Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '12

 
Kategori
Sinema
 

Fetih 1453 hakkında

“İstanbul’u fetheden komutan ne güzel komutandır…”

Bunun filmini çeken de ne güzel bir yönetmendir.

Türk halkı yıllarca, on yıllarca yabancı savaş filmlerini izledikten sonra imrenerek hep şöyle dedi; “ Ulan adamlar olmayan tarihlerini ballandıra ballandıra anlatıyorlar, biz bir İstanbul’un fethini yapsak ohooo…”

Tüm halkın bu yöndeki gizli bir talebi varken yönetmenlerin akılları da boş durmadı, içlerinden neler geçti neler? Ama konu o kadar basit değildi. Konu İstanbul’un fethiydi. O konu ki tarihimizin en önemli olayı ve dünya tarihinin en önemli olaylarından birisiydi. Milli benliğimizin en temel mihenk taşı, o yedi yaşından beri bildiğimiz, o bizle alakalı her şeyin başlangıcı, o peygamber vaadinin gerçekleştiği kutsal olay, o işte o, 1453… O olay ki zaten her Türk’ün hayalinde, dimağında kendine has ama mutlaka kahramanca, ihtişamla ve coşkuyla ve şanla şerefle can bulmuş ve sürekli can bulan bir olaydı. Olayın oluş şekliyle alakalı milyonların kalbindeki beklenti, beklentiden öte inanç öyle yüksekti ki yapılacak bir hatanın nasıl tepkiler alacağı ve sonucunda nelere mal olacağı korkusu yüz metrelik karanlık bir sur gibi yönetmenlerin ve yapımcıların önünde hep yükseldi.

Yönetmenlerin yarısı hayal kurmaktan vazgeçtiler, kalan yarısı bu hayal işine devam ettiler, sonra bunların yarısı “acaba yapabilir miyim?” cesaretini taşımaya başladılar, yarısı taşımadı, bıraktı, işine gücüne baktı. Bu geriye kalan cesaretlilerin yarısı yıldı, yarısı yılmadı. Yılmazların yarısı parasızlıktan, adamsızlıktan vs pes etti, yarısı pes etmedi.  Kısaca zaman onları sıraya koydu ve teker teker eledi. Ve geriye kendisini bu iş için tüm şartları haiz olduğunu zanneden bir adam ama aynı zamanda tüm imkânlara sahip olduğu da belli olan bir adam kaldı.

İşte tam burada sorulması gereken şudur;  geriye bir adamın kalması onu yeterli kılar mı?

Kılmaz, asla!

***

Yeterli değildin Faruk AKSOY yeterli değildin. Bunu yapmayacaktın. Bunu böyle yapmayacaktın.

“Vay efendim Ben Faruk AKSOY’UM para bende güç bende, recep ivedikleri ben yaptım, bunu da yapmak bana düşer, on beş lira koyarım kırk beş lira kaldırırım, rekorlarda hep benim adım yazılacak, benim!” demekle asla iyi bir şey yapmış olamazsın. Sen bir müteahhit değilsin, baraj yapmıyorsun, site yapmıyorsun. Hayallere ve tarihe can veriyorsun, can. Verdiğin can böyle midir? Sana gişenin ikinci haftasında “hâsılat nasıl?” diye soranları suskunlukla ya da münasip bir şekilde cevaplamak yerine, “valla ne olsun, zararımı kurtaramadım, yirmi trilyon masraf yaptım, henüz yirmi trilyon kazanamadım…” gibi bir lafla cevaplamaya hiç utanmadın mı?

Böyle bir girişime gösterdiğin üç beş yıllık özen gözüne çok mu geldi? Hiç yapmasaydın. Evet, hiç yapmasaydın. Yıldınsa sen de bıraksaydın. İstanbul’un fethinin yanında senin benim fani ömrümüzün ve kısacık emeklerimizin ne önemi var ki? Hiç yadırganmayacaktın o zaman belki bu hareketini ve asil davranışını duyanlar tebrik edecekti seni. Efendim? Ha tabi daha büyük tebrikler varken… Di mi? Kim takar olgunluğu ve asaleti?

***

Film hakkında yazmak gelse de içimden, geldiği gibi gidiyor. Uzun iş…

Olan oldu ama kısaca şunu belirtmek lazım ki; her maceranın içine ite kaka bir aşk ve seks hikayesi sıkıştırmak bir “holivut” klişesidir.  Hatta en büyük “holivut” klişesidir. İstisnai durumlarda kullanmaz bu klişeyi “holivut”. Ancak klişe dediğimiz metal-plastik parçalarını dizmek, kullanmak, basmak, kalıplamak matbaacıların işidir. Matbaacı adam ise ekmeğinin derdinde olan adamdır. Sanatçı ise sanat amacı gütmelidir. Basmakalıp şeylerle uğraşmamalıdır.

 
Toplam blog
: 36
: 1054
Kayıt tarihi
: 26.08.10
 
 

1983 Ankara doğumlu olan yazar, evli ve bir çocuk babasıdır. ..