Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Garip bir yol hikayesi

Garip bir yol hikayesi
 

Balkonun ahşap korkuluklarına tutunuyorum. Bütün köy ayaklarımın altında gibi. Karşımda koca bi dağ ve eteklerine sürtüne sürtüne geçen bir ırmak… Bu ırmak Melet Irmağı. Haritada ismi geçmez sanıyordum fakat ‘Melet Suyu’ diye çizilmiş. Doğrusu hoşuma gitti.

Evimiz, iki ırmağın birleşme noktasına bakıyor. Ve gözünün alabildiğine dağlarla çevrili köyümüz. Gerçi burası köyümüzün iki mahallesinden biri. Sumağı Mahallesi. ‘Sumağı’ adı da sanırım Rumlardan kalma. Araştırma gereği duymadım.

Ortalığı yakıcı bir güneş kavururken bir anda ortaya çıkan serin bir rüzgâr ve dağların başlarından inmeye başlayan kalın bir sis tabakası kaplıyor beş-on hanelik küçük ve yaşlı köyümü. Zaten balkona da bunun için çıkmıştım. İşte doğa harikası memleketim. Hava iyice kapanmaya başladı. Birkaç kez gök gürlemesi. Bulutların arasında beliren parlak çizgiler. Ve peşi sıra, dağlardan çılgın süvariler gibi memleketime akın eden iri yağmur taneleri. Aşağıdan geçen ince asfalt yola kurşun gibi yağıyor. Düşen yağmur tanelerinin sesi, taa buralara kadar geliyor. Küçük bahçemizdeki gelincikler, neye uğradığını şaşırmış. Kan kırmızı yaprakları dökülüyor. O güleç yüzleri ekşimiş gibi. Sert damlalar toprağa vurdukça küçük çaplı toz halkaları oluşuyor. İçimdeki İstanbul’dan kalan sıkıntıları silip süpürüyor ona dair ne varsa. Bir anda bastıran şiddetli yağmur beş – on dakika kadar sürdü. Bir rahatlama, bir boşalma…Değme gitsin !

Köyümün bacaları yeni yeni beliriyor kalkan sisin ardından. Ama evimizin tam karşısındaki koca dağın başı hâlâ dumanlı. Irmağın gürültüsü ortalığın sessizliğini kaplıyor. Bembeyaz köpükler, önlerine ne geldiyse toparlayıp sürüklüyor. Asfalt yoldan, topraktan ve ağaçlardan buğu buğu duman yükseliyor. Çılgın süvarilerin yakıp-yıktığı köylere benzetiyorum şimdi ortalığı. Onların ardından, biraz kül ve biraz duman.Yarın sabah bu güzellikleri böylece bırakıp, İstanbul’a döneceğim. İki günde ayrılmak zor evet ama, çaresizlik… Çaresizlik bağlıyor ayaklarımı.

Burada akşam erken oluyor. Nasıl da güzel kokuyor ortalık, çiçek-böcek… Evin kapısına oturuyorum. Uzakta kalan üç-beş evin ışıkları da sönük. Kimseler yok. Mevsim biraz erken kaçtı sanırım. Daha sonraları gelecekler var çünkü, o evlerde de ışıklar yanmaya başlar. Beş-on metre yukarımızdan, tarlaların içine doğru dar bir toprak yol geçiyor. Araba izleri kalmış otların arasında. Yolun kenarında uzun, ahşap bir elektrik direği var. Buradan süt beyaz bir ışık sızıyor yola. Ağaçlara gölgeler çizdiren bir ışık. Bitmek tükenmek bilmeyen böcek sesleri. Belli bir senfoniyi doğruluyor. Evet, burada akşam erken oluyor. Yatma vakti de öyle. Dağlara karanlık çöktüğünde yatarsın, bu belli… Biraz da kendimi yenilerim düşüncesi ile gelmiştim doğrusu. Kafamın, içinde bin bir düşünce… Öylesine düşürüyorum başımı yastığa…

Sabah, güzel bir kahvaltıdan sonra kasabaya inmek için yola çıkıyoruz. Bizim kasabanın otobüs saatleri pek tutmaz. Her zaman bir saatlik opsiyonu bi kenara yazmak lazım. Aslında bu şu da demek aynı zamanda; ‘Yolcular tamamsa, ne bekliyoruz’ …

Otobüs yazıhanelerinin önünde küçük bir çay ocağı var, üç-beş hasır iskemle ve küçük dar masalar. Allah’tan adamın çayı güzeldi. Babam, evdeki televizyonu da getirmişti, ufak bir problemi var. Onu tamirciye vermek üzere gidecek, elini öptüm ve ayrıldık…

Burası çok küçük bir kasaba. İki tane caddesi var. Bütün ilçeyi toplam 15 dakikada gezebiliyorsun. Bu iyi bi şey mi bilmiyorum. İkinci bardağımı yudumlarken, benim otobüsümde ağır ağır diğer otobüslerin yanına yanaştı. Sanırım temiz bir yirmi dakikam daha var. Gerçi saati geldi ama, ben huyunu bilirim bizim otobüslerin. Otobüse dikkatlice bakınca sanki anormal bi şey varmış gibi geldi bana… E, tabii yaa, bizim otobüs diğerlerinden biraz daha uzun. Bu kötü bi şey… Sordum muavine, meğer otobüs altmış kişilikmiş. Altmış kişilik mi? Bu yol hayatta bitmez. Altmış kişilik otobüs mü olur yaa?

Otobüs, o kadar hantal göründü ki gözüme o an, tren vagonu gibi… Almanların gettolardan trene zorla bindirip, ölüme yolladığı Polonyalılar geldi aklıma şimdi. Ama Allah’tan 10-15 yolcu var. E, tabii yolda hücuma uğramazsak… Aslında dün babamı dinlemedim hepsi bu. Babamın arkadaşından bilet alacağıma her zaman gidip geldiğim otobüs şirketinden aldım bileti. Sen misin o mübarek adamı dinlemeyen, al işte… Kardeşim Necdet geldi aklıma. Hep şunu söyler; Ne zaman babamı dinlediysem, zarar görmemişimdir… Aslında böyle yapmam lazım ama, neyse…

Otobüse biner binmez, otobüs hareket etti. Tabi öbür otobüsler gibi, ilk seferde çıkamayıp, bi kaç kez manevra yaptı garın içinde…

Mesudiye’nin çıkışına yakın küçük tezgâhlar ve satıcılar kaplar yolu. Tezgâhların bitiminde az önce elini öpüp duasını aldığım, yaşlı amcam. Önünde ceviz ve fındık çuvalları… Birer avuç vermek istediyse de almadım. Kuruyemişle aram hemen hiç yoktur. Beni görmek için ayağa kalkmış, otobüsümüzün camlarını tarıyor, elini güneşe siper ederek. Yüzündeki yaşlılık çizgilerini, sabanla sürülmüş tarlalara benzetirim hep. O kadar ki, otobüsün camından rahatça fark edebiliyorum. Ve nihayet gördü beni… Şimdi ağlamadan durmaz, beni çok sever. Gülümseyerek karşılık veriyorum. Nasır tutmuş elleri havada kalıyor. Keşke alsaydım bi avuç fındık… Allahım ne salağım !

Yavaş yavaş Mesudiye den ayrılıyorum. Otobüsümüz döne döne çıkıyor İğdir Ormanlarına doğru. Bu tırmanış yaklaşık yarım saat sürer ve inişe geçeriz. İğdir Ormanlarının toprağı çok verimlidir. Olduğu gibi kızıl çam ormanı. Arada bir doluya tutulduğumuz olmuştur. Ama bugün güneşli ve sakin. Asfalt yolun dibine kadar fidanlarla dolar burası. Sonra yol kenarları temizlenir, üç-beş sene içinde yine kızıl çamlar boy atar. Manzara olarak doyumsuz bir bölge. Havası, afyon gibidir, başında uğultular bırakmadan seni yollamaz.

Otobüsün camına dayadığım fotoğraf makinesi ile, çeşitli enstantaneler yakalamaya çalışıyorum. Alabildiğine ıssız bölgeler buralar. Daha önce çektiğim fotoğraflarda, otobüs camının yansıması da çıkmış. Şimdi daha tecrübeliyim. Tam olarak cama dayadığımda objektifi, sanki bilhassa durup çekmiş gibi pozlar yakalıyorum.

Sarıca Köyü’nden geçiyorum. Babam geliyor aklıma;

-Oğlum burası beş-altı sene önce yanmıştı, devlet yanan evlerin yerine bu küçük evleri yaptı işte. Babamı özledim sanırım. Gerçi onlar yazı köyde geçirmeye alışmışlar annemle. Şimdi bırakıyorum ve eylülde tekrar geliyorum buralara, onları almak için…

Sivas’a bağlı Koyulhisar’a geliyoruz. Burası da klasik Anadolu kasabalarından, Mesudiye gibi.

Küçük otobüs garına giriyoruz. Kaptana soruyorum, On-beş yirmi dakika kadar zamanımız varmış. Tam fırsatı. Bende kasabanın içine doğru yürümeye başlıyorum, küçük dükkanlar… Amacım, eli ayağı düzgün bir kulaklık almak, mp3’üme… Elimdeki kulaklığın bir tarafı küçük bel çantama takılıp koptu. Tek tarafla da idare edemem. Gerçi esas mevzuu başka… Sağlam bi kulaklığa bütün paramı verebilirim şimdi. Çünkü bi saate yakındır Muazzez Ersoy dinlemekten, boğmaca oldum. Üstelik tavanlardaki kolonların kısılacak ya da kapatılacak düğmesi yok ! Tut sen Zeki Müren’den dinlediğim o güzel şarkıları kulağımın dibinde patlat. Bütün eski ve çok özel şarkıları nostalji adına tek sese çevir. Bu korkunç bişey. Peşi sıra üstüne üstlük bir de Abdullah Yüceses’in ‘ Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap’ını söylemesin mi. Yani yer demir-gök bakır, kaçacak bi yer, sığınacak bi liman yok. Muavini çağırıp rahatsızlığımı iletsem, desem ki; ‘abi, gözünü seviiim şu kaseti değiştir’ bana yol boyunca nasıl davranacağını adım gibi biliyorum, onu hiç çekemem şimdi. Allah’tan burada durduk ta, bende mengeneye sıkıştırılmış gibi zonk zonk zonklayan başımı çekip kurtardım. Üstelik şarkılardaki cızırtı da cabası…Yani bizim altmış kişilik tren vagonuyla (!) toplama kamplarına gitmeye razı olabilirdim belki.

Bu küçük kasabaların ufak bi detayı var esnafları ile ilgili. Ben tabi kalender bi esnaf olarak bunları biliyorum. Bu kazık yemiyorum anlamına gelmez yalnız, baştan söyleyeyim. Şimdi içeri sazan gibi girersen -alacağın şeyin önemi yok- kazıklanırsın. Ya da içeri bişey almak için girdiğinde -zaten kazıklanırsın- (!) O yüzden bir şey kesinlikle lazımsa almak lazım ve bana zaten şart olmuş, yani kazık yiyeceğiz mecbur…

İlk girdiğim dükkanda, uygun kulaklık bulamadılar. Fiyatı beş milyondu, bu önemsiz gerçi. Bi milyoncuda aynısı bi buçuk filan…Neyse, ama adam şunu dedi; -Abi, dükkanda yok arabada kalmış bi adam yollayayım aldırayım iki dakika bekle. Bende ‘otobüsü kaçırabilirim acelem var’ dedim. Yok dedi ya, biz kaçırttırmayız. (Ulan olduğun yerden otobüs görünmüyor ki, nasıl olacak o iş) ‘İyi’ dedim ve beklemeye başladım. 5 dk. kadar geçti. Çocuk geldi soluyarak; - Abi kalmamış… (Aklıma gelen şu oldu, araba hikaye… Başka bi komşu esnafa sordular sanırım. Esnaflıkta bu vardır; Müşteriye ‘yok’ dememek için, aynı işi yapan esnaf komşundan o malı alıp, müşterine satarsın. Daha sonra toptancından o malı alıp, komşuna iade edersin. Gerçi ben pek etik olduğunu düşünmem.)

Vakit kaybetmeden çıktım ve biraz ilerideki cep telefoncuya girdim. Orda da yoktu ama, nokıa kulaklıklar benim mp3’e uyduğunu bildiğimden, 7, 5 YTL verip bi tane kulaklık aldım.Adımlarımı hızlılaştırdım otobüse doğru. Tam on dört dakika olmuş. Baktım ki otobüs gardan çıkmış birilerini bekliyor. ‘Zaten altmış kişilik otobüs on yolcu ile gider mi, şimdi köylüler yük yüklüyorlardır. Yandık anasını satiiim, yarım saat daha burdayız’ demeye kalmadan, muavinle göz göze geldik.

- abi nerde kaldın ya, koca otobüs seni bekliyooo

- beni mi, iyide dostum 15-20 dakika dediniz.

- Abi yarım saat oldu ya.

- Kusura bakmayın dedim. (yol üstü dalaşmaya niyetim yok, zaten kulaklıkta bulmuşum)

Otobüse bindiğimde cep telefonumdaki kronometreye baktım, 17. dakikaya girmişiz…Güzelce çıkarttım kulaklığı ambalajından. Şimdi ‘güle güle Muazzez Ersoy’ demek vakti. Ortada sessizlik var. Sadece kıvrılıp giden yollara ayak uydurmaya çalışan eşek kadar bi otobüsün gacırtıları geliyo döşemelerden. Bari bu sessizliğin tadını çıkarayım, adam nasılsa açar birazdan kaseti. O zaman takarım kulaklığı. Gerçi en son ‘Dağları Deldim’i dinliyordum Fatma Nur Gaye’den. Şaka tabi, Özlem Tekin ‘Hokkabaz’ filminde o isimle Cem Yılmaz’ın sihirli sandığa sokup, kaybettiği gelini oynamıştı ya, ordan aklımda kalmış… Ne sevmiştim o filmi yaa…

Otobüs, nefis manzaraları yuta yuta giderken bunun zevkini çıkartmak istedim. Bizimle beraber seyahat eden biri var; Kelkit Çayı… Yolumuzun bi sağından bi solundan devam ediyor, köprülerin altından geçerek. Ne kadar çok suyu varmış meğerse. Kimi yerde genişleyip göl gibi oluyor, kimi yerde küçücük bir derecik gibi. Bu arada da bana yaklaşan bi muavin var. Umarım hâlâ ekşi peynir gibi ter kokmuyordur. Ben en arkalardan aldım ya koltuğu, bana özel olarak gelmek zorunda, bu tarafta kimse yok çünkü, herkes önde oturuyor. İşi ne, gelsin… Elindeki kolonya şişesi ‘barış metni’ gibi geldi gözüme. Gerçi ne kadar onun umrunda bilmem. Peşi-sıra da çay getirmesin mi, iyi çocukmuş iyiii…

Ve Reşadiye’ye geldik. Burada yemek için durur bizim otobüsler. Feci kazıkçı ve hiç modern olmayan bir yer. Acıkmışım. Ahşap kaplamaları ile uzaktan iyi bi şeye benzeyen ve üzerinde yine ahşap tabelayla ‘resturan’ yazan bu lokantanın, çay salonunu geçerek self servis yemeklerin başına vardım. Az çorba, bir tek biber dolma ve sütlaç aldım. Ve bardak su… Adam bir çırpıda hesapladı ‘abi, sen 10 versen olur’… (Yaa, dimi… Pizza Hut’tayız.) Bu kadar kazık işte. Yol üstü diye mecbur verdim. Ama bu son olacak burada yemek yemem. Yok bi albenisi olsa, gam yemiycem. Lokanta paspal, yemekler kazık. Tek iyi bişeyi var; dükkanın ön tarafı dağlara bakıyo...

(Eee, arka tarafı da üst üste deli gibi yığılmış, eski kamyon lastiklerine bakıyo, noolcak şimdi??? )

Keyfimi kaçırmamam lazım. Hemen bitişikteki markete girdim. Eski yazılarımda bahsetmiştim, kutu kolayı bir buçuğa aldığım market ! Ama girdik yine de. Bir parlıement, bi çakmak, bir su ve bir de o çok çok sevdiğim bitter çukulata aldım. Kasada yine hesap düzlendi on lira… On on yirmi… Beş dakika içinde haybeye yirmi lira. Bilet parası zaten kırk… Valla bunlar koyun kırkar gibi, adam kırkıyorlar. Üstelik gözlerinin içine baka baka. ‘Tamam’ dedim buraya da bir daha uğramayacağım.

Otobüse bindim. Ve hareket…

Buradan sonra Amasya’ya kadar yollar, ovalar biraz kelleşir. Pek yeşillik göremezsiniz. Ama bu mesafe kısadır. Gerçi Amasya’ya yaklaştığımı da yolda kurulan, kiraz, kayısı, elma, tezgâhlarından anlıyorum. Dışarısı güneşli. Ama bizim altmış kişilik vagonun kliması da gürül gürül çalışıyor. Her şey kötü gidecek değil ya dimi, elimde de bitter çukulata, daha ne olsun… İçinde mutluluk hormonu olduğunu duymuştum çukulatanın. Ama bitterde çok fazlası var. Bunu en iyi ben bilirim işte… Üstelik, bu klima olduğu müddetçe, yani bitterle aramızda zaman zaman esen bu soğuk rüzgâr olduğu müddetçe de kolay erimez sanırım çukulatam. Bitteri elime alıyorum. Arkasını çevirip iki yakası birbirine yapışmış kağıdı ‘pıt’ diye açıyorum, el alışkanlığı olsa gerek. Jelatini de hafifçe açtım mı, işte mutluluk. Bitter, diğer çukulatalardan daha koyu hatta siyah. Ama ben olsaydım, beyaz yapardım bitteri. Beyaz, bembeyaz. O daha güzel durur. İlk ısırdığında tadını hemen alırsın. Öyle kaprissiz işte. Ama tadını damağında mutlaka bırakır. En iyisi hepsini bitirmemek. Kalanını, yine aynı özenle açtığım yerden kapatırken, jelatinin arasından görünen küçük parçaya dayanamıyorum ve ısırıyorum. Küçük bir parça kimseye koymaz.

Camdan bakıyorum dışarıya. Ortalık şenlenmiş. Kiraz ağaçları ve tezgâhlar. Demek ki Amasya’ya gelmişiz. Kiraz, ağaçta en güzel duran meyvedir… Biraz ileride otobüsümüz durdu. Yine beş-on dakikalık bir zamanımız var. Temiz asfalt yolun ortasında uzun şerit ve gidişli gelişli yol. Bakımsız kötü bir evin önüne küçük bir çardak yapılmış. Ve meyve tezgâhı. Ağaçlarda köylü kızlarının sesi var, kiraz toplamak için çıkmışlar. Uzun, bakımlı ağaçlar. Tezgâhtaki kirazları pek beğenmiyorum. İleride yaşlı bir adamın oturduğu tezgâh var. Ona gitsem belki ayıp olur düşüncesi oluştu. En iyisi kirazı bi kilo alayım. Şoförler, otobüsün arka lastiklerinin arkasından bir suyun sızdığını gördüler ve telaşla otobüse doğru hareketlendiler, oturdukları çardağın altından. Arka kapağı açtılar. Ben genelde bu tür şeylere uzaktan bakmayı tercih ederim. Yolcu sayısı az olunca herkes her şeyi öğreniyor tabi. Bende başımı uzattım ‘ne oluyor’ diye… Meğer, termostata giden s borularından birinin ağzı çatlamış. Klimayı kapatınca da, su taşmış ve yerlere dökülmeye başlamış. Şoför, s borusunu alıp kenarlarını birleştirmeye çalıştı fakat o kadar sıcak ki. Sonra daha yakından bakınca onarılmaz bir şey olduğunu gördü. Yeni bir s borusu bulmak lazım ve bu otobüse uyabilecek bir termostat borusu bu dağ başında, mucizenin adı olur… Çözüm üretildi. Amasya merkeze gidilecek o küçücük boru parçası için. Otobüs çakıldı kaldı yani, Allah kurtarsın...

Bu arada Ekrem arıyor. ‘Akşam bizdesin nereye gelirsen gel telefon aç gelip alayım seni’ diyor.

‘Tamam abi sendeyim hem anlatacaklarım var, otobüs bozuldu oğlum’ diyorum, altmış kişilik otobüse bakarak. Otobüs bir anda fazla eşya yüklenmiş te çöküp kalmış koca bir deve gibi görünüyor gözüme. Sinirim bozuluyor. Meyve tezgahına dönüyorum elimde telefon. ‘Bana haber ver mutlaka’ deyip kapatıyor Ekrem… Gerçi buradaki aksilik yarım saat sürecekmiş. Usta yola çıkmış geliyor.

Çardağın altında plastik bir sandalyeye oturuyorum. Az önce oturduğum o uzun tahtanın üstündeki eski halı ıslakmış meğerse. Pantolonum ıslandı ama fazla belli olmuyor arkadan sanırım. Püfür püfür walla…

Üzerimizdeki çardağın üstü çalılarla, yapraklarla filan kapatılmış, güzel bir gölgelik. Otobüste benle beraber seyahat eden 6 tane yaşlı insan var. Bir de genç evli karı-koca ve iki tane de çocukları var. Ve, iki genç aşık… Köylerden birinden küçücük sevimli bir köpek almışlar. Zıplayıp duruyor hayvancık. Onlar, Denizli’ye geçecekler, yoldan bi yerden aktarma yapacaklarmış. Tabi yetişirlerse. Benim yanımdaki sandalyeye şoför oturuyor. Yanında yolculardan biri var, yaşlı bir adam. Sohbete dalıyorlar. Niyetleri beni de sohbetin içine çekmek. Yemezler; orda gözümün önünde koca deve yatmış duruyor sinirlerim hafif kalkık! Üstelik arka lastiklerin arasından taşmış suyu da bizim devenin çişine benzetiyorum iyi mi. Adamların bunlardan haberi yok tabii. Seçimler yaklaştı ya, hükümet kuruyorlar yan tarafımda…

Bu arada dört gözle beklediğimiz usta geliyor. Ama onarım yapamadan parçayı alıp gidiyor tekrar Amasya’ya. Üff…Ne sinir bozucu durum. Yaklaşık kırk dakikadır bekliyoruz. Oturmaktan her yanım ağrıdı. Biraz dolaşayım diye ayrılıyorum. Tezgahın az ilerisinde boya fırçası ile yazılmış VC yazısı. Heh diyorum tam da lazım. Küçük bi işim var. Kalın tahta kapıyı gacırdatarak açıyorum. Dar bi tuvalet. Her tarafı ağaçtan yapılmış. Tahtaların arasında yer yer açıklıklar var. Küçük bir pencere. Pencerenin kenarından içeri sokulmaya çalışan ağaç dalları. Tavandan sarkan örümcek ağları. Bir sürü böcek. İçerisi öyle dar ki, bir yere sürtünmeden dönmek imkansız. ‘ulan’ diyorum ‘Köyden kalktık buralara kadar geldik bişey olmadı. Şimdi bu tuvalette keneye kaptırıyor muyuz bi yerimizi, seyret.’ Allah’tan ufak iş. Pantolonumu toplayıp çıkmak istiyorum. Tahtaların arasından sızan rüzgâr, küçük çaplı cereyan yapıyor ve kıçımdaki ıslaklığı hatırlatıyor… (Bi daha da, mal gibi gidip oturursam o halının üstüne, iki olsun… )

Geri dönüyorum. Hemen yanıbaşımda gürül gürül akan bir çeşme. Elimi-yüzümü yıkayıp kendime geliyorum. Havanın sıcaklığı iyice kendini hissettiriyor. Tekrar o çardağın altına dönüyorum. Plastik koltuk boş. Şoföre dönüp soruyorum ‘abi, neden bu kirazcılarda duruyorsunuz. Geçen sene de sanırım otobüs durmuştu. Gerçi hangi tezgâh hatırlayamadım ama’ Şoför; ‘Yaa, burada oturan abinin evi yanmıştı iki sene önce. Çoluk çocuk zorda kalmışlardı. Bizde otobüsçüler olarak burada durmayı adet haline getirdik. Biz durunca vatandaşlar da inip bi-kaç parça bi şeyler alıyor’ Tuhaf oldum. Doğrusu aklıma hiç gelmemişti, yazık !

Tezgâhtaki çocuk içeriden bir tane semaver çıkarmasın mı, üstünde de bakır bir demlik. Ohh, ne güzel… Şimdi ben de hükümetin kurulmasına yardımcı olurum işte, benim de fikirlerim var, ortada çay olayı varsa.

Bi derin muhabbete başladık ki, akıllara zarar. Karşıda da bi tahta masa var. Diğer yolcularda orada. Onlarında ufak çaplı konuşmaları var. Genç sevgililer de onların arasında. Kıza bakıyorum, uzun boylu güzel bi kız. Ama oğlanda fena diil. Allah bağışlasın, ben naapim. Gidip ucundan tutulacak bi iş yok ya ;))

Küçük yaramaz yavru dolaşıyor ortalıkta. Taa ki, ayaklarımın dibine kadar geldi. Kız da kalkıp almak istedi yavru köpeği. (güzel kız be abi) Ben de kıza bakarak bilgiç bilgiç; ‘Kangal mı bu’ dedim. Kız da ‘yok yaa, ne ilgisi var, bu siyah beyaz’ dedi. Küçük bi rezillik… Öyle diyeceğine ‘Yoo hayır, Samsun kırması’ de, bişey de dimi? Ne bozuyosun adamı.

(Ama hep bu Fiko’nun yüzünden. Ulan Fiko…Normalde ben kolay laf söylemem, ama beni de alıştırdı sanırım, illa salça olucam, bana ne halbuki…)

Bu arada çaylar da geldi. Rengini hiç beğenmedim. Ama ikram edilince ses çıkartmadım. Üffff…Rezalet ! Çay, çay diil idrar tahlili ! Napiim, kötü örnek ama öyle. Getiren adam bi kaldırır bakar çaya yahu, o güzel semaverden bu çay mı çıkar? Tadı da çok berbattı. İçtiğim en kötü çay desem, olur walla. Zaten bi saatten fazladır bekliyorum. İyice bozuldum. Anlaşılan daha buradayız.

Kalkıp öbür tezgâhlara doğru gidiyorum. Daha geride kalan tezgâha yöneldim. Baktım ki buradaki kirazlar çok daha güzel ve etli. Kırmızı kırmızı hoşuma gitti. Başında da tahta bir oturağa oturup bastonuna çenesini dayamış çok yaşlı bir amca var. Selam veriyorum. Tek gözünün sakatlığı var. İnşaat filminde ‘Sudi’ rolündeki Şevket Çoruh’un gözü gibi. Evet, amca çok yaşlı. Yanına bir tane sandalye çekiyor ve konuşmaya başlıyoruz. O kadar kültürlü ki, hayran kaldım doğrusu. Bilmediği bir şey yok. Aslında biz de var sanırım, insanları giyimi-kuşamı ile bilgisinin-görgüsünün doğru orantılı olduğunu sanmamız. Bu önyargı ile yanaştım tabii. Ama onun yanında cahil kaldım.

Ve böylelikle, iki buçuk saatimizi yedi Amasya. Tekrar yola çıktık. Herkes te gözle görülür bir neşe. Muavinin elinde yine kolonya. Kolonyayı severim. Peşi sıra da muhtemelen çay servisi yapar. Tam bu sırada kolonlardan yine hiç ama hiç hazz etmediğim şarkılar dökülmeye başlamasın mı? Ama bu sefer hazırlıklıyım. Gerçi, otobüsü kaçırırım korkusu ile kulaklığı aldığım yerde çalışıyor mu diye bakmadımdı, umarım çalışır. Vee, kurtuldum kolonların gürültüsünden. Şimdi, MP3’ten Erkan Oğur’u dinliyorum rahat rahat.”Dedim Kız Yaşın Nedir”i… (Keşke yanımda 23 diyen biri olsa, ama olmuyor işte)

Bu arada, otobüsün bayağı bi hızlandığını fark ediyorum. Muavin çayı uzattığında soruyorum ‘ya, abiciğim neden bu kadar hızlandık’ Yüzüme gururla bakıyor ‘ abi, çok geç kaldık ya, aradaki zamanı telafi ediyoruz’ iyice kızdım şimdi ‘ Ne zamanı ya, bu eşek kadar otobüsle bu hız olur mu, nereye yetişeceğiz, öte tarafa mı’ umursamaz bir tavırla omzuma hafifçe vuruyor muavin ‘ Abi sen merak etme, bizim kaptan çok iyi bir şofördür’ Daha çok kızıyorum ‘olur mu kardeşim, söyle lütfen biraz yavaşlasın’ Beni memnun edemeyince, ekşi bi suratla ‘tamam söylerim’ dedi. Biraz hız kısıldı. Ama uzun sürmedi, aynı hıza tekrar ulaştı mikrop herif. İçimden küfürü bastım.

Ilgaz dağlarına yaklaşınca, mola verdik. Çukulatalı pişmaniyelerden aldım. Şimdi sabah herkes dükkana gelir ‘hoş geldin’ demeye, ağızları tatlansın. Hem Ekremlere gidicem ya. Doğrusu Ekrem pek sevmez ama Ülkü sever pişmaniyeyi Sennur’da var… Aslında nasıl yetişeceğim onu da bilmiyorum ya, gece üç te gidip te herkesi kaldıramam, sabah erkenden dükkana döneceğim nasılsa. Kendi evime giderim sanırım çok geç olursa.

Otobüse dönünce baktım ki yine arka kapak kalkmış. ‘Eyvah’ dedim yine bozuldu otobüs. Elimdekileri içeri koymak için hareketleniyorum. Ortadaki kapı açık. Yavaş ve dikkatli bi şekilde çıkıyorum, otobüsün dar basamaklarını. Kendi yerime geliyorum. Yanımdaki koltukta sayfası kaybolmasın diye ters çevirdiğim Nuri Alço ve Türk Sineması biyografisini içeren ‘Soğuk Bir Gazoz İstermisin Yavrum’ adlı kitabımı kaldırıyorum. (Bu arada kitap çok iyi) Yine babam geliyor aklıma, ‘keşke dinleseydim, şimdiye çoktan Bolu’ya varmıştık’ diyorum kendi kendime. Tekrar dışarı çıkmak istemedi canım…

Dışarıda yine bildik telaş; muavin hortumla geliyor. Sanırım yine arabanın termostatına su doldurulacak. Eli belinde bekleyen yolcular var. Yukarılara doğru bakıyorum. Çıplak tepelikler, kayalarla çevrili bir yer burası. Beş-on km. sonra Ilgaz Dağları başlayacak. Hafif bir poyraz, toz kaldırıyor karşı yollardan. Yüzüm otobüs camına yaslı. Camın dışında da ellerini kollarını cama dayamış bir sivrisinek. Aramızda sadece bir cam var ve küçük gözleri ile beni izlediğini düşünüyorum. Başımı yasladığım camdan geri çekiyorum. Sivrisinek, ön ayakları ile başını eğip kaldırıyor. Bu arada hazırlıklar tamamlanıyor ve otobüs yavaş yavaş mola yerinden ayrılıyor. Sinek hâlâ camda. İki eliyle cama yapışmış ve ‘gitme’ diye yalvaran bir sevgili gibi hayâl ediyorum bu sivriyi. Yola çıkana kadar ısrarla bırakmadı camı. Asfalt yola çıktığımızda bir anda kayboldu. Gerçekten sevgiliye benzedi şimdi. Çünkü, gerçek dostlar hemen kaybolmaz, ama sevgiliyi bir dakikada kaybedebilirsin.

Yol boyunca, pirinç tarlaları var. Uzun çizmelerle, tarlalarda uğraşan insanlar. Pirinç, suyla özdeş bir besin. Pirinç tarlalarını görünce sanırsın ki tarlaları su basmış. Hiç bilmeyen böyle sanır… Yine yol boyunca leblebici, pirinççi tezgahları görüyorum. Uzak tarlaların üzerinde dönüp duran leylekler var. Ahşap elektrik direklerine çalılardan koca koca yuvalar yapmışlar. Hepsi de aynı renk, siyah-beyaz. Biraz daha ileri gidince pirinç tarlaları bitiyor. Geniş otlaklar var ve suların içinde çift çift boynuzlar. Mandaların zevki de bu olsa gerek. Uçsuz bucaksız memleketim. Neresini seviyorum diye düşünmeme gerek yok.

Ağzımı tatlandıracak bişeyler arıyorum. Kiraz ilişiyor gözüme. Ama sarmaz şimdi. Sonra bel çantamın ön tarafına bir sır gibi saklayıp, özenle yerleştirdiğim çukulatam geliyor aklıma. Yine aynı sevecenlikle bakıyor yüzüme, kağıdını açınca. Evet mutluyum…

Biraz uyuklasam çok iyi olacak, zaman geçmiyor bir türlü. Ama uyuyamıyorum. Bu arada tavana yapışmış kare şeklindeki kutucuklar meğer lcd ekran televiyonlarmış. Muavin hepsini açtı tek tek. Ve beş dakika sonra K.Sunal’ın ‘Milyoner Filmi’ başladı. Beş saniyede bir ses kesilip geliyor. Zaten otobüste ‘yolunda giden normal bişey’ beklemediğimden umursamadım… Bu arada mp3’ün de pili bitti. Tekrar şarj etme olasılığım yok. En iyisi kesik kesik te olsa filmi seyretmek. Bu arada bi şeye dikkat ettim, sanırım pantolonum kurumuş. Altım kuru yani ;)) Yolunda giden bişeyler hâlâ var demek. Bolu’yu geçtikten sonra bi mola yeri daha bulduk. Kimse inmedi aşağıya zaten iyice de geç oldu, saat nerdeyse 24.00… Şoförler yemek yemek için indi. Bende biraz gezinmek istedim. Bacaklarım açılsın biraz. Hediyelik eşyalara baktım. Anahtarlıklar, tesbihler, tahta çatallar, bıçaklar, tahta şekerlikler… Hediyelik eşya mağazalarını kim sevmez. Bir bardak çay içmek için ön taraftaki masalardan birine oturdum. Masalar bomboş, içeride oturan bi-kaç kişi var. Çay içiyorum ve beş-on metre ilerimde, çizmeli adamlar otobüsün camlarını yıkıyorlar. Derin bir esneme. Artık pek dayanacak gücüm kalmamış sanırım. Bir an önce evde olmak istiyorum şimdi.

Tekrar otobüse dönüyoruz. Artık mola yok. E, tabi otobüs te tekrar bozulmazsa saat üç gibi İstanbul’da oluruz. Karanlık yolları oldum olası sevmem. Gece yolculuklarını vs.. Ama yapacak bir şey yok.

Biraz uyuklamış olmalıyım. İstanbul tabelasını okuyamadan girmişiz İstanbul’a. Gerçi beni İstanbul tabelası çok etkilemiyor. Boğaz Köprüsü beni ‘İstanbul modlarına’ sokar. Muavin yanaştı ve nerde ineceğimi sordu. Normal şartlarda otobüs tam kapımın önünden geçer. Zaten bu otobüsten bilet almamın nedeni de bu idi. Ama 60 kişilik olunca otobüs bırak bizim sokağı, Gültepe’ye bile girmedi. Bende 4.Levent’ten taksiye bindim mecbur. Babamı dinlemedim ya, bi on milyon da gece tarifesine gitti öyle…

Aslında çok önemli bir şeyi kaçırdım sanırım; sağ-salim evimin kapısını görmek… En önemlisi bu işte. Ellerimdeki çantaları yere koyup anahtarımı bel çantamdan çıkarıyorum. Asansörden inip, son katı merdivenlerden çıkıyorum. Evim çatı katında, yedinci kat. Dairemin kapısını açıyorum, ev bıraktığım gibi.

Ellerimdeki çantayı bırakıyorum. Sıcaktan bunalmış biraz içerisi. Balkona çıkıyorum, aksi bişey yok. Kuşlar için koyduğum su tası devrilmiş. Sanırım martılar uğradı balkonuma. Üstümdekileri çıkarıyorum. Yatak cennet gibi görünüyor gözüme. Üstündeki ince örtüyü kaldırınca, kırk yıldır görmediğim bir sevgili gibi yastığıma sarılıyorum. Öyle yorulmuşum ki.

Ne otobüs kaldı, ne de bitmek bilmeyen yol… Hepsi hikaye imiş meğer, bi yol hikayesi…

Beni okudunuz, teşekkürler…

Kurtalan, 08/Haziran/2007

 
Toplam blog
: 15
: 457
Kayıt tarihi
: 19.09.07
 
 

İnsan kendini nasıl anlatır; " İstanbul'da doğdum" diye başlayayım. Anı-deneme türünden, gündelik..