Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Şubat '20

 
Kategori
Deneme
 

Erzurum Üzerine Konuşmalar

Şiddetli bir tipinin sokak boyunca havaya savurduğu kar taneleri derin bir uğultu ile borana dönüşüyor, arkasında kesif bir sis bulutu bırakarak önünde oturduğum pencerenin camlarına çarpıyordu.. Karşı apartmanın çatısından sarkan buz kütlelerine bakarken, penceremin önünde köşeye sıkışmış, kafası gövdesinin içinde, titreyen bir güvercin görüyorum.. Büzüşüp kendi içine çökmüş gibi..Ürküp kaçmasından korkmasam tutup içeri alacağım.. Tıpkı bir mahkumun demir ızgaralı daracık bir mapus penceresinden özgürlüğe baktığı gibi, umutsuzca durup, dışarıdaki o dondurucu soğuğa, kara, tipiye, borana ve titreyen güvercine bakıyorum, sonra bu kentin, memleketin ve bölgenin, kapkara bir kışa benzeyen ahvalini ve dışarıdaki yaşamın bu zemheri soğuğu karşısındaki mecalsizliğini düşünüyorum..
Ve o pencerenin önünde, her bir yandan rastgele sağa-sola ateş eden azılı suçlular gibi, sonsuz girdaplar halinde döne-döne havaya savrulan o korkunç kar fırtınasına bakıp, zayıfı, yoksulu, kimsesizi, güçsüzü, kurdu-kuşu düşünüyorum.. Karanlıklara nasıl savrulduğumuzu, bataklıklara nasıl saplandığımızı, yakın tarihimizi, kendisini devlet olarak gören ve kendi zalim hukukkunu yaratan yağmacı gurupları, fakirliği, adaletsizliği, eşitsizliği, haksızlığı, hukuksuzluğu düşünüyorum.. Bu soğuk kentin gettolaşmış apartmanlarında, buz tutmuş varoşlarında kendisi gibi olmayanlara düşmanlık, kindarlık öğreten örgütlü cehaleti düşünüyorum..
Sarıkamış kıyımını mesela, o kapkara kışı, Allahuekber Dağları’nda ve böyle bir kar fırtınasının ortasında kalarak sonsuzluğa yürüyen doksan bin ana kuzusunu ve bilmem kaç bininci keredir kendi ayağımıza sıkmışlığımızı düşünüyorum.. 
Bu coğrafyayı bir türlü terk etmeyen savaşları, ihtilafları, cehaleti, bir dinden nasıl binlerce yeni din çıkarıldığını ve her birinin tüm ötekilerle nasıl ölümüne savaştığını düşünüyorum..
Tıpkı ateşe koşan kelebekler gibi, seçme özgürlüğünü hiçlikten yana kullanan kadınları, din alıp din satanları, silahlı adamları ve hiç bir şeyden habersiz, yarınları çalınmış zavallı çocukları düşünüyorum..
…….
Burası Erzurum, karlar-buzlar diyarı.. 
Ön Asya’nın doğusu, Yakın Doğu’nun yukarı komşusu.. 
Anadolunun çatısı, zemherinin anavatanı..
Şairin; “Kar yağıyor, yine kar, yine kar, yine mahşer gibi kar. (1)” dediği memleket..
Belki de umutsuzluğum o yüzdendir.. 
Peki ama, “Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış / bu kadar uzaklardan, nedir bu kadar gelen.. (2)”  
Tanrı, kirlenmiş dünyamızı temiz göstermek ve karakışın yarattığı o korkunç tahribatın üstünü örtmek istemiş olabilir mi?
Yağsın eyvallah, esip savursun delice!..
Lakin kar, zayıflar için bildiğiniz gibi değil buralarda, tipi bildiğiniz tipiye, mavi bildiğiniz maviye, güneş bildiğiniz güneşe benzemez.. Kış ayları geldi miydi bir yol, bütün kötülükler beyaza ve tüm acılar maviye bürünür.. Tam da şairin dediği gibidir: “Bütün kötülükler beyaza büründü bu gece / kötü olan ne varsa bembeyaz / kötü, çirkin ne varsa bir kerelik masum  / kediler üşümüş, güvercinler aç... (3)” 
Evet kar, onca kirlilik arasında nasıl bu kadar beyaz kalabildiğine bir türlü anlam veremediğimiz kar.. Palandöken dağlarında mesela, tıpkı bir gelin gibi göz kamaştıran ve ışıltılı bir gelinlik gibi dalga dalga kıpraşan, oynaşan, ışıklar saçan ve güzelliği seyreyleyenleri mest eden kar..  
Saflığın, masumiyetin, temizliğin rengidir derler ya hani, külliyen yalan, aslında o cilveli, masum, saf ve temiz görüntünün altında, siyah pelerinli, sivri başlıklı, çirkin, zalim bir cadı saklanır ve her yıl yeniden gelerek bütün bir doğayı ve yaşama açılan tüm kapıları kapatarır..
İçinde barındırdığı kötülüğü fark etmeden, masumane bir çocuk tekerlemesi söyleriz ya hani, "şuraya bir kuş konmuş, bu kesmiş, bu soymuş, bu yemiş!.." diye, tıpkı onun gibi, bizler aşk şiirleri yazarken karlar üzerine, İflahını kestiği yoksulun, aç bıraktığı, patilerini dondurup acı içinde ölümlerine sebep olduğu kurdun, kuşun, çakalın, tilki'nin, kedinin, köpeğin acısını yüreklerimize bir ateş topu gibi bırakarak, uçan süpürgesine binip, kim bilir hangi kötülüklere yelken açmaktadır..
Bir de mavi var, barışın, sevginin, şifanın rengidir dediğiniz ve üzerine aşk şiirleri yazdığınız şu gökyüzü mavisi, işte o mavi acının, gözyaşının, ızdırabın, zulmün üstündeki aldatıcı bir örtüdür sadece ve tüm gördükleriniz, gerçeküstü, pastoral bir rüyadır.. 
Hülasa şu ki, adına kar denilen o masumiyet örtüsünün altından çıkan tek şey, sadece hüzündür..  Ve güneşin görmemezlikten gelmesi, çekip gitmesidir, bu coğrafyada zayıfın, güçsüzün onca perişanlığına sebep..
………….
Dışarıdaki karakışa, tipiye, borana bakıp mırıldanıyorum.. İstanbul’un Kadıköy’ünde, Moda’sında, Beyoğlu’sunda neden kediler, köpekler insanlardan korkmuyor da, İstanbul’un Ümraniye’sinde ya da Anadolu’nun Erzurum’unda, hiç bir hayvan hiç bir insana güvenmiyor?.. Ecnebi ülkelere gidebilmek uğruna, neden her yıl on binlerce Müslüman Akdeniz’in tuzlu sularına gömülüyor.. Kim, kimden ve neden kaçıyor?.. Hangi tipidir, hangi borandır bu toprakları yaşanmaz kılan?..
Tanrım, açlık sınırında yaşayan insanların, kamçılanan atların, zalimce dövülen, işkence edilen, kulakları, kuyrukları kesilen hayvanların, öldürülen kedilerin, köpeklerin acısı neden gelip-gelip boğazımda düğümleniyor?.. Gördüğüm acı çeken her canlı karşısında, neden hep ben suçluymuşum gibi içim acıyor?. Zaman akıp giderken, durmadan çınlayan bir şarkı gibi aklımdan çıkmayan şey nedir, gökyüzü gibi üstümden gitmeyen, saplanmış bir bıçak gibi kalbimi acı ile titreten şey nedir?. Ve acının hafızası neden bu kadar güçlü?.  Tanrım, bu yaralar bu coğrafyada ne zaman kapanacak?.. 
Bilmemek, görmemek, duymamak için, bazen kendinizden bile taşınıp gitmeyi arzuladığınız zamanlar olur.. Heyhat, her bir yandan kuşatıldığımız bu karakışın, bu dondurucu zemherinin ortasında ve yüreklerimizde biriktirdiğimiz korkularla, öylece kalakaldık.. 
 “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın” ve “hüzün ki en çok yakışandır bize / belki de en çok anladığımız” diyen şairlere, “coğrafya kaderdir” diyen adama, nasıl kızgınım bilemezsiniz.. Bu topraklarda, bu kötü kaderi değiştirmenin elimizde olduğu gerçeğini haykıran bir babayiğit çıkmıştı oysa ve bir süreliğine başarmıştı da..
Neylersiniz ki burası Doğu, burası Şark’ın Ortadoğusu, Ortadoğu’nun yukarı komşusu.. Bir kısım kirli adamların, insanları durmadan bölüp parçaladığı ve acı çığlıkların eksik olmadığı kayıp ülkeler coğrafyası..
Bulaşıcı bir hastalık gibidir buralarda hüzün, insani yiyip bitiren, çürüten bir hastalık.. Ve fakat, hasta olduğunu bilen bir avuç insan kaldık.. Yaralarımız aynı yara, lakin bindirilmiş kıtalar üzerimize doğru gelen o büyük kara kışın farkında bile değiller.. Aynı pencerelerden aynı kente bakıp, başka resimler görüyoruz.
Tanrım, saplandığımız bataklıklardan bizi kim çıkaracak, yaralarımızı kim saracak?.. Hayır-hayır, emperyalistler değil, bir dinin içinden binlerce yeni din çıkaran içimizdeki beyinsizler yüzündendir, İraklıların, Suriyelilerin, Libyalıların, Afganlıların, İranlıların, Yemenlilerin ve tüm ötekilerin perişanlığı..
Tanrım, aynı duruma bizler de düşer miyiz?..
“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin?. (4)”
…….
Burası Erzurum, karlar-buzlar diyarı.. 
Havanın soğuk, soğuğun keskin bir bıçak olduğu memleket..
Gariplerin, yetimlerin, kimsesizlerin, hayvanların ve sahipsiz kadınların zorlu vatanı..
……
Umarım bir gün, oynadığımız o parmak oyununu mesela, minicik yavrularımıza şöyle öğretiriz; "şuraya bir kuş konmuş, bu sevmiş, bu öpmüş, bu okşamış, bu da hani bana, hani bana demiş!.." 
Belki o zaman, iyiliğin gücü, çevremizdeki tüm kötülükleri silip-süpürür..
Hiç kuşkunuz olmasın ki, biz yüzümüzü hangi yöne çevirirsek, evrenimiz kendini o yöne döndürecektir.. 
Hayır istersek hayır, şer istersek şer!...
 
DİPNOTLAR
(1)  Cahit Sıtkı TARANCI  /  (2)  Edip Cansever  /  (3)  Şairi bilinmiyor
(4)  A’râf Suresi 155 (A’râf: yüksek yerler, yüksek mevkiler..)
 
Toplam blog
: 19
: 679
Kayıt tarihi
: 01.03.11
 
 

1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan Köyünde dünyaya geldim. İlkokulu doğduğum..