Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Eylül '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Geçen hafta sonu bugün: "Foça'da mıydım neydim ben?"

Geçen hafta sonu bugün: "Foça'da mıydım neydim ben?"
 

Sabaha uyandığımda o beni beklememiş, neredeyse öğleye varmıştı. Çayımı koymadan, günümü aydınlatan güneşin, şu eylülün son günlerindeki o sıcak şımarıklığını fark edince, “Bu kahvaltı içerde olmaz” dedim kendi kendime ve balkona çıktım; hafif esen rüzgâr yüzümü okşayıp, yasemin kokularıyla “günaydın” derken, anladım ki bu bir davetti. Hemen elektrik ocağımı balkona taşıyıp, çaydanlığı üzerine koydum, sofrayı hazırlayana kadar çay ancak kaynayıp demlenirdi.

Özlemiştim... Evimi, evimde, ille de balkonumda tek başıma kahvaltı yapmayı. Sahi geçen hafta bugün neredeydim ben? Bayramın ilk günüydü, sabah evladımla kahvaltı yapıp, elimi öptürmüş, bayram harçlığını verdikten sonra hızla hazırlanıp çıkmıştım. Öyle hızla çıkmıştım ki, ne olur olmaz diyerek yanıma almayı düşündüğüm kırmızı hırkamı almayı unutmuştum da sonra oğlumu arayıp durağa getirmesini istemiştim; otobüsü kaçırmamak için. Oysa ne kaçırması, bekledikçe gelmedi Karşıyaka otobüsü de Konak üzerinden gittim ben de. Sevgili Neşe (Evrim) ve Sema (Şener) ile buluşmak üzere sözleştiğimiz saatten yaklaşık bir saat sonra oradaydım. Otobüsten ineceğim sıra çaldı telefonum ve az sonra iki güzel kadını taşıyan Zonguldak plakalı bir araba durdu önümde. Karşılıklı “hoş geldin” lerimizden sonra atladık arabaya ve…

Ve şarkılar eşliğinde, şarkılardan fallar tutarak, zamanı unutarak Foça’ya vardık. Evet, geçen hafta bugün Eski Foça’daydık. Hiç telaşlanmadan arabayı park ettik, yerini beğenmedik, başka yere park ettik. Sonra usul usul deniz kenarına geldik; sakindi Foça biz de sakinliğini bozmak istemedik. Yürüdük kıyı boyunca, yenilenen binaların aralarındaki “eski”lere takıldı gözlerimiz; banka binalarını sevdik, yok “para” ile işimiz yoktu, banka binaları genellikle eski evlerden seçilmişti; pek beğendik.

Kıyıdaki köprünün üzerinden, bir koydan diğerine geçerken, denizin içeriye sokulduğu, etrafı çitlerle çevrilmiş küçük kayalık alana, çitleri aşıp çıkmak istedim ama engellendim yol arkadaşlarımca. “Boş boş” resimlerini çektiler; tıpkı Neşe’nin evinde, benim yattığım odanın duvarında asılı olan suluboya resimdeki gibiydi. (Tıpkı olduğunu gece tekrar baktığımda daha iyi anladım; ressam iyi resmetmişti.) Memleketimin diğer yörelerine inat güneşin bizi sarıp sarmaladığı, ısıttığı bir gündü, sıcaktı. Az ötede sakız dondurmacısını görünce “Size dondurma ısmarlayayım?” mı dedim, ne de olsa “ortak kasa” bendeydi. Dondurma gibi dondurmaydı gerçekten, keyfimize keyif, rengimize renk, tadımıza tat kattı.

Yol boyu mekanları gözledik, en çok deniz kenarında kaldırımın bittiği yerdeki pansiyonu beğendik; Neşe’nin bildiklerini paylaşmasının da katkısı vardı bunda ya konumu da çok hoştu. Az ilerden geri dönüp sokağa çıktığımızda, kaldırımın kenarında, onlarca çiçeğin ortasında kaybolmuş yaşlı bir kadınla çiçek-buruna geldik. Resimledik. “Benim gibi bir kadını çekip de ne yapacaksınız?” dese de poz verdi bize.

Biraz yorulduk mu ne, “çay molası” verdik kıyıdaki “çay rıhtımı”nda. Sonra attık kendimizi dar sokaklara, her eve, her çiçeğe baktık; yaşanmış hayatlardan ille de sevdalardan izler ararcasına. Beğendiğimiz her köşede olamasa da fotoğraf çektirdik; bir çocuk ya da beyefendi, birini bulursak üçümüz, bulamazsak ikimiz ya da birimiz. Kendimiz olmadan da fotoğrafladık Foça’yı, fotoğraflayamadığımızı da yüreğimize resmettik.

Acıkmıştık, artık balık yeme zamanıydı, Tansaş’a varmadan az önce, rıhtımda sıralanmış balıkçılardan birine oturduk rastgele; kaldırımın hemen ötesinde, kayıklardaki balıkçılarla karşılıklı rakı içtik. Yok biz rakı içmedik, kaptırdım kendimi maviye, dalıp gitmişim... Önce balık beğendik, şefin tavsiye ettiği lagos balığı öyle lezzetliydi ki, parmaklarımızdan yağlar damlayarak yedik. Yanında şerefimize bir şişe de şarap yuvarladık. Ve şarabın mı, mavinin mi bilinmez, esrikliğiyle yavaş yavaş geri yürüdük. Bu kez beni engellemelerine fırsat vermeden, çitleri aşarak çıktım, Neşe’nin yaptığı suluboya resimdeki kayalıkların üzerine ve bir sürü fotoğraf çektirdim; o suluboya resimde bir eksik vardı, “boş boş” kalsın istemedim, onu tamamladım:) Aynı yerin ikinci bir resmi de yapılabilir, değil mi sevgili Neşe?

Güneşin, Siren Kayalıkları’nın ötesinde, o muhteşem batışını, Foça’yı hemen geride ve aşağıda bırakıp, sağa doğru dönüverdiğimiz yerde izledik. Akşamın alaca karanlığı geceye dönerken, gri hücrelerimizde yaşadığımız günün güzelliği, dilimizde kelimelere dönüşüp, ille de yüreğimize şarkılar söyletiyordu ki aydınlık şehrime vardık.

“Özlemiştim... Evimi, evimde, ille de balkonumda tek başıma kahvaltı yapmayı.” Soframda; erkek kardeşimin memlekette yaptırdığı peynir, anamın yapıp kız kardeşimin getirdiği yeşil zeytin… Ayten’in annesinin, ben sevdiğim için gönderdiği ev salçası, Zehra’nın, evime gelirken Osmani’yeden getirdiği bakır sahanda pişirdiğim, Mürvet’in kardeşinin getirdiği Afyon sucuğu ve ille de Neşe’nin yaptığı böğürtlen reçeli, tek başıma kahvaltı yaptım.

Sevgiler, ne zamandır anlatmayı özlediğim; “İzmir’imde bir Pazar sabahı kahvaltısı” yazımdan yansıyan mavilerle.

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..