Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Şubat '18

 
Kategori
Ekolojik Yaşam
 

Doğa Tahakkümü

Doğa Tahakkümü
 

DOĞAYA HÜKMETMENİN NEDENİ

Homo-sapiens denilen modern insan türünün ortaya çıkışıyla birlikte, insanoğlu ve doğa arasındaki ilişki; genellikle tek taraflı bir yok edicilik ve yine tek taraflı bir ihanet ilişkisi içerisinde anılagelmiştir. Tabiat ana hep verici ve korumacıdır. Buna karşın insan ise; tarih boyunca ona sürekli ihanet etmiş ve hatta kendi bencilce olan yaşamsal çıkarı için ona; telafisi çok güç ağır tahribatlar vermiştir. Hatta ilk insan olarak anılan Adem ve Havva mitinde bile, tanrının emrine uyulmayıp yasaklı elmanın yenmesi ve ceza olarak her ikisinin de cennetten kovulmaları; belki de teolojik anlayışta doğaya karşı yapılmış ilk ihanet eylemi olarak mitleştirilebilir.

Gerçekte veya günümüzde doğa ana ve insan arasındaki ilişki bu kadar yalın ve basit midir? Ortada bir yıkım ve doğal olarak bir hükmetmek veya bir hakimiyet kurma istendiği açıktır. Fakat bu kime karşıdır? Daha doğrusu insanın doğaya tahakkümünün altında, salt olarak sadece doğaya mı hükmetmek isteği vardır? Veya burada doğa sadece bir araç olup, aslında bunun altında insanın, insana tahakkümümü yatmaktadır?

Bunu anlamak için, günümüzde en çok konuşulan konulardan biri olan ekolojik bozulma, küresel sıcaklık veya bunun meydana getirmiş olduğu yüzyıl kuraklıkları, sel, su baskını veya deprem gibi doğal afetler veya rant doyumsuzluğundan dolayı azalan yeşil alanlar, tarım alanları  ve buna benzer bir sürü çevresel konu ve sorunların nedenine birazcık eğilmemiz sanırım söz konusu tahakkümün muhataplarını kendiliğinden ortaya çıkaracaktır.

Yol, köprü veya konut yapımlarından dolayı milyonlarca ağaç kesilebilir; veya değerli maden aramaları o bölgede uzun yıllar tarımın yapılmamasına ve faydalı bir çok canlı türünün hayati faaliyetlerine son vererek doğaya korkunç bir zarar verebilir. Diğer yandan çarpık kentleşme var olan yeşil alan miktarlarını azaltarak o yörede yaşayan bir çok insanın yaşamını zorlaştırabilir. Buna benzer yeraltı sularının azalması, kuraklık, sel, su baskını gibi çevre yıkımcılığının neden olduğu faaliyetler elbette bir çok insan için olumsuz koşullar doğuracaktır. Fakat sadece bir çok insan için, herkes için değil.

Kapitalizmin ana ilkesi olan “küçük bir azınlığın menfaati uğruna herkesin hüsranı” ilkesi aynen burada da kendini hissettirir. Sonuçta maden aramalarından doğa zarar görse de ilgili şirket olağanüstü karlar edecektir; üst üste zevksiz beton yığınları bir çok kişiye göre hem anlamsız hem de olumsuz bir yapılaşma şeklidir. Fakat burada yüksek karlar elde eden sınırlı sayıda bir arsa sahipleri ve yine sınırlı sayıda bir müteahhit gurubu vardır. Bu ve bunlara benzer bütün örneklemeler aslında doğa yıkımcılığı ve talanı sayesinde küçük bir azınlığın, seçkin konuma gelip, bütünün diğerlerine hükmettiğini sağladığını göstermektedir. Yani doğa talanı sayesinde  ve insanın, insana tahakkümü olayı.

Öyleyse tüm bu sorunların yok ediciliği nasıl sağlanacaktır? Dünya iklim konferansları, yeşilimsi liberal toplantılar veya sosyal medyalarda doğacı paylaşımlar; hepsi yoksa bir çevrecilik oyununun ötesine geçmeyen liboş bir gevezelikten mi ibaret? Aynen öyle desek sanırım pek de yanılmış olmayacağız. Öyleyse önceliğimiz tüm “sende evine giderken bir çam ağacı dik” veya “doğayla savaşı kazanırsak kaybedeceğiz” gibi yeşil şirinliklerden ve çapsız, hedefsiz söylemlerden ziyade, insanın kendi türü üzerindeki tahakkümü yok edecek veya en asgariye indirebilecek sistem ve çözüm önerilerini ortaya koymaktır. İşin özü, ekolojik bir toplum ve demokrasi arasındaki ilişkiyi ortaya koyma becerimiz, sorunun kendisini ve çözümünü de otomatikman ortaya çıkaracaktır.    

    

DEMOKRATİK VE EKOLOJİK BİR TOPLUM

Demokrasi ve ekoloji başlangıçta birbiriyle alakasız kavramlar görülebilir. Daha doğrusu ekolojik bir toplumla demokratik bir toplum arasında ne gibi bir bağ var diye de sorulabilir. Gerçekte ise bu iki kavram, birbirinin tamamlayıcısıdır. Demokrasi yoksa maalesef doğada katledilmeye mahkumdur.

Teknolojinin gelişimiyle birlikte ilk çağ insanın işbirliği anlayışı, toplumsal yaşama etik bir anlam verme içgüdüsü yerini, rekabetin ve bencilliğin erdemine körü körüne inanmayı ve insan birlikteliğini sadece tüketime ulaşmakta kullanılan arsızca bir düşünceye bırakmış bulunmakta.  

Tüketim terörizmi sonucu bir gurup oligark sadece doğayı tahakküm altına almıyor, aynı zamanda kendi dışındaki diğer insanları da tabiatı tüketerek egemenliği altına alıyor. Bugün bütün dünya iklim değişiklerinden, gezegenimizde su ve gıdanın tükenme tehlikesinden ve çevre kirliliğinden bahsederek; bunun karşısında yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmek, ağaç kesmeyi önlemek ve buna benzer bir sürü çevreci önlemler geliştirmektedir. Fakat demokrasinin yeterince evrimleşmediği, özgür düşünmenin engellendiği gelişmekte olan ülkelerde felaketin boyutu çok daha ciddidir. Çarpık kentleşme, tarım arazilerindeki sürekli azalma, kuraklık ve yeşil alanların üstüne bütün yasal durdurmalara rağmen; rantiye beton bloklarının düşüncesizce dikimi sorunun ötelenmesine ciddi bir engeldir. 

Bugün çevrecilik konusunda sınıfta kalmamız ve gelişmiş ülkelerden negatif şekilde ayrışmamızın çözümü; liberal yeşil bir çevreci gevezelik safsataları değil, halkın kendi yaşadığı kentin yönetiminde etkin olup, kendi yeşiline sahip çıkacağı, kendi tükettiği gıdayı dışarıya muhtaç olmadan ekip biçeceği alanları genişletip, teknolojiyle birlikte geliştireceği, kısaca yaşadığı yerin yönetiminde tamamen etkin olacağı gelişmiş bir demokrasi anlayışından geçmektedir.  Üzerinde yaşadığımız coğrafyada tarım alanlarının ortalama büyüklükte bir ülkenin yüzölçümü kadar azalmasının, yeşil alanların üzerlerine egemen kesimlerin rantiyeleri uğruna ve mahkemelerin vermiş olduğu bir çok yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen zevksiz beton ucubeler konmasının ve son yılların en büyük kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya olmamızın çözümü, halkı sandıktan sandığa hatırlayan, diğer zamanlarsa tamamen yoksayan, yaşadığı yeri, yediği gıdasını, içtiği suyunu ve soluduğu havasını önemsemeyen mevcut sistem midir? Çözüm. Yoksa, yeşiline, yaşadığı yere sahip çıkmasını sağlayacak, kısacası kendini her şekilde ifade edebileceği ve var olduğunu ispata muhtaç olmadığı, ekmeğine, suyuna, toprağına  koşulsuz sahip çıkabileceği gelişmiş bir demokrasi mi?

İşte ekolojik bir toplumla demokratik bir toplumun ilişkisi kendini burada göstermektedir. İmtiyazlı ve imtiyazsız insanları aynı kefeye koyan ;”biz insanlar çevreyi mahvettik” gibi riyakar sosyal medya paylaşımları demokrasinin gelişmesine gizli, gizli zarar verdiği gibi ekolojik bir toplumun kökenine de dinamit koymaktadır. Sorunun çözümü işi somutlaştırmaktır. Çevreye zarar veren kimdir? Ağaçları kesen, zeytinlikleri yok eden, termik santraller uğruna kaç milyar m3 suyun azalmasına sebep kimdir? Yeşil alanlarımızı yok edip bunlardan rantiye sağlayan betonarme terörizmin kaynağı nedir veya kimlerdir? Herhalde bekçi Mehmet  efendi veya tesisatçı Ahmet usta değildir.  

Bir çoğumuz yaşanacak yer, ayak basacak toprak kalmadı veya tükettiğimiz hiçbir gıda organik değil diye yakınırken, dar oligopol bir kesim için ise azalan her toprak kesimi, kesilen her ağaç ve bunun karşılığında döşenen her tuğla parçası kasalarına çek defterleri olarak girmekte ve halkın ezilenleri üzerindeki egemenliklerini daha da artmalarına neden olmaktadır. O yüzden sorunun çözümü, ”insanoğlu doğayı mahvetti” gibi soyut, yeşilimsi liberal arabesk fantezileri yerine, olayı somutlaştırıp doğayı mahvedenleri afişe edip cezalandıracağımız ve kendi yaşadığımız yerin yönetiminde etkin söz sahibi olacağımız ve bu şekilde tahakkümden kurtulacağımız sistemleri tartışmak ve yeni bir yapı kurmak.  Daha doğrusu var olanı değiştirmek mi çözüm, yoksa yeniden inşa etmek mi?

 

YA ÜLKEMİZ?

Günümüz dünyasının yaşadığı olumsuz bir çok çevresel dönüşümler elbette hepimizi yakından ilgilendirmektedir. Fakat ülkemiz açısından durumun vehameti çok daha ciddi boyutlardadır.

Gelişmiş ülkelerin hiç birinde görülmeyen veya daha az görülen tarım arazilerindeki azalma, rant uğruna yok edilen yeşil alanlar, yol, köprü, havaalanı gibi yapılaşmaların sebep olduğu ağaç ve orman katliamları ve bunların neden olduğu toprak kaymaları, sel, erozyon gibi doğal afetlerin hiç birini umursamadan yapılan keyfi hukuk tanımaz yapılaşmaların “artık sonu gelsin” demekten başka çaremiz yok safhasında bulunmaktayız.

Her ne kadar kapitalizm için “gölgesini satamadığı ağacı bile satar” denilse de ülkemizdeki durumun vehameti ağaç ve çevre korumacılığı görevinin çok daha fazlasını gerektirmektedir. Durum yönetim, sistem ve anlayış meselesidir.

Çevre katliamları üzerine oluşturulan inşaatlar, kural ve hukuk tanımaz yapılaşmalar, yüzbinlerce ağacın kesilmesine neden olan maden tesisleri sınırlı sayıda bir gurubun daha da zenginleşip ülkemiz “gini katsayısı” nın artmasına yani; gelir eşitsizliği makasının telafisi olmayacak şekilde açılmasından başka bir şeye hizmet etmemektedir.  Yaklaşık 16 yıldan beri ülkeyi yönetmekte olan tek başlı hükümetin, sadece inşaata ve arazi rantına dayalı bir ekonomik modeli benimseyip, geliştirmesi; bütün varlığını üretmeden sadece arazi manipilasyonu, ihale takipçiliği, emlak al-satçılığı gibi ucuz ve emeksiz bir şekilde köşe dönmeci ve işportacı nitelikli yeni bir sermaye kesiminin oluşması; sadece ezilen üzerinde bir tahakküm oluşturma aracı değil, aynı zamanda; emeğe, üretkenliğe, niteliğe ve aydınlanmaya karşı toptan bir toplum soğukluğu meydana getirmektedir.  Fakat mevcut koşulları değiştirme ve yeniden yapma görevinin yükü tamamen aydın kesimlerin üzerindedir.

Marx’sın betimlemesindeki gibi günümüz proloteryası burjuvazinin karşıtı değil, tamamlayıcısı ve hatta gerektiğinde onu koruyacak silahlı birer neferi durumuna gelmiştir.(Son yıllardaki silahlanma ruhsatında ciddi artışlar vardır.) Fakat ülke aydınlarının buna rağmen görevi; yaka rengi mavi veya gri olan emekçi kesimi dışlamanın yerine, onu mevcut ilkel sermayenin avucunun içine almasını engelleyecek aydınlanma ve bilgilendirme projeleri yapma mecburiyetidir. 

Özellikle Türk sermayesi, mevcut iktidar ilişkilerini her zaman menfaata çeviren ve bütün niteliği sadece siyasi ilişkileri kullanmak ve mevcut gücü desteklemek olan, sırtını devlete dayamış; Yalçın Küçük hocanın tabiriyle “ilkel akümülatör” tanımlanmasının cuk diye oturduğu  primatif ve maalesef üretken olmayan bir yapıya sahiptir. İşte tamda bu yüzden Türkiye de bulunan bütün demokratik oluşumların öncelikle, işçi kesimini mevcut sermayenin kanlı dişlerinin arasından alması ve kurtarması gerekmektedir.

Bu elbette zorlu bir süreçtir. Çünkü emekçi kesim maalesef din, millet ve mezhep gibi modern dünya anlayışın da hiç de yeri olmayan hamaset tohumlarıyla parçalanmaya ve tahakküm altına alınmaya her zaman açık bulunmaktadır.  İnatla tek yolumuzun okuma, bilgilenme, aydınlanma ve bunu toplumun tüm katmanlarını özendirecek şekilde yayma oluşturma inancı bu zorlu süreçte işleri oldukça kolaylaştıracaktır. Artık ezilenlerin karşılaştığı tüm adaletsizlikleri ve eşitsizliklerin telafiyetini; dinsel mitlerin ve geleneklerin karanlık suların da arama gibi bir lüksümüzün olmadığının ispatına gerek olmadığı apaçık ortadadır. Gün aydınlanma, bilgilenme günüdür. Bunun için toplumun bütün demokratik katmanlarını içine alacak ve birbirleriyle entegrasyonunu sağlayacak büyük bir çadır oluşturma ihtiyacıyla karşı karşıya bulunmaktayız.   

Aksi takdirde daha fazla yol, daha fazla maden ,daha fazla beton ve hep daha fazla rant sayesinde yaşadığımız doğa talan edilip , mevcut oligark ların tahakkümleri daha da artacak ve doğuştan eşitsizlik genetik bir hal alacaktır.

 

KENT SORUNU

Kentler kapitalizmin eşitsizlikle birlikte gelişmesinin zorunlu olduğu yüzünü açığa vuran en bölünmüş mekanlardır. Bir kısmında, ezilenlerin yaşadığı, alt alta, üst, üste oturulan korunaksız gecekondu yapılarından oluşan gettolar; diğer kısmı ise kapılarda özel güvenliklerin bulunduğu, havuzlu, sosyal tesisleri olan, bir araba parasına eşdeğer süs bitkilerinin dikildiği pahalı  peyzajlı bahçelerden oluşmuş , görgüsüzlüğün çevrelediği  ultra-lüks siteler veya site villalar. Hele de  ülkemizde son yıllarda sadece inşaat ekonomisine endeksli bir yönelim ve büyüme durumu daha da belirginleştirmiş ve yaklaşık 3 milyon göçmenin ülkemizdeki zorunlu ikameti, var olan gettolaşmanın daha da trajik bir hal almasına sebep olmuştur. Günümüz kapitalist üretim tarzının egemenliği altındaki kentleşme, sadece belirli bir kesimin rantı uğruna doğayı ve dolasıyla kentin sahiplerini umursamayan bir tabiat yıkımcılığı üzerine inşa edilmiştir. Ülkemizde son yıllarda, üretken hiçbir yanı bulunmayan ve emek üzerinde, ücretlerin ve diğer gelir türlerinin gelecekteki dolaşımına ipotek koyan ve tamamen hayali bir sermaye olan toprak rantı; fiili bir çok üretimi tedavülden kaldırarak, emeksiz zenginleşme özentisine neden olmuştur. 

Marx’ın  “Bizzatihi insan emeğinin ürünü olmayan işlenmemiş toprağa bir fiyat biçilir” lafı, topraktan elde edilen devasa karlar ve eşsiz rantlar göz önüne alındığında, onun hayaletinin hala aramızda dolaştığının sanki bir ispatı durum ortaya çıkıyor. Emeğin karşılığı dışında her türlü karın oluşturduğu bu haksız kazanç sistemi, doğa uyumunun ve doğa korumacılığının önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Sınırlı sayıda bir müteahhit gurubunun zenginleşmesi uğruna toprak rantları; yeşil alanların azalmasına, tarım arazilerinin yok olmasına ve bunların sonucu olarak bir çok doğal afetle beraber yaşama mecburiyeti meydana getirmektedir. Kent demek, uğruna her türlü doğa tahribatının ve yıkımcılığının göz önüne alındığı, beton bloklar çevrelemenin çok ötesinde bir anlam içermektedir.  Hakiki anlamıyla kent; herkesin kendini eşit bir şekilde ifade edebileceği, kendi yaşadığı yerin kararını kendi vereceği ve yaşadığı doğaya kimsenin etki edemeyeceği ve doğal olarak tahakkümün asla oluşamayacağı özgür mekanlardır. Yeşil alanlar veya tarım alanları üzerinde yapılacak her eylem kentlilerin tasarrufunda olması gerekmektedir.   

Rousse’nun da dediği gibi “kenti kent yapan binalar değil kentlilerdir” Öyleyse sorun aynı zaman da kent ve kent kültürü oluşturma sorunudur.  Bir yerde maden arama çalışmalarının yapılması ve değerli madenlerin çıkarılması herhangi bir A şirketine eşsiz menfaatler sağlayabilir; veya bir yeşil alan üzerine yapılacak bir çok konut zengin bir müteaahitin daha da zenginleşmesini veya o yeşil alanın sahiplerine piyango gibi bir ikramiye sağlayabilir. Fakat bunun sadece sınırlı sayıda bir kişiye faydası vardır. Diğer yandan bu rantiye çalışmalarının sonucundaki doğa tahribatları yeşil alanların azalıp halkın nefes borularının tıkanmasına veya tarımla uğraşan kişilerin ekim alanlarının zarar görmesine neden olabilir. İşte bunu engellemenin yolu;  çevre katliamcılığı ,doğa yıkımcılığı karşısında; salt liberal çevreci bir anlayıştan ibaret olmayıp yeni bir kent yönetimi oluşturma projesi anlayışından geçecektir. Aksi eylemler liboş bir gevezelikten öteye geçmeyen sadece adı yeşil olan kapitalist ve liberal bir anlayışa hizmet eder.

 

HAKKANİYETLİ TOPLUM= EKOLOJİK TOPLUM

Bütün bu sorunların karşısında doğa katliamcıların kendilerine bir savunma hattı oluşturdukları en büyük silah teknolojik bahanedir. Yani yaşadığımız çağdaki bütün doğa tahribatları teknolojik gelişim için zorunluluğu olan bir mecburiyettir. Elbette bu kocaman bir yalanın ötesine geçmeyen riyakar bir söylemdir. Gelişmiş bir teknoloji kesinlikle ekoloji ve ekolojik bir toplum karşıtı olmayıp, aksine; biosferin ve yaşam koşullarının güçlendirilmesinde kullanılabilecek muazzam bir araçtır. Günümüz ekolojik bozulmalarının suçu, teknolojinin veya modernitenin kendisinde değil, bunu kullanan şirket ve devlet kurumlarındadır. Tahakkümcülerin asalaklıklarını devam ettirmek için sarıldıkları bu uyduruk bahane, ayrı bir yazı konu olmasının ötesinde, cevap değeri olmayan nesnel bir önemsizliktir. Eğer sorunumuz daha yaşanabilir ve ekolojiyle dost bir dünya ise, mücadelemiz doğayla değil kendi türümüzle yani insanladır. Tam eşitlikçi demokrasi, gelişmiş bir hukuk sistemi ve halkın yaşadığı yerle ilgili kararlardaki etkinliği ve en önemlisi hakkaniyetli bir toplumu yeniden meydana getirme dürtüsü doğa yıkımcılığının önüne geçebilecek tek yetkili unsurlardır.  Bugün yaşadığımız dünyadaki ihtiyacımız yeni binalar, yeni avm ler veya köprü ve yollardan ziyade; yeni bir anlayış, sistem ve yeni bir toplum inşa etme ihtiyacıdır. Peki tüm bu ihtiyaçları giderme öncülüğünü kimler yapacaktır? Korporatif veya bürokratik kapitalizm anlayışı arasına sıkışmış günümüz solumu? Yoksa işleri sadece ekolojik gevezelik olan liberaller veya yeşiller mi? Veya buzullardaki erimeyi, vahşi vaşakların soyunun tükenmesini ,gün geçtikçe azalan yeraltı sularını veya buna benzer tüm ekolojik felaketleri engelleyecek bir tabiat ananın kollarını açması mitiyle mi avunacağız? Yada günümüzde burjuvazinin karşıtı değil, sadece tamamlayıcısı olan bir proloterya devrimine mi bel bağlayacağız? Elbette hiçbiri; madem yeni bir toplum ve yeni bir sosyal anlayış oluşturma ihtiyacıyla karşı, karşıyayız, o zaman çözüm yaşadığımız toplumdaki bütün demokratik katmanların öncülüğünde oluşacak, her türlü kibirden , beğenmişlikten ve asalaklıklar dan arınmış kocaman bir çadırın içinde toplanmaktan geçmek gerçeğidir. Korunması gereken aslın, doğadan ziyade ezilmişler ve her türlü imtiyazdan ve haktan yoksun bırakılmış ezilenler olduğunu bilmemiz, otomatikman doğanında korunmasını ve talan edilmesini de engelleyecektir. İnsanın, insanla; dolayısıyla doğayla iyi ilişkiler içinde kalması ümidiyle……

 

 
Toplam blog
: 6
: 202
Kayıt tarihi
: 09.02.18
 
 

1971 Gaziantep doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitimimi G.Antep'de tamamladım. 1993 Selçuk Ünivers..