Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '16

 
Kategori
Anılar
 

Gezginci virüsü

Gezginci virüsü
 

yol ve çocuk


Latin Komünist Devrimi’nin yakışıklı gerillası Ernesto Che Guevara 23 yaşındayken yakın bir arkadaşıyla birlikte motosikletle Güney Amerika’yı dolaşmayı kafasına koymuştu. O yaşlarda tıp fakültesini bitirmek üzereydi. Giderken okulunu, ailesini ve aşkını ardında bırakacaktı. Sevgilisine veda armağanı olarak bir köpek götürdü. Adı, “Geri Dön” idi. Günlüğüne o anki duygularını bir Latin şairi ağzından yazdı.
 
"KALBİM O DİLBERLE YOL ARASINDA 
SALINIYORDU BİR SARKAÇ MİSALİ..."
 
Günlük sonrasını şöyle bitiriyordu:
 
“Ağzımda veda etmenin yarı acı yarı tatlı kalıntısıyla kendimi yeni diyarlara kalkan serüven rüzgârlarına teslim ettim”
 
Bir kez yollara düşmeye gör. Derhal bir yaşam biçimine dönüşmeye başlar yollar. Teker döndü mü bir kez, geri dönüp yerleşmek kendini terk etmeye benzer. Motosiklet Günlükleri’ni okuduktan sonra bu yolculuğun sonuçta neden Ernesto’nun hayatına mal olduğunu anlar oldum; ‘gezgin savaşçı virüsü” girmişti kanına. Devrim zaferinden sonra sıra koltuğa oturmaya gelince yerleşik yaşamı reddetmesi bu virüs yüzündendi. Fidel Castro ile tanışıp Küba Komünist Devrimi’nin hizmetine girdikten sonra da yolculuğunu başka diyarların dağlarında komünist devrim gerillası olarak sürdürdü.
 
 (Can Dündar’dan tozu atılmış alıntı)
***
 
Fidel kaldı ve devlet adamı oldu. Ernesto gezgin devrimciliği seçti ve öldürüldü. Komünizmin başarı bayrağı olamadıysa da, hayallere özgürlük bayrağı oldu. Bugün ölümünden bunca sene sonra adına şarkılar yakılıyor, resimleri gömleklere, şapkalara, çarşaflara basılıyor ve genç odalarının duvarlarını süslüyorsa, bu ondaki gezgin ve savaşçı ruhun “medeniyet kafesini” parçalayan özgürlük isyanına duyulan özlemin tutkusudur.
 
Bu özlemin gideriliş sırrı, geçmişin sorumluluğunu ve gelecek kaygılarını bir kenara sıyırıp, bavul tıkıştırmadan, önünü ardını ince eleyip sık dokumadan ufukların ardına kapatılmış zamanlara doğru açılabilme yiğitliğidir. Bunun için uzak diyarlara gitmeye de gerek yoktur; insan oturduğu yerde bile böyle bir yolculuğa çıkabilir. Yaş ne olursa olsun, hayallere doğru sadece kendinden sorumlu bir özgüvenle yolculuğa çıkmanın düşüncesi bile insanı mutlu kılmaya yetiyorsa, doğrusu bavulu denize atıp arkaya bakmadan yola koyulmaya değer… 
 
Âdem sırt çantasına bakıp, “benim kanıma gezgin savaşçı virüsü girmiş olamaz; çünkü ben maceraya değil kendimi gezdirmeye çıkıyorum; kendimi koluma takıp ‘bavulumu’ döke saça yürüyeceğim” diye aklından geçirirken, “Ben sırt çantasının içine sığarım; bendeki sadece yol virüsü” dedi gülümseyerek.
 
Bir tek günlük defterleri kalmıştı elinde; onlar da kalın mı kalındılar hani. Günlükleri sırt çantasının büyük cebine sıkıştıracaktı ki birini elinden düşürdü. Almak için eğildiğinde gözü açılan günlüğün sayfasına takıldı… Öylece dikilip ayakta okumaya başladı. Sanki etrafındaki her şey saygıyla geri çekilip bir boşluğa asılı kalmıştı. Okumayı bitirince “Vay be! Ne sevmiştim kara kızı; cızz etti içim” diyerek yavaşça koltuğuna çöktü. Günlüğü kapatıp kırılabilir bir eşya gibi özenle sehpaya bıraktı. Canı fena halde sert bir içki çekmeye başlamıştı. Evde olsaydı hepatit-C falan dinlemez kesin bir kadeh içerdi şimdi. Onun yerine kalktı kendine sert bir kahve yaptı. Kahvenin kokusu içki isteğini gidermişti her nasılsa. Ağzına bir parça sade çikolata atıp kahvesini yudumlamaya başlayınca çocukluk anılarını daha belirgin çizebilmeye başlamıştı. Duygularının heyecan hazzını sonsuza dek içine kapatmak istercesine günlüğü alıp arkasındaki boş sayfalara geçti ve yazmaya başladı:
 
* “Yirmi yıl sonra da birlikte olalım” diye yazmışsın. Okudukça çocuk yüzlerimiz günlüğün sayfaları arasından çıkıp ‘sobe’ diyor arkamda kalan ruhuma. Sararmış sayfada seni okudukça harfler gözlerime zıplayıp halının üstüne döküldüler, iki damla gözyaşımla birlikte…
 
Anıların özlem okları gözlerimi kapatan hayalinden kalbime batmaya başladı. Camdan içeriye giren ışık, masanın bacakları, açık penceredeki erik dalı uzay büklümleri gibi dönüyordu göz çevremde; dizimi ovalayan elimin şekilsizliğine anlam veremez oldum. Cisimlerin aykırılığı battı derimin altından. Dayanamadım kuytuları eşelemeye başladım. Eşeledikçe elime gelen her bir nesne terk edilen anıları çıkardı karşıma. Eski bir kitabın sayfaları arasında saklanan kırk yıllık yonca yaprağı tazelik günlerinin anılarını özlüyordu.”
 
Âdem çocukluk aşkını görmek için sararmış hatıra defterini yeniden açar:
 
“Seni arıyorum Gamze’lim. İşte buldum; kısa siyah saçlı, gözlüklü resmin karşımda. Sen fotoğrafını yapıştıran birkaç arkadaşımdan biriydin. Herkes en iyi arkadaşım olarak bir şeyler yazmıştı. Sen de; “Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,” diyen dizeleri benim için seçip, sonra da “seni doktor görmek istiyoruz” diye bitirmişsin. Bak işte bu dileğin gerçekleşmedi. Fakat ben sahiden de doktor olmak isteğimle tıp fakültesine başlamıştım. Nasip olmadı.
 
Bir de telefon numarası düşmüşsün resminin altına. Numara dört haneli. Adın ve soyadından bulabilirim belki yeni numaranı. Oturdum, önümdeki telefona bakakaldım; oturan bir mumya sessizliğindeydim. Zamanın gerçeklik çapına doğru büzüşen boşluğu elime alıp seyrettim. Çocukluktan başlayıp ilk gençlikte paylaştıklarımız, biriktirdiklerimiz bu boşluğun neresinde? Gençliğimizi yükleyip taşıyabilir miyiz yaşlandıkça ağırlaşan yıllara? Ya evliysen, çoluk çocuğa karıştıysan? Bilinmeyen numaraları aramak için kaldırdığım ahizeyi yuvasına yerleştirdim. Buluşup da ne yapacağız? O günler artık rengini kaybetti... Bunca yılın sonunda geriye kalan tek güzel şey, seni bir daha göremeyeceğim düşüncesinin dikenlerine asılı kalan kalbimin heyecanlanmış olmasıdır. Her şeye rağmen içimde hep sana rastlatacak bir kaderin beklentisine sarılmış olmaktan şaşkın ve garip bir mutluluk hissetmekteyim.
 
Yeni çıktım ellimden
Taş bir köprüden geçerken
Düşsem aynalı suya
Dönemem ki sana
Aksam yukarı aksam…
 
Ayağımı kırdığım günü hatırlıyorum, nasıl da telaşlanmıştın. Her sabah koluma girip beni okula taşımıştın. Gittiğinden beri kimse beni senin kadar merak etmedi. Hele bağcıkları ikide bir çözülen kırmızı pabuçlarını hatırlıyor musun? “En güzel fiyonk bağını sen atıyorsun!” diyerek bana bağlatırdın. Her bayram annemin elini öpen tek arkadaşımdın.
 
Onlu yaşlarımıza gelince yaşımızı iki rakamla söyleyeceğiz diye birlikte sevinmiştik. Sahiden sevinmek o zamanlar ne de kolaymış. Büyüdüm büyü bozuldu. Otuzlara çaktırmadan geçiverdim; kırklarda otuzlarımı özler oldum. Elliden sonra hiç ayırmadan geride kalan yaşlarıma ağlar oldum.
 
Ortaokul sonlarda mı neydik; o son buluşmamızda bana pahalı bir dolma kalem hediye eden zengin kız yüzünden kavga etmiştik. “Madem Aysun’un senden hoşlandığını fark ettin, neden ona beni sevdiğini söylemedin?” diye bağırman karşısında, ben gözlerimi pabuçlarımın ucuna dikerek inatla susmuştum. Zaten karşında dilim tutulur iki lafı bir araya getirip konuşamazdım; senin öfkeli halin beni hepten de tutuk yapmıştı. Gene de hâlâ kendimden kuşkulanırım; sanki biraz da aklım Aysun’da kalmıştı. Toyca bir diklenmeyle, “Belki de senin beni sevdiğinden emin olmak istedim” demiştim. Sınanmak ağrına gitti tabi. Gidiş o gidiş.
 
Doğrusu ben aşkı hafife almış, kurnaz bir suskunluğa bürünmüş olabilirim. İçten içe senden kurtulunca nice büyük aşkları ayağıma sereceğimi sandım her hâlde. Oysa aşk el konulan bir şey değilmiş; verildiğinde içten bir saygıyla baş tacı edilmesi ve özenli bir sevgiyle ağırlanması gerekiyormuş. Çocuk olsak da sen bana aşkını billur bir kalp içinde ellerinle sunmuştun; ama ben nankördüm; budala prens gibi seni kendime lâyık görmekte tereddüt ettim. Kendini beğenmiş fakir çocuğun yüzüne tüküreyim. Babasının fabrikasındaki işçiye âşık olan melek yüzlü kızın filmi sinemaları dolduruyordu o zamanlar. Ben o zamanlar masal yüzlü bir hayal perdesinde asılı kalmış olmalıyım. O gün aşkın masal tahtından kalbimi söküp sana vermekte tereddüt etmeseydim, bugün hâlâ kendimi tamamlamaya çalışıyor olmazdım belki de…
 
Âdem günlüğü kapatıp sırt çantasının büyük cebine sığıştırdı. Çantayı koltuğun üstünden kaldırıp giriş aralığına taşıdı. Ağırlaşmış gibi geldi; sanki kendisini sıkıştırmıştı çantanın cebine… Başını kaldırdığında aniden bir hırsızla yüz yüze gelmiş gibi, istem dışı bir kasılmayla aynadaki görüntüsünden irkildi. Bir anlığına kendini hatırlayamamıştı. Sonra ilk kez karşılaşmış gibi bir merakla yüzünü incelemeye başladı. Gençlik yıllarını çoktan yitirmiş, artık sakalı ve kırışık derisiyle eskimiş bir surat görünümü almıştı. Yerinden oynamayan bakışını tanıyamamıştı. Saçlarındaki akları, alnındaki ve göz kenarlarındaki kırışıkları tanımıştı; ama bakışında bir yabancılık seziyordu. Gözlerinde kendinin bile bakmaya korktuğu dipsiz bir mana boşluğu vardı...
 
Sanki ninesinin sandığında kendini bulmuş da adını hatırlamaya çalışır gibi yemek masasının etrafında kafasını sallayarak dönmeye başladı. Uzun süre içindeki sessizlikten çıkaramadı kendini. İçinde kendine seslenen biri var da, onu duymak için sessizliğe tetiklenmişti. Gecenin ilerlemiş saatlerinde, evin içini dolduran kimsesizliğine bir anlam arıyordu. İçini basan boşluğa ismini koyamamışlığın şaşkınlığı ile kala kalmıştı.
 
Evdeki her nesne, kapıdaki Köpüş bile ona yalnızlığını ve içindeki yağmalanmışlık hissini çoğaltır gibiydi. Çocuklarını hatırladı;  onların kendisinden uzakta mal beyliğini fethetmek için buzul rüzgârlarına karşı üfürdüğünü hatırladı. İçindeki o düşüşü tutabilmek için tutunabileceği bir şey ararken bir yanı da geçmişle bağlantılı hiçbir şeyi tutmamak için kaçıyordu... Gözlerinden kayan her damla özlem hüzün müzesine kaldırılmaktaydı. İçindeki çocuk uyurken büyümüş ve büyük bir yalnızlık içinde uyanmıştı…
*** 
Muharrem Soyek
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..