Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Klinik Psikolog Nurcan Arslan Kanber

http://blog.milliyet.com.tr/nurcanarslan

01 Ekim '12

 
Kategori
Tarih
 

Fakirlik ve zenginlik genetik olabilir mi?

Fakirlik ve zenginlik genetik olabilir mi?
 

Tarihte bilim aracılığıyla yapılan genetik ayrımcılık insanlığın yüz karasıdır.


Ayrımcılık konusu çağlar boyunca etkisini hissettirmiş, birçok insanın öldürülmesine, birçoğunun ölmekten beter yaşam koşulları içerisinde yaşamasına neden olmuştur. Hindistan’da milattan önceye dayanan kast sistemi, Eski Yunan’da kadınların yurttaş bile sayılmamasıyla başlayan ve günümüzde de devam eden ayrımcılığa dayanan köleleştirme sistemi bilimlerin gelişmesinin etkisiyle sona ereceğine, azalarak da olsa varlığını korumaktadır. Bu da göstermektedir ki, tek başına bilimlerin gelişimi olumsuzlukları gidermek için bir kurtarıcı olamıyor; önemli olan bilimlerin, etik ilkeler temelinde hareket edip amacına, yani dünyayı insana anlaşılır kılma idealine bağlı kalmasıdır.

İçeriği etikten bağımsızlaşmış bilimle atom bombaları yapmak ve insanlara eziyet etmek mümkündür. Bahri Karaçay’ın Tübitak Yayınları tarafından yayımlanan “Yaşamın Sırrı DNA” adlı kitabındaki genlerle ilgili bir konuyu paylaşarak, etikten kopmuş Frankensteinlaşan bilim ile neler yapılabileceğinin altını çizmek isterim. 

1861-1865 bitiminde Amerika, “eugenik hareketi” denilen ve bir türlü sonu gelmeyen bir ayrımcılık hareketi ile iç savaşa sahne olmuştu. Savaşın bitiminde ülkede birtakım ekonomik ve sosyal problemler ortaya çıkmış, bu nedenle de kırsal kesimlerden büyük şehirlere göç başlamıştı. Bu göçlere hazırlıksız olan şehirlerde, göç eden insanları barındıracak yeterli sayıda ev yoktu ve sorunu çözmek adına iş sendikaları kuruldu ama sendikalar bazı uygulamalar ile çözüm değil, tam tersine sorun oluşturdu.

Fiyatlardaki aşırı dalgalanmalar nedeni ile çok sayıda işyeri iflas etti. 1873 yılında başlayan bu kötü gidişattan en çok alt seviyede yaşayan çoğunluk kesim etkilenirken, rahatlık içindeki üst kesimin problemi ise çok daha farklıydı. Oldukça ilginç ve şaşırtıcı sorun da burada ortaya çıkmaya başlıyordu: Toplumun üst kesimlerinde yaşayanların sıkıntısı alt tabakadaki insanları kontrol etme gücünü yavaş yavaş kaybetmeye başlamalarıydı. Daha da önemlisi zenginlerin sadece bir veya iki çocukları varken farklı tabakalardaki ailelerin hemen hepsinin çok sayıda çocukları vardı. Alt tabaka, sendikalar kurarak zenginlere zorluk çıkarmakla kalmıyor, sayıca onlardan üstün gelmeye de başlıyordu. Bu çoğalma, üreme karşısında güç kaybeden üst tabaka, elit ve zengin kesimlerin sonunun geleceği endişesini taşımaya başladı ve bir şeyler yapmak için harekete geçtiler.

Elit kesimden insanlar, sorunlarının halledilmesi için daha önceden de yardım aldıkları üniversiteye başvurdular. Üniversitede bir grup bilim insanı, genetiği sosyal problemlerin ana sebebi olarak ileri sürdü. Buna karşı çıkan bilim insanlarının söyledikleri ise dikkate alınmadı ve böylelikle ayrımcı bilim insanları yoksulluğun, aptallığın, alkolikliğin, asiliğin, suç işleme potansiyelinin ve hayat kadınlığına eğilimin genetik yapı tarafından belirlendiğini öne sürdüler. Bu da toplumsal problemlerin kaynağını ortaya koyuyor ve elit tabaka için hedefi apaçık belirliyordu. Bu özelliklerin en fazla olduğu gruplar Güney ve Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlerdi. İtalyanlar, Ruslar, Polonyalılar ve Yahudiler problem yaratıcı topluluklar olarak ön sırada yerlerini alıyorlardı. Çözüm çok açıktı. Kuzey Avrupa kökenli olanların genleri kaliteli, kendilerinin dışındakilerin genleri ise bozuktu ve çoğalmaları önlenmeliydi.

Hapishanelerde başlayan kısırlaştırma hareketi “kalitesiz” olan insanların çoğalmasını engellemek adına kanunlar çıkarılmasına kadar uzadı. 1907 yılında ilk kanun Indiana eyaletinde çıkarıldı ve “kalitesiz” insanların zorunlu olarak kısırlaştırılmasını hükme bağladı. Bunu diğer eyaletler de bir bir takip etti. ABD genelinde eyaletlerin yarısı zorunlu kısırlaştırmayı kanunlaştırdı. “Kalitesiz” olarak nitelendirilen erkekler “vazektomi” (sperm kanalının işlevsiz hale getirildiği bir kısırlık ameliyatı) ile, kadınlar ise tüplerinin bağlanması ile kısırlaştırıldılar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda özellikle Güney ve Doğu Avrupa’dan çok sayıda göçmenin ABD’ye gelmesi, durumu daha da kötüleştirdi. Eugenikçiler, ABD’ye giriş kapısı haline gelen Ellis adasında biriktirilen göçmenler arasında sistemli bir eleme yapmaya başladı. Psikolog ve öğretmen olan Henry Goddard, daha önce mahkumların ve kimsesiz yurtlarında kalanların kapasitelerini ölçmek için uyguladığı Binet Simon zeka testini göçmenler üzerinde uygulamaya başladı. İngilizce bilmeyen birçok göçmene aptal damgası vurularak bir kısmı kısırlaştırma merkezlerine sevk edildi; bir kısmı da açlık ve sefalet içindeki ülkelerine geri gönderildi.

İnsanı dehşete düşüren bu gerçek, üzerinde düşünülmeyi hak eden bir içeriğe sahiptir. Günümüzde de bu kadar vahşice olmasa bile ayırımcılık yok mudur? Bilim, amacına uygun olmalıdır; amacına uygun olan bilimde bu tür sorunlar ortaya çıkmayacaktır. Bilim dünyayı anlamamızı sağlarken aynı zamanda evrensel etik ile de kendini değerlendirmelidir. En önemli tıp gelişmelerinden bazılarının Hitler tarafından görevlendirilen doktorların Yahudiler üzerinde acımasızca deneyler yaparak elde edildiği düşünüldüğünde; Dünyayı bize daha anlaşılır kılmak için araştırmalar yapan Fizikçilerin atomu parçalama gelişmesini kaydettikten sonra, bu bilgiyle atom bombasının üretildiği ve bu bombayla milyonlarca insandan hayatlarının çalındığı düşünüldüğünde bilimin kendini etik ilkelerle değerlendirmesinin gerekliliği daha da anlaşılır oluyor. Bu bağlamda, 1950’lerde sigaranın faydalı olduğunu söyleyen doktorların şimdi onu nasıl lanetledikleri de unutulmamalıdır. Günümüzde de ilaç satmak için laboratuvarlarda hastalıkların üretildiğinden bahsediliyor. Kendi uzmanlık alanından dışarı çıkarak bitkiler vasıtasıyla çeşitli hastalıklara çare bulduğunu iddia edip kocakarı ilaçlarını tekrardan gündeme getiren doktorlar da, tarih ve insanlık karşısındaki sorumluluklarını unutmamalıdır. Yoksa hepsi tarih sahnesinde hak ettikleri yeri bulacaklardır.

Yukarıda bahsedilen, bilimin aracılığıyla yapılan ayrımcılık şu açıdan da etkileyicidir: Günümüzde yaşananların da bir gün duru bir şekilde değerlendirileceği gerçeği, bizi sorumluluğa ve iyi eylemde bulunmaya iten ana etmen olmalıdır. Bugün yaptıklarımızdan sorumluyuz, istediğimiz kadar gerekçelerin ardına sığınalım, bu gerçeği değiştirmeyecektir. Bazı büyük amaçları ve idealleri kullanarak insanların hayatlarını mahvetmek, bugün olmasa bile, cezasını tarih önünde bulacaktır. Bu açıdan bilim insanlarının sorumluluğu iki katına çıkmaktadır. Jean-Paul Sartre’ın da değindiği gibi, tarihin sorumluluğunu sırtına alıp bu bilinçle eylemde bulunmak, insanlığı aydınlığa çıkaracak önemli bir tutumdur. 

 
Toplam blog
: 69
: 3739
Kayıt tarihi
: 23.08.12
 
 

Anadolu Üniversitesi'nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, İstanbul Gelişim Üniversitesi'nde Kl..