Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '12

 
Kategori
Blog yazarları tartışıyor!
 

Geleceğimizi, ahlâksız bir nesle emanet etmek ister miyiz?

Geleceğimizi, ahlâksız bir nesle emanet etmek ister miyiz?
 

"Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonradan annesi babası onları farklı inançlara yönlendirir ve ona göre yetiştirir."


Son yıllarda ülkemizde bir “ahlâk zaafı”nın yaşandığını, insanların eskisinden çok daha farklı davranışlarda bulunduğunu, vicdansız ve acımasız hareketlerin çoğaldığını biliyoruz, görüyoruz ve bundan da şikâyetçiyiz. "Dinden uzaklaştığımız için bu duruma düştüğümüzü" iddia edenler olduğu gibi, konunun çok ciddi olan sosyolojik ve kültürel boyutunu bir kenara bırakarak, bu değişimi tamamen günlük siyasi bir polemikle “Ak Parti’nin iktidarda olması”na bağlayanlar da var.

Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki, toplumun bu tür değişim göstermesi 3-5 sene içinde olacak bir durum değildir. Toplumu temelden etkileyen bu tür değişimler, 20-25 yıllık bir süreçte ancak oluşur. Yani bir nesil değişimi söz konusudur. 

En büyük sıkıntı, ekonomik olarak insanların “kazanç” uğruna bir anlamda her şeyi göze alması,  insanî değerleri tamamen defterden silmesi, para kazanabilmek için hak hukuk dinlemeden her çareye başvurabilmesi, tabi bu arada güçsüzlerin hakkını yiyebilmesi ve gerektiğinde onları ezebilmesidir.

Aslında bütün dünya toplumlarının üzerinde durduğu ve şikâyetçi olduğu bu problem, sanıldığı kadar basit olmadığı gibi, çözümü kolay da değildir?

Hemen ilk fırsatta aklımıza geliveren çözüm “polisiye tedbirlerin artırılması” olacaktır biliyorum.

Anadolu’nun bazı küçük kasabalarına bir vesileyle yolu düşenler bilirler, esnaf namaza, tuvalete giderken veya kısa süreli bir işi olduğunda, dükkânının kapısını kilitlemez, sadece kapıya taburesini koyar. Bu onun içeride olmadığının bir göstergesidir.

Şimdi böyle bir manzaraya karşılık, her kapıya üstüste ikişer kilit vurulmuş, ayrıca önüne birer polis dikilmiş dükkanların bulunduğu bir çarşıyı düşünün. İnsanlık açısından hangisinde bir tuhaflık vardır?

Şunu demeye çalışıyorum ki, birey olarak insanları belli bir ahlâkî metotla eğitmeden, onları başıboş bırakıp sadece polisiye tedbir almakla bu tür sorunlar çözülmez. Çünkü böyle bir durumda güvenilir polis de yetişmez. Onun başına bir kontrolör, onun da başına daha üst kontrolör dikmeniz gerekir.

Ama sonuçta bunların hepsi aynı hamurdan yoğrulmuş insansa, yaptıklarınız hiçbir sonuç vermez.

Dünyanın her yerinde her devlet, her toplum ve özellikle de her aile, çocuklarını belli bir eğitim düzeniyle yetiştirmeye, onların iyi bir vatandaş olması için özen göstermeye gayret eder. Amaç iyi bir nesil yetiştirip, geleceği güvenli bir şekilde o nesle emanet etmektir.Bunun da en etkili ve en kestirme yolu, çocukları ahlâklı yetiştirmektir.

Bunda sanırım hepimiz hemfikiriz.

Ahlâk meselesi, son on yılda ülkemizde tartışmaya başlanılan bir mesele değil, insanın yaratıldığı günden beri tartışılan, felsefenin de ana temasını oluşturan geniş kapsamlı ve karmaşık bir konudur. Çünkü insanın dünyadaki bütün davranışları ahlâkî çerçevede ele alınır ve değerlendirilir.

*****

Din kısaca, “kuralları Allah tarafından belirlenen ve insanları O’na ulaştıran yol” demektir.

Kişiye, dünya hayatı boyunca  yaratıcısına, kendisine, çevresine, topluma ve diğer varlıklara karşı nasıl bir davranış içerisinde bulunması gerektiğini öğreten din, hem iyilik hem kötülük yapmaya uygun şekilde yaratılan insanın dünyaya ilk gelişiyle birlikte yürürlüğe girmiş bir sistemler bütünüdür.

Bu durum Kur’an’da, “insanın başıboş bırakılmadığı” gerçeği  ile vurgulanırken, gelip geçici olan dünya hayatında yapılan iyi-kötü her işin bir karşılığı olacağı ve ebedî hayatta hesaba çekilerek herkesin mutlaka, yaptığı iyilik için mükâfat, kötülük için de ceza göreceği açıkça belirtilmiştir.

Bu çerçevede dini, “tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan Allah’a bağlı bir hayat sürdürmek” diye tarif edebiliriz.

İlk bakışta çok zor ve karmaşık gibi görünmesine rağmen, bu hayatın nasıl yaşanacağını, dini açıklayan ve insanlara tebliğ eden peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in bir hadisinden öğreniyoruz: “Din, güzel ahlâktan ibarettir.”

Ahlâk, “Bir toplumda, kişilerin davranışlarını düzenleyen ve herkesin uyması gereken kurallar” demektir.

Tamamen toplumun ve bireylerin huzurunu, mutluluğunu, rahatını, düzenini sağlamaya yönelik bir sistem olarak yorumlayabileceğimiz ahlâk, aslında dünyanın her yerinde, her ülkede, her toplumda, vatandaşların hal ve hareketlerini düzenleyen yasalarla paralellik arzeden, yazısız ve müeyyidesiz tavsiyelerden ibarettir.

Dünyanın hemen hiçbir yerinde yasayla çatışan ahlâk kuralına rastlanmaz.

Eğer insanlar, ahlâkî kuralları hakkıyla uygulayabilseler, belki yasalara, hakimlere, savcılara, askerlere, polislere, jandarmaya da gerek kalmazdı.

Ne yazık ki, aklı selim sahibi herkesin bildiği ve yapması ya da yapmaması gereken şeyleri, yine kendi iradesiyle ihmal etmesi veya ters davranması engellenemediği için kanunlara başvurulmuş, suça denk düşen cezalar konulmuş, anlaşmazlıkları çözmek üzere mahkemeler kurulmuş, daha da aykırı fiillerin önüne geçebilmek için kolluk kuvvetlerinin kurulmasına gerek duyulmuştur.

*****

Kişisel olarak insanların iç dünyalarında, çeşitli etkenlerle ahlâka karşı oluşan tavrın geçmişi de herhalde yine ilk insana kadar uzanır.

Daha farklı ve kitlesel halde ahlâkla çatışma, demokrasinin getirdiği özgürlük ilkesinin nasıl anlaşılacağı tartışmasıyla daha da alevlenmiştir denebilir.

Şu an gündemimize oturan tartışmanın odak noktası da budur.

Özgürlük, başka bir gücün baskısı altında bulunmamak, bir kısıtlamaya ve şarta bağlı kalmadan serbest olmak demektir.

Peki, bireysel olarak insana rahatlık ve öz güven sunan, belki de yeteneklerinin gelişmesine katkıda bulunan, özellikle de mutluluk ve huzur veren bu davranışın sınırı yok mudur, ya da olmamalı mıdır?

Elbette ki buna “vardır ve olmalıdır” cevabını vermek zorundayız.

Sınırsız bir özgürlük, başıboşluk anlamına gelir ki, herkes kendi halinde başıboş bir hayat yaşamaya kalktığında, olabilecekleri hesaplamak bile mümkün değildir.

Dolayısıyla insan kendine verilen özgürlüğü, belli bir çerçevede kullanmak zorundadır. Bunun da sınırı ve herkes tarafından kabul edilen ölçüsü, başka bir insanın özgürlüğünün başladığı yerde bizim özgürlüğümüzün bitmesidir.

Neticede demokrasi sadece bize değil, her insana eşit fırsat tanımakta, insanlar arasında hiçbir şekilde ayırım yapılamayacağı gerçeğini de beraberinde getirmektedir.

Bu aynı, yanyana bahçeleri olan insanların, birbirlerinin sınırlarını ihlâl etmeden, birbirlerine zarar vermeden, kendi tarlalarını rahatlıkla ekip biçmeleri, sulamaları, istediği bitkiyi yetiştirmeleri gibi bir uygulamadır.

Köylerde sınır kavgaları yüzünden insanların birbirleriyle dalaştıkları, hatta sonu yaralanmalara, ölümlere varan kavgalar etikleri çok görülmektedir.

Şehir hayatında da davranışlarıyla başka insanların özgürlüklerini ihlâl edenler arasında çatışmalar çıkması kaçınılmazdır.

Yine bilinmesi gereken diğer en basit kural da, bireysel özgürlüğümüzün toplum menfaatiyle çatışması halinde, toplumsal çıkarların ön plana alınacağıdır.

Tamamen “insanî bir düzenleme” olarak nitelendirebileceğimiz ahlâka, bu yönüyle kimsenin karşı çıkması beklenemez.

Öte yandan ahlâkın aslında din kaynaklı olması, dinî çevrelerin yüzeysel olarak ona daha çok sahip çıkması, ahlâkın bir anlamda dinle özdeşleştirilmesine sebep olmuştur.

Dinî literatürde de bu böyledir. “Din güzel ahlâktan ibarettir” hadisini düşünürseniz, bunun aksini iddia etmek de mümkün olamaz.

Sayın Başbakanımızın “Dindar nesil yetiştirmek”ten kastı da, bu bağlamda “ahlâklı nesil yetiştirmek”ten başka bir şey değildir.

İçimizde bunu böyle anlamayanların olabileceğini de sanmıyorum.Ancak siyasi çekişmeler, farklı kulvarda yol almak hevesinde olanlar, bile bile bu söylemi anlamazlıktan gelmeye veya yanlış anlamış gibi yapmaya özen gösteriyorlar.

Evet, kendine “dindar süsü ve görüntüsü” verdiği halde, dinî gereklerin pek çoğunu yerine getirmeyen, dolayısıyla ahlâklı bir görünüm de sergileyemeyen bazı kişi ve grupların hali, insanları dinden ve “din” adı geçen her şeyden soğutmuştur, bunu kabul ediyorum.

Fakat kabul etmek gerekir ki, bu sonuçta, dindarlığı bir tür slogan olarak kullanmaktan öteye amacı olmayan, dini biliçli veya bilinçsiz şekilde çıkar amaçlı olarak kullanan kişi ve gruplar kadar, bu görüntüyü verebilmek için çaba gösteren din karşıtı kişi, kurum ve kuruluşların da büyük etkisi vardır.

En basitinden, dinin gerçeğine ve gerçek dindara saygı duyulmayınca, “din ve dindarlık”, din gösterisi yapan sahtekârların tekeline geçmiş, daha doğrusu öyle gösterilmiştir.

Yaptığımız yanlışlardan en belirgini şudur: Davranışları, dinle ve bizzat kendilerinin dinî söylemleriyle alâkasız olan ve hatta ters düşen kişileri, biz ısrarla “dindar” olarak göstermeye ve onların yanlış uygulamalarını da etrafa “işte övgüyle bahsedilen din” diye alay ederek tanıtmaya devam ediyoruz.

Oysa çok iyi biliyoruz ki, o yapılanlar gerçek din olmadığı gibi bunları yapanlar da dindar değil, sahtekârdır.

Bu kişileri kınamak ve yargılamak adına, karşı bir cephe oluşturmak yerine, doğru bildiklerimizi biz uygulasak ve doğru uygulayanlara da saygı duysak, onlar zaten iyot gibi açığa çıkacaklardır.

Böyle bir durumda kullanmamız gereken tek kelime “sahtekâr”dır.

Oysa biz nedense bunun yanına bir "müslüman" veya "dindar" kelimesini de ekleme ihtiyacı duyuyoruz. Sahtekâr müslüman veya sahtekâr dindar...

Sahtekârdan ne dindar ne müslüman olabilir, ne de müslümandan sahtekâr...

Birbirine zıd bu iki kavramın yanyana konulması kadar yanlış bir şey de olamaz.

Yine çok sık tekrarladığımız bir diğer hatalı davranış da, kızdığımız, kınadığımız bu insanların yaptıklarının yanlış olduğunu bas bas bağırdığımız ve “doğrusu şudur” dediğimiz halde, nedense o doğruları bir türlü kendimizin yapmamasıdır.

İçimizde öyleleri var ki, dindarlarla aynı kefeye konulmamak için, neredeyse evrensel ahlâk kurallarına uymaktan bile nefret eder hale gelmiştir... Oysa insan için iyi, doğru ve güzel olan her şeyi, koşulsuz olarak yapmak durumundayız.

*****

Bütün mesele insanı iyi yetiştirme ya da iyi insan yetiştirme noktasındadüğümlenmektedir.

Dünyanın her yerinde aileler iyi bir evlât yetiştirmek isterler. Kimse “ahlâksız bir çocuğun annesi ya da babası” olmak istemez. Devlet de bir anlamda geniş bir ailedir. O da vatandaşlarının ahlâklı olmasını ister. Eğer dinî terbiye bunu sağlamakta etkinse, dindar olmasını da ister.

Demokratik şartlarda bu ülkede yaşayan vatandaşların çeşitli dinlere, mezheplere, felsefi düşünce ve kanaatlere sahip olduğunu düşünürsek, her aile kendi inancı ve inançsızlığı çerçevesinde, devletin “ahlâklı bir nesil” yetiştirme arzusunu sevinçle karşılamalı, kendisi de bu arzunun gerçekleşmesi için katkıda bulunmalıdır.

Dini, siyasi bir partinin tekelindeymiş gibi değerlendirmek, yapılan bazı yanlışlar muvacehesinde siyasi tarafı ağır basan tenkitlerimizi ve karşı çıkışlarımızı da ortaya koyarak, kendimizi başka bir konuma sokmak yerine, doğru bildiğimiz her şeye dört elle sarılmalı, onların yanlış uygulanmasına ve yorumlanmasına izin vermemeliyiz.

Bunun en güzel yolu da, o doğruları bizim yapmamızdır.

Sadece yanlışları tenkit ederek doğruya varmak mümkün değildir. Birilerine kızıp “ben çocuğumu dindar ve ahlâklı yetiştirmeyeceğim” diyerek bir tepki göstermek mümkün.

Fakat bunu söylerken şu sorunun cevabını da birlikte düşünmemiz gerekir:

Peki, biz çocuğumuzu nasıl yetiştireceğiz?

İşte bu gerçeği göz önünde bulundurarak tepkisel davranmak yerine, akıllı ve mantıklı davranmak zorundayız. Geleceğimizi gönül rahatlığıyla emanet edebileceğimiz ahlâklı nesillere ihtiyacımız var. Bunun için hepimiz, elimizden geleni yapmaya mecburuz.  

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..