Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '09

 
Kategori
Deneme
 

Fareli Köyün Kavalcısı

Fareli Köyün Kavalcısı
 

fareli Köyün Kavalcısı/ en eski suluboya / Wikipedia


Fareli Köyün Kavalcısı öyküsünü bilmeyen yoktur. Çocukluğumda, okuma bilmediğim zamanlarda, bu öyküyü hep korkarak dinlerdim. Hayalimde kapkara bir bulut halinde kıpır kıpır kaynayarak, kentin sokaklarını istila etmiş fareler canlanırdı. O şapkasında kaz tüyü olan güzel yüzlü altın saçlı çobanın kavalından tatlı ezgiler üfleyerek fareleri kandırdığı sahnelerde bile ürkerdim. Niye? Çünkü fareler şimdi de başka çocukların olduğu kentlere gidecekler belki de dönüp dolaşıp geri dönecekler diye mi düşünürdüm. Çoban ömrü boyunca sürekli kavalını çalamazdı ya.

Bu öyküden bana kalan yadigar fare korkusu olmuştur. Bir de ezgilerin her türlü kötüyü ikna edeceği şeklinde bir inanç oluşmuştu bir aralar... Fareler kötüydü ( neden kötü?) ama kavaldan çıkan onca güzel ezgiye dayanamamışlar ve çobanın peşi sıra kaval seslerinin büyüleyici etkisiyle kenti terk etmişlerdi işte. Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır deyişine benzer duygular uyandırmıştı öykü bende. Hint filmlerinde müzikle dans ederek hasır sepetlerden yükselen yılanları da sıkça görürdük o yıllarda sinemalarda.

Sonraları dinlemekten kaçtım hep Fareli Köyün Kavalcısı'nı. Acaba o öykünün ardı sıra, kitapta sorular sorulsaydı nasıl olurdu? Öykü yaşam gerçekleriyle doğadaki canlı yaşamlarının ve ekosistemlerin, besin piramitlerinin, besin zincirlerinin basit açıklamalarıyla yumuşatılamaz mıydı?

Belki de korkmayı kendim seçtim, -korkmak da gizemlidir ürpertir, meraklandırır ve heyecan verir, baksanıza gençliğimizin en çok okudukları kitaplar son zamanlarda hep vampirli romanlarmış*- ya da soru soracak bir zaman değildi, zaten pek de küçüktüm ve uyku ağır basıyordu. Anne ve babam çalıştıkları için böyle öykü okuma fasılları, bugün artık yanlışlığı iyice kanıtlanmış olan bir saatte, yatağa girmiş tam da uyku meleğinin kanatlarına tutunarak yolculuğa çıkmanın hemen öncesinde yapılırdı. Tanrı bilir kaç tane fareli kabus gördüğümü.

Zaten öykünün sonu da bir muamma olarak kalmıştı hep, benim için çocukken. Bilirsiniz bilinmeyen sonlar, gizem yüklüdür ve kaygı nedeni olurlar. Belki de farelerin esas korkutucu yönü öykünün sonunun benim için hep bir gizem olarak kalması ve kaygı uyandırmasındandı. Belki de en azından bir kere duymuşsam da farelerin dereye düşüp boğulduğunu bu da hiç mi hiç hoşuma gitmediğinden unutmayı mı yeğledim ya da oraya o sona gelmeden hep uyuklamayı mı seçtim aynı nedenlerle?

Aslında bu öykünün pek çok farklı yazılmış şekilleri varmış. Olay bir şehir efsanesinden kaynaklanıyor. Almanya'nın Hameline Kentinde. İlk şehir kayıtlarında şu hüzünlü kayıt varmış:

"Çocuklarımız gideli 10 yılı geçti. yıl 1284 "

Yani olayın aslı çocukların topluca ortadan kaybolması şeklinde gelişen üzücü bir yaşanmışlık. Ne var ki daha fazla bilgi de yok sanıyorum.

Bunu öyküleştirirken kullanılan plotlar ise şöyle: 1200 lü yıllarda Hamline'yi kasabayı fareler basar ve tam da o günlerde kasabaya rengarenk giysiler içinde bir adam gelir. Kasabalılara sizi bu fareden 1000 altın karşılığı kurtaracağım der. Kavalını çalmaya başlayınca fareler adamın peşine takılır. Kavalcı da onları dereye sürer ve dereye dökülen fareler boğulup ölür. Bu mutlu sonu olanı kuşkusuz.

Başka bir versiyonunda, kasabalı söz verdiği parayı vermeyince kavalcıya, Sen John ve Paul kutsal gününde, aileler kilisede ayindeyken kızlı erkekli 130 çocuğu kaval çalarak hipnotize ederek, dağlara çıkarır ve parayı alıncaya kadar tutsak eder. Başka bir öyküde ise kulakları duymayan ve ayakları sakat olan bir çocuk geride kaldığı ve hipnotize olmadığı için mağaraya girmez ve gidip kasabalılara durumu bildirir.

Yine bir başka ve belki de en acıklı ve ürkütücü son ise kavalcının farelere yaptığının aynısını çocuklara uygulamasıdır. Şükür ki bu versiyonunu değil mutlu sonla biteni bizde yayımlanan.

Yine de öyküyü bitiremeyişim ya da hüzünlü gelişinin üstünden onca yıl geçmişken, bugün gerçekte olanı herkesin bilebildiği kadar bile olsa öğrenmeye çalışırken, hikayesini de araştırırken aynı sıkıntıları hissediyorum sanki.

Kaybolan çocuklar.

Şehir efsanesi için gerçeğin bilgisi yok da çeşitli hipotezler üretilmiş. Bunlardan biri Kavalcı'nın bir sapkın kişi olduğu şeklinde. Çocukların çoğu ağaçlara şuraya buraya asılı olarak bulunuyor.Kurtulanlar da kendilerine gelemiyor. Ama bu hipotez aslında öykülerden geliştirilmiş bir hipotezmiş. Bir diğeri de kasabadaki çocukların doğal nedenlerden kaynaklanan toplu bir ölüme uğradığı ve hikayedeki Kavalcı'nın ise ÖLÜM'ün SİMGESEL anlatımı olduğu şeklinde. Ölüm genellikle renkli giysileri olan kavalcı şeklinde ifade edilirmiş o yıllarda. Hamline kilisesinin bir camı da bu olayın anısına resimleniyor. Başka hipotezler de var. Çocukların Doğu Avrupa'daki topraklara göçmen olarak gönderilmesi ya da satılması, hacca gönderilmeleri ya da, dördüncü haçlı seferinden sonra 1212 yılındaki Gençlerin Haçlı seferlerine katılıp geri dönmemeleri gibi. Bu uzun bir konu. Son olarak yine Moğol istilası altında bulunan Moravya'ya gitmek isteyen işsiz kasabalılara yani göçü kabul edenlere verilen isim de olabilirmiş "kasabanın çocukları".


Rapunzel, Hans ve Gratel, Kırmızı Başlıklı Kız, Kurbağa Prens, Sindirella gibi öykülerin yazarı Grimm Kardeşler yazmış Almanca olarak. İngilizcede Robert Browning bu eski şehir kayıtlarına dayanarak bir şiir *yazmış. Şiirin linkini de veriyorum.

Aslında Grimm kardeşlerin peri masalları bana sanki simgesel dille yazılmış ve derin psikolojik anlamları da kapsayan yapıtlar olarak görünüyor. Anladığım o ki şehir efsanelerinden türetilmiş hikayelerin çoğu ister istemez arka planda bir simgesel okumayı da gerektiriyor. Yani alt katmanları okuduğumuzda çıkan anlamlar da öykülerin kendileri kadar ürkütücü sanki.

Benim canlı farelerle bilinçli olarak tanışmam da yine bu tarihi kentte, İstanbul'da oldu. Eski Bizans tonozlarının üzerine yapılmış dede evinde. At arabalarının çeperleri taşlara vurdukça, bodrum katın altından boğuk boğuk yankı sesleri gelirdi.Tonozlar var altta derdi babam. Uzun bir süre o Bizans kalıntılarının varlığı çocuk dünyamı binbir çeşit hayalle renklendirmişti. Yanlış hayaller de kurardım. Örneğin gri bir metal kalem kutusunun üzerindeki baştan aşağı zırhlar kuşanmış -atı bile zırhlıydı- Alman şövalyesini, hayallerimde bir Bizans savaşçısı yapardım.

Bir gün tam dişlerimi fırçalamak için bodrumdaki lavaboya zorla yollanmışken, kapı arkasında neden hala orada olduğunu bilmediğim o tuhaf duvar oyuğunun içine yerleşmiş değil de zorlukla sığan , heybetli bir kediyi andıran kamburunu çıkarmış, evet zorlukla sığan yaratıkla göz göze geldim, o kadar iriydi ki.

Seyretmiş olanlar hatırlayacak, bir film vardı hani Amerika'daki o eski evlerden birinde adamın evini ve sinirlerini altüst edip lağımlarda saklanan devasa fareyle mücadelesi, şimdi düşünüyorum da tıpkı o filmdeki canavar, koskoca bir yaratıktı o oyukta rastladığım.

Çok korkmuştum. Dondum kaldım. Gelincik dediler çok sonra. Düşünebiliyor musunuz kentin göbeğinde Bizans dehlizlerinde at koşturan belki de kökleri Bizans devrindeki atalarına kadar uzanan gelincik gelmiş orada korkusuzca bir küçük çocuğa bakıyor. Yüreğimin atışları dün gibi hatırımda. Sonra da tavan arasında patır patır koşan Moğol atlılarıyla savaşa başladı bizimkiler.

Kamuflajlı bir savaştı bu ne evin çocukları ne de farelerin göremediği tuzaklar ve zehirli itici bir yeşil renkte kremler filan. Ne yapsalar ne etseler de tam olarak kurtuluş olamadı sanırım. Bir kere yarı ahşap yarı kagir denilen evin iç duvarları bağdadi denilen türdeydi. Farelerden tam kurtuluş için duvarları delik deşik etmek gerekecekti bahsettiği filmdeki gibi.

Bodrumunda kocaman, derin mi derin bir su kuyusu vardı evin ki kimbilir kaç dehliz vardı içinde Bizans kalıntılarına kadar uzanan. Bodrumun bir bölüme de taş kömürleri yığıldığı için kontrol olanakları kısıtlıydı. Gerçi kuyunun ağzı ağır bir bakır kapakla kapatılmış ve üzerine de iri kaya parçaları konmuştu. Üstelik Bizans hazinelerinin saklı olduğunu düşündüğüm- yine yanlış hayalmiş elbette orada sadece babamın klüp sigarasının yaldızlı kağıtları biriktirilirdi, Divanyolu'ndaki kadın berberine verilmek için- çatı arasında da eğim nedeniyle sürünerek dahi ulaşılamayan kör noktalar vardı.

Acaba Fareli Köyün Kavalcısı'nı hiç bilmemiş olsaydım, yine de farelerden o kadar korkar mıydım? Bunun yanıtını bulmak çok zor ama öylesi bir öykü okunduktan sonra, kitabın sonunda artık ardından gelen düşündürücü ve eğitici sorulara da kesinlikle yer verilmesinin gerektiğini düşünüyorum.

Bu bloğu yazmam nostaljik nedenlerle değil. Milliyet İnternet'te okuduğum bir haber neden oldu. Artvin'in Borçka ilçesine bağlı bir köyü fareler basmış haberini gördüm. Köyü neden fareler basar. Ekosistem dengesi bozulduğu için. Örneğin kuşlar ve yılanlar fazlaca avlanır ya da öldürülürse, fareler hızla çoğalır. Ama burada, Borçka2nın köyünde bir göç, bir yer değiştirme de söz konusu.

İki şey olabilir. Farelerin besleneceği canlı türleri kalmamıştır yaşam alanı seçtikleri habitatta ve açlık çekmektedirler. Belki tarım ilaçları öldürmüştür farelere gıda olabilecek bazı canlıları ya da bölgedeki kuraklık nedeniyle tahıl üretilmemiştir. Ya da yuvalarının olduğu doğa parçasını tahrip eden, dolayısıyla o bölgede yuvalanmalarını engelleyen nedenler vardır.

Neler olabilir bunlar? Örneğin büyük su tutan ağaçların kesilmesiyle toprağın yağışlar sonrası suya doyması ve fare yuvalarını su basması.Maden, yol vs gibi kazı çalışmalarıyla doğanın alt üst edilirken yuvaların da yok edilmesi. Tüm bu nedenler üstüste geldiğinde böylesi ürkütücü bir tablo çıkar açığa.

Bir de farelerden bulaşan onca virüsün yanı sıra yeni bir virüs ya da benim de son yıllarda duyduğum bir virüs var ki, ölümcül. Hanta virüsü. Kanamalı ateşle seyreden ve aniden akciğer ya da böbrek yetmezliğine neden olan bir virüsmüş bu. Kemiricilerden bulaşıyormuş. Zonguldak ve Bartın'da iki insanımızın ölümüne neden olan bir virüs bu. Şimdi aklıma geldi acaba böbrek ya da akciğer yetmezliği gösteren hastaların kanında bu virüs aranıyor mu ?

Bir de yine farelerden bulaştığını öğrendiğim Veba'nın bir başka çeşidi de dünyada yayılmaya başlamış diye okudum bir haberde geçmiş günlerde.

Şimdi görmediğimizi düşünüp kentimizde fare olmadığını düşünmeyelim. Bir zamanlar rıhtımındaki doldurma taşların, kayaların araları, gece olduğunda, haberde geçen köydeki gibi fare kaynardı. hepsi de yer altına inmiş olmalı.

Şimdiki çocuklar görsel yönden çok daha şanslı olsalar da, televizyonlarda doğayla ilgili pek çok belgeseller olsa da yine de Anadolumuzun en doğusunda kalan bu ilimizdeki çocukların, bu bilinçten ne kadar pay aldığı belirsizdir. Hele de karnelerini bile tarlalarda alan çocuklarımız olduğunu düşünürsek. Onların oturup de belgesel filan izlemeye ne zamanı, ne de verilmiş izinleri olur.

Umarım bu kötü kabus bir an önce önlenir akılcı yöntemlerle, doğayı daha fazla tahrip etmeden çözülür ve yeni virüsler ortalığa yayılmadan.

* .Bir kitapevi çalışanından alınan bilgi.

http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=15&ArticleID=1108086&Date=18.06.2009&b=Borckada koyu fareler basti&ver=02

Foto: wikipedya

http://www.online-literature.com/article/robert-browning/4098/

http://en.wikipedia.org/wiki/The_Pied_Piper_of_Hamelin

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..