul etti. Salona adımlarını yönlendirdi. Fıstık yeşili kanepeye uzanıp, Televizyonu açmak istedi. Kumandasını aradı. Kanepenin arasına sıkışmasına sinirlenerek tuşlara dokundu. Gece, nefes aldırmıyor, sessizliği yalnızca dışarıdaki ateş böceklerinin cırcır sesleri bozuyordu. Ekrana gelen belgeselle doğanın içinde bütünleştiğini hissetti. Şimdi oralarda özgürce olmayı kim istemezdi ki, şelalenin aktığı göledin etrafındaki sık ağaçlarla kaplı orman da yalnızlığı tatmak ve her şeyden uzak olmak ne de hoş olur diye hayal etti. Belgesel programın bitiş yazılarını beklemeden, diğer kanalları dolaştı. Beceremedi. Her at sahibinde kişner diyerek, televizyonu kapattı. Can sıkıntısından göğsündeki kıllarla oynamaya başladığında gözleri de tekrar kapanmak üzereydi. Koltuktan doğrulup, Defne’nin sıcak kollarına gitmek istedi. Beceremediğinde, şaşırıp neler oluyor diye aklından geçirdi. ‘ bu kadar içki içersen olacağı buydu’ diyerek sallanmasına aldırış etmedi. Sarsıntının giderek şiddetlenmesiyle kapanmak üzere olan gözleri fal taşı gibi açıldı. Salondan yatak odasına heyecanla seslendi.

“ Defne, iyi misin? Kalk! Çabuk kalk! Deprem oluyor!”

“ Ne depremi? Senin başın dönüyordur.”

“ Çabuk kalk! Her taraf dönüyor! Camlar patladı! Dışarıda, her yerde kıyamet kopuyor!... Hemen giyin de yanıma gel! Ben gelemiyorum! Allah’ım affet bizi!” Gecenin bunaltan sıcağında her taraf zifiri karanlıktı. Zindanlığın içinde ayakta doğrulmaya çalıştıkça yaşam da yan tarafa doğru yalpalıyordu. Binanın yan tarafa yattığını artık kabullendi. Defne’nin yanına zorda olsa getirdiği, pijamayı ters düz düşünmeden nasıl giydiğine kendi bile şaşırdı. Defne’nin ağlamaklı sesi yanık ve titrekti. Apartman içinden gelen bağrışma ve koşuşturma sesleri birbirine karıştığında,

“ Eray, her şey mahvoldu!”

“ Hayattayız, önemli olan da bu değil mi? Hemen kendimizi dışarı atmamız lazım. Bunun ardından çok büyük bir artçı sarsıntılar gelebilir. “ Apartman içindeki bağrışma ve korku her tarafa yayılmıştı, Karanlığa ayaklarını bıraktıklarında Nuh’un gemisine koşanlar gibi can pazarının içinde kendilerine bir yer bulmaya çalıştılar. Komşuları yaşlı teyzenin,

“ Evladım yürüyemiyorum!...Felçliyim!... Beni de aşağıya götürür müsünüz?”

Sözleri bile koşuşturmaları durduramıyordu. Apartmanın önündeki park yeri bir anda, insanlarla dolmuştu. Eray’la Defne komşularına tanınmamak için dışarıda iki yabancı olmuşlardı. Eray, çıplak ayakları ve önünü kapatamadığı pijaması içinde şaşkın ve hala kendinde değildi. Çevresinde yanan kibrit ve fener ışıkları arasında etrafına ürkekçe baktı. Herkes, yana yatmış evlerini şaşkınlıkla izliyorlardı. Eray, mehtaptan yararlanıp, apartmanlara baktığında, bir varmış bir yokmuşu gördü. Bina altından gelen feryat sesleri gecenin karanlığını delercesine yırtıyordu.

“ Defne, sizin apartmanın yanında ev yok muydu?”

“ Aman Allah’ım, O binada Şaziye teyzem vardı! İnşallah ona bir şey olmamıştır! Toz bulutu yoksa oradan mı geliyor!”

“ Maalesef, hadi gel de bir bakalım. Aman Allah’ım, altta kalanların sesleri geliyor! Haydi, koşalım da yardım edelim!”

“ Bizim oturduğumuz binaya bak, pizza kulesi gibi yana yatmış.”

“ Eray, ben annemlerin olduğu mahalleye gidiyorum. Onları çok merak ediyorum. Kim bilir ne durumdalar? Allah’ım! İnşallah hiçbir şeyleri yoktur! Onlara bir şey olursa yapayalnız bu hayatta ben ne yaparım! Onlarsız yaşayamam. Çocuklarım da oradalar. Aman Allah’ım. Aman.” Allah’ım sözcüğünü tamamlayamadan Eray,

“ Benim, eve çıkıp, cep telefonumla el çantamı mutlaka almam lazım. İçinde para ve yüklü çeklerim vardı. Muhakkak bulmam gerek.”

“ Şimdi bırak bunları. Bak görmüyor musun? Sarsıntılar olanca hızıyla devam ediyor. Paranın da malın da, canı cehenneme!... . Kim düşünür bunları? Allah, canımızı bağışladı. Kızarsa biraz sonra tekrar onu da alır.”

“ Ama onlar benim geleceğim. Ne pahasına olursa olsun, yine de yukarıya çıkacağım. Sen de benimle gelmek ister misin ?”

“ Dur o zaman. Birlikte çıkalım.” Siren sesleri şehirde susmak bilmiyordu. Komşuları Salih amca’nın,

“ Kızım, gecenin bir yarısı çok susamıştım Buzdolabını uykulu gözlerle açıp soğuk suyu kafama diktim. Büyük bir patlamanın ardından gökyüzünün kızıl alev topu gibi ışımasını mutfak penceresinden baktığımda aha şu gözlerimle gördüm. Ne sarsıntıydı yarabbi! Oldukça da uzun sürdü. Sanırım yedi şiddetinden fazladır. Dolap beygiri gibi bir sağ, bir de sol yaptık. Biraz önce de radyoda dinledim. Merkez üssüde buraya çok yakınmış.”

“ Ümit ederim fazla can kaybı yoktur. Salih amca, bende birazdan annemlerin olduğu sokağa gideceğim.” Eray, usulca,

“ Ben yukarı çıkıyorum. Hem de eve bakarız. Eşyalar ne durumda hiç mi merak etmiyorsun?”

“ Can pazarında, sende mal derdine düştün. Onlardan önce, annem ve oğullarımı düşünüyorum.” Eray’ın ısrarı, Defne’yi sonunda apartmana sokmuştu. İçerisinin karanlık bir dehliz olduğu her halinden belliydi. Ardından gelen Eray’ın varlığı ile cesaretini topladı. Her gün girdiği ve adımları ile sayısını bildiği merdivenleri çıkmaya başladı. Ayağının bir an boşluğa geldiğini fark edip, birden geriye korkuyla çekildi.

“ Bundan sonrası boşluk. İlerisi de anlamsızlık gibi. Ne dersin ilerleyim mi, yoksa geri mi dönelim?”

“ Merdivenin korkuluk demirlerini takip edelim, belki bir iki basamak kopmuş olabilir. “ Siren sesleri susmak bilmiyordu. Üç dakikalık yol neredeyse yarım saat sürmüştü. Defne, altıncı hissinin verdiği kuvvetle, evinin kapısını tahmin etti. Anahtara gerek olmadan, açık kapıyı iteklediğinde artçı sarsıntı yine korkutmuştu.

“ Eve gelmekle iyi yapmadık. Vallahi bu yatık ev, ikimizin de mezarı olacak. “

“ Merak etme hayatım. Öldürmeyen Allah öldürmez. Hem baksana ayaklarım çıplak. Ayakkabılarımı gördün mü? .” Yana yatan binanın içinde yürümek marifetti. Tesadüf buldukları mumu yaktıklarında, evin içini tanınmaz halde buldular. Dolap içinden fırlayan eşyaların çoğunluğu yerdeydi. Buzdolabının yana yatmasıyla, mutfak kapısını açmak mümkün değildi. Eray, yatak odasına girdiğinde, patlayan camlar nemli çarşafın üzerinde tuz buzdu. Dolaplarsa içindeki çekmeceleriyle yerde sere serpe dağınıktı. Yatağın başucuna koyduğu sehpa üzerindeki cüzdanı ve cep telefonunu yatağın altında el yordamıyla zor buldu. Aceleyle üstünü giyip, Defne’ye,

“ Hemen inelim bu evden. Artık bir saniye bile durmamamız lazım, Yoksa Allah korusun bu bina anıt mezarımız olur.”

“ Dur bakalım, sen alacaklarını aldın. Benimde alacak bir iki bir şeyim var. Böyle sokakta onca erkeğin arasında sutyen ve gecelikle mi dolaşayım? Kıskanmaz mısın?”

“ Şey… Şaşkınlıkla gözüm seni bile görmedi. ”

“ Ben, hemen annemlere geçiyorum, sahi minibüsü nereye park etmiştin?”

“ Karanlıkta onu da görebileceğimi sanmıyorum. Etrafımızdaki evlerin biri var, biri yok gibi. Bu enkaz altında arabalar sağlam mı kalır? Allah’tan arabanın kaskosu vardı.”

“ Kuzum senin aklın yerinde mi? Kendinde misin? Millet şu anda nelerle uğraşıyor, sen nelerden bahsediyorsun?”

“ Telefon şarjda az kalmış, ben aşağıya inince ağabeyim ve annemleri arayım da haber vereyim. Onlarda merak içindedir.” Aşağıya iniş, dönüşü gibi zordu. Karanlıkta ilerlemenin zorluğunda aşağıdaki insan panayırına yeniden karıştı. Eray, biraz olsun rahattı. Arabayı bıraktığı yere geldiğinde biran durakladı. Arabasıyla evinin birbirine kaynaştığı ev altında kalanların, imdat çığlıkları kesilmiyordu. Annesine giden Defne’yi uzun süre bekledi. Gelmeyince artık ayrılmaya karar verdi. . Binlerce kalabalık ve araçların yığılması ile otoyola çıktığında, ağabeyinin telefonunu uzun çaldırdı. Cevap veren yoktu. Depremin korkunçluğundan kaçan arabaların kuyruğu felaketin büyüklüğünü gösteriyordu. Zifiri karanlığı delen farlara el salladığında, önünde duran kamyonun plakasının 06 olmasına hemşerim diye çok sevindi. Ağabeyinden gelen telefona, kamyonun motor gürültüsü ve sıcaklığı arasında baktığında,

“ Eray, buralarda felaket sallandı. Dünyanın sonu geldi zannettik!”

“ Desene Marmara sallandı.”

“ Şükürler olsun hayattasın! Haberleri dinledik, depremin merkez üssü İzmit’miş, biz şimdi dışarıda parkta kalıyoruz. Artçı sarsıntılar buralarda da devam ediyor. Boşalan evlere kimse giremiyor. Çoluk çocuk, yaşlısı genci hep parklarda sabahlıyoruz.” Şarjın bitmesiyle, kamyonda yokuşta sağ şeridine geçip yavaşladı. Yorgun ve ürkek gözler küçüldüğünde, kamyonda hayatın depremi gibi yeni umutlara doğru sallanarak yoluna devam ediyordu…


Ertuğrul ERDOĞAN

2002 - BURSA

 
Toplam blog
: 300
: 466
Kayıt tarihi
: 06.05.08
 
 

Ertuğrul Erdoğan, 1958 yılının sonbaharında Ankara'da doğdu. 1968 -1980 yılları arasında babasını..