Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '07

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Gelinciklerin dansı: Belçika' dan Adana' ya (1)

Gelinciklerin dansı: Belçika' dan Adana' ya (1)
 

Baharı yaşamak için Balcalı dışına doğru yol aldığım bu hafta sonunda nereye gitmeli derken kendimi önce Deliçay’da, sonra Hocalı Köyü’nde buluverdim. Ve daha sonra da Adana kent merkezinin kuzeyinde yer alan ve son birkaç yıldan beri Seyhan Irmağı üzerinde Adana’nın içme suyu deposu görevi üstlenen Çatalan Barajı kenarında, adlarını henüz bilmediğim köylerden birini keşfetmeye karar verdim. Yalnız sekiz, on kilometre uzakta olduğunu kestirdiğim herhangi bir köyün kırsal dinginliğinde bir gün geçirmek, insanlarla tanışmak iyi bir düşünce gibi geldi bana. Üstelik programsız, şansa bağlı ve kuralsız.

Hocalı Köyü’nü geçince, yazları kuruduğu belli olan bir dere yatağı boyunca Doğuya doğru uzanan köy yolu aniden doksan derece fakat geniş bir açıyla Kuzeye kıvrılıp derecikten ayrılırken yamacı ve yol kenarlarını örtü gibi kaplamış olağandışı bir kızıllık dikkatimi çekti. Başını çam ağaçlarından koyu yeşil bir eşarpla kapatmış tepenin Güneye doğru uzattığı, ince tülden çimen yeşili balerin eteği gibi uzanan yamacında o kadar yoğundu ki… Sanki Adana’da yılların tören alanı Uğur Mumcu Meydanı’nda, arka arkaya dizilmiş, minik gırtlaklarından heyecanlı ve cıvıltılı tonda bir marş haykırışıyla yürüyen ilköğretim çocuklarının ellerindeki binlerce 23 Nisan bayrağı gibiydiler. Onlar da kırsal ortamda heyecanlı bir gösteri yaparcasına neşe dolu ve coşku içindeydiler. Biraz yavaşlayınca bu yoğun kızıllığın nedenini anladım, daha doğrusu gösteri yapanları tanıdım. Üzerine benim de şiirler1 yazdığım gelinciklerdi bunlar.

Elbette tanıyorsunuz gelincikleri… Aslında herkes tanır bu kırmızı renkli kır çiçeklerini. Eski geleneklerde gelinlikler kırmızı olduğundan Türkler onlara çok yerinde bir benzetmeyle “gelincik” adını vermişler. Belki de tam tersine, gelinlerin giymesi gereken özel rengi seçerken gelincikten esinlenmişlerdir. Kim bilir? Ancak bilinen odur ki onların adı gelinciktir ve Tanrı onları çok güzel, ama bir o kadar da narin yaratmıştır. Narinlikleri yalnızca görünümleriyle değil, fakat aynı zamanda çiçeklerinin henüz tomurcukken yeşil renkli, üzeri tüylü, dar oval bir kılıf içinde şıkışmalarından dolayı hafifçe kırışmış kadifemsi bir dokuya sahip ileri gelmektedir. Koparıldıklarında, önce birkaç damla yapışkan sütü akıverir elinize ve yalnız birkaç dakika içinde solarlar, o güzelim taç yaprakları dökülüverir. Bilen bilir, gelincikler yalnız doğada seyredilir bu yüzden. Hani kent parklarında çiçekleri korumak için baş köşeye çakılıp ta çiçekleri bile gölgede bırakan iğreti ve çirkin metal tabelalar üzerine yazılan “Çiçek dalında güzeldir” öğütsel uyarısı vardır ya, sanki gelincik koparan birilerince söylenmiş bir söz gibidir. Çünkü, o kimse muhtemelen özgürlüğüne çokça düşkün gelincikleri toplayıp bir vazoya koyarak eve hapsetmek istemiş ve onların anında kırmızı taç yapraklarını dökerek kendisini protesto ettiğini görmüştür. “İşte öğrendin beni doğada bırakman gerektiğini. Bir daha beni vazoya koymak istemezsin” şeklinde verdiği yokoluş tepkisi, kendi çocuklarını korumak içgüdüsüyle yapılan bir gelincik öğretisidir, onlara insan elinin ilk değişinden beri. Ancak bu oldukça narin otsu çiçekler çok çetin yerlerde bile yaşama gücüne sahip olacak kadar güçlüdürler de. İyi bir Anadolu gözlemcisi, Türkçe’yi doğal ve şiirsel bir akıcılıkta kullanabilme yeteneğinin doruklarına ulaşmış gerçekçi bir Türk edebiyatçısı olan Fakir Baykurt’un gözüyle en olmaz topraklar üstünde bile yaşayabilme gücüne sahiptirler. Çirkin, düzensiz ve kuralsız biçimde tüketim eşyası reklamları yerine, çoğunlukla çiçekler üzerine yazılmış dünya edebiyatından seçme şiirleri sanatsal bir düzende yüzlerce evinin duvarında sergileyen Hollanda kenti Leiden’da Havikshorst 1, 74 numaralı evin duvarında -üstelik Türkçe- yer alan “Gelincikler” şiirinin ilk dörtlüğünde:

En olmaz bir toprağın üstünde
Uyanmışlar gün ışığında
Kaldırmışlar başlarını
Salınışları coşkuyla …

diyerek tanımlar Baykurt onları. Çok deneyimli bir gözlemle ve son derece yalın güzel bir Türkçe’yle. İlk kez Anadolu’nun Sümerleri keşfetmişse de 400’ün üzerinde türüyle dünyanın her yerinde görmek mümkündür onları. Neredeyse çöller ve buzullar dışında dünyanın hemen her köşesinde, her ülkesinde boy gösterirler denebilir. Hiçbir insan onların güzelliklerinden mahrum olmasın diye. Kırların bu narin ama narinliğine karşın güçlü güzel çiçeğinin, kültür ve sanatın hemen her alanında da duygusal bir nesne, bir esinlenme kaynağı olduğunu belirtmeden geçmek olmaz. Ünlü Vincent van Gogh’un “Gelincik Tarlaları” başta olmak üzere birçok gelincik yapıtında; ünlü veya ünsüz binlerce resimde, onbinlerce şiirde, binlerce öyküde ve romanda birer motif, model ve esinlenme aracıdırlar. Ancak, bu sanatsal esinlenme perileri, çok ünlü olsalar da aslında son yıllarda gittikçe baskınlaşmakta olan kentlilik (urbanizm) nedeniyle unutulmak üzereler. Şöyle ki kader insanları götüreceği yere götürürken günlük işler, telaşlar, sevinçler, üzüntüler, hırslar ve ne bileyim işte hergün yaşanan insansı şeyler onları yaşadıkları ortamlarda görmemizi, daha doğrusu anlamamızı çoğu kez engeller. Bazen de anlayacak ve görecek gibi oluruz da, şu bildik A, C, G, T bazlarının kodladığı genetik dizilişin; genomik programın mutasyona dirençli bir parçası “Neler oluyor? Gelincikler karın mı doyurur?” gibisinden caydırıcı sorular soran mekanizmaları harekete geçirir beynimizde. Bu yüzden onları, doğada bulunan, bulunması gereken kırmızı renkli yaban çiçekleri olarak görüp geçeriz. Oysa yaşam, karın doyurmaktan ibaret değildir ve gözlerin, gönüllerin yani ruhun da doyurulması gerekir. Ben bugün genetik dizilişin maddeci dayatmalarına aldırmamakta kararlıyım. Bugün, kış uykusundan uyanıp Nisan yağmurlarıyla duşunu almakta olan doğanın kucağında onları izlemek, daha doğrusu biraz daha uzun bir zaman ayırarak gözlemek geliverdi içimden.

Göğsümün sol tarafından gelen sese kulak verdim de. Arabamı durdurup, yolun ve onun sağında bulunan dere arasındaki yeşil şarampolda yürümeye başladım. Bir yandan yürürken diğer yandan hem dere kenarında hem de yamaç üstünde gelincikleri izlemeye koyuldum. Sonra, dere kenarında derenin delikanlılık yaptığı güçlü bir sel sırasında ancak bulunduğu noktaya kadar sürükleyebildiği ve ikinci bir benzerini göremediğim bir kaya parçası çıkıverdi karşıma. “Buyur, otur buraya“ dercesine. Gelincik gösterisini rahatça, oturarak izlemek; her attığım adımda gördüğüm onlarca farklı bitki arasında yalnız gelincikleri daha bir ayrımcı süzebilmek için tribünler de hazırdı artık. Demek ki, onları görmek ve seslerini daha yakından duymak bu yıl ve bugüne kısmetmiş diye düşündüm. Şanslıydım, dedim ya, bu gün özel bir gün olmalıydı. Yağmur ince ince yağıyor, sonra aniden duruyor ve on, onbeş dakika aradan sonra yine yağıyordu. Aldırmıyordum, bu kadarcık ıslanmaya, üstelik şarkılara, şiirlere meze olan Nisan yağmuruysa değerdi. Hızla Kuzeye doğru akan bulutların önünden geçişine fena halde bozulan ve hastalanmışa benzeyen, bir görünüp bir kaybolan güneş ile yağmurun dönüşümlü olarak sahneye gidip gelmeleri de gelincik gösterisinin bir parçası olmalıydı. Çünkü, güneş bulutlardan kurtulunca parlıyor ve kızarıyorlar; bulutlar perdelediğinde ise bir ton koyuya kaçıp matlaşıyorlardı. Adanalıların Güney’den, Akdeniz sahillerinden estiğini ve emlak fiyatlarını belirleyici bir etmen olduğunu adı gibi bildiği rüzgârın, bu dere kenarındaki görevi yalnızca gelinciklerin gönüllerindeki coşkulu aşk ateşini serinletmek ve onları dansa kaldırmaktan ibaret görünüyordu. Güney rüzgârı esiyor, gelincikler durmaksızın dans ediyordu.

Bir ara rüzgârın anlık durmasını fırsat bilip bakışlarımı çevremdeki gelinciklerin bu aralıksız dansından bir köylünün çam ormanıyla yaptığı mücadele sonunda kazandığı belli olan tarlasına doğru uzatıyorum. Orman yangını ile kazanıldığı, her nedense ortasında tek başına kalan çam ağacıyla kanıtlanacak kadar açık olan, tepeye yakın buğday tarlasına bakıyorum. Orada da, yeşil köpükler saçıp dalgalanan ve birkaç ay içinde altın sarısı berekete, kazanca dönüşecek buğday başaklarını ve bunların ortasında dans eden kırmızı gelincikleri görüyorum. Buğday başaklarının yarattığı yeşil zıtlık nedeniyle yar dudağı, yar yanağı gibi daha bir sıcak, daha bir ateşli kırmızıya dönmüş görünüyorlar. Daha yaz güneşi olarak olgunlaşmamış yani yakıcı turuncuya kaçmamış olan güneşin mavi gökten süzülerek inen limon sarısı ışınları ve meltemsi rüzgarın özlemle dokunduğu gelincikler sağa sola, öne arkaya gidip geliyorlar, dalgalanıyorlar. Önce rüzgârın yaklaştığı taraftakiler başlıyor dansa, sonra arkadakiler, sonra daha uzaktakiler. Belli ki köylünün gözünden kaçırmış olduğu bu gelincikler ince düşünülmüş bir dans kareografisini daha önce birçok kez sınamışlar. Gözden kaçırmak deyince, bizim Fakültenin Bitki Koruma Bölümü’nden Nezihi Uygur Hoca’nın kulakları çınlasın. Onun, buğday dışında her bitkiyi -ister arpa, ister nohut yahut bezelye gibi kendi tarlalarında kültür bitkisi olsalar da- buğday tarlasına girdiklerinde yabancı ot sınıfına koyduğunu söylerler. Hele gelincikler… Bitki korumacılara, aslında tüm çiftçilere göre, buğday tarlasına indiklerinde tartışılmaz yabancı otturlar. Bu tarladaki gelincikler yabancı ot olarak hala yaşadıklarına göre oldukça şanslılar. Bu kültür bitkilerinin yoğunluğunda, arasında bir şekilde bir yolunu bulup doğmuşlar ve yaşıyorlar. Her ne kadar dere ve yol kenarında olanlar kadar komünal bir coşku yaşamasalar da şanslılar.

İyi ki şanslılar, iyi ki köylüler birkaç tanesini gözden kaçırıyorlar diyor insan. Çünkü, narin ve güzel gelinciklerin bıyıkları henüz terlemeye başlamış buğdaylarla, başaklarla yaşadığı aşkı görebilmek bazen böyle vurduymazlıklar gerektiriyor. Yoksa onların başaklarla el ele, yanak yanağa dansını nasıl görebilirdik ki? Ara sıra çevresel sorunları duyup bunaldığımızda “Doğa, doğal oyununu oynamak yani kendini korumak için her zaman bir yolunu bulur” dediğimiz olur ya gelincikler de ne kadar dikkat edilirse edilsin, ne kadar istenmez olursa olsunlar buğday tarlalarında yaşamanın bir yolunu buluyorlar. Çünkü, onların tohumlarında gizli bir yaşam iksiri olduğundan etrafında çimlenmesini ve büyümesini engelleyecek bitkiler veya engeller varsa en uygun zamanda çimlenmek üzere yıllarca sabırla beklemesini biliyorlar.

 
Toplam blog
: 32
: 2489
Kayıt tarihi
: 23.05.07
 
 

çevre ve ekosisteme gönül vermiş, doğada dolaşan, doğayı seven ve doğanın dilini öğrenen ..