Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Temmuz '18

 
Kategori
Deneme
 

Gökçe'nin Materyalist İmzası: Kirtim Kirt

Gökçe'nin Materyalist İmzası: Kirtim Kirt
 

Hep ve her zaman yeni!
Neler yapılmadı, neler konuşulmadı hakkında?
Onun, “Büyük Gözaltı”da, davaya ihanet ettiği ve arkadaşlarını ele verdiği de söylendi. Bu ve benzeri saçmalıklara halkça bir karşılık verirsek, Gökçe'nin tarihsel kimliği, kişiliği ve halktan kopmayan yanıyla da doğru bir iletişime geçmiş olacağız. 
Ne diyor halkımız?:
“Meyve veren ağaç taşlanır.”
Bir de şunu söylüyor:
“Elin ağzı çuval değil ki, büzesin!”
Ardından Nâzım Hikmet'e kulak kabartıyorum, Bursa cezaevinden şöyle sesleniyor, O da:
“Biz topraktan öğrenip, kitapsız bileniz.” 
*
Uzun yıllara dayanan ve derin yaşanmışlıkların, gözlemlerin bir sonucu böyle bir saptama da bulunması, Nâzım Hikmet'in, bir toplum bilimci ve kültürel antropolog özelliklerinin de olduğunu görebilmemiz açısından çok önemli. Hapishane, uzun yıllar onun evi değil yalnız, okulu olmuş, içerideki halk çocuklarıyla dava arkadaşı olmasa da, yazgı arkadaşlığı ve dostluklar kurarak, hapishane koşullarında daha yaşanabilir bir ortam hazırlamasında etkili olduğunu söylemeliyiz. İnsan üretirken var olur ve varlığını ancak ürettikleriyle dışlaştırıp bir somutluğa dönüştürür. İnsanın değer üreten bir “akıl varlığı” olduğu kadar, “duygu ve duyusallık varlığı” olduğunun da göstergesidir bu. 
 
Nâzım Hikmet bunu yaptı. Hapishanenin zor koşullarını, günün ve gecenin bilinmedik ya da bilindik her anında, daraltılmış bu kapalı dünyanın duvarlarını, insanlara hayalleriyle yıktırarak, özgürlük ve üretim ortamı yaratmış büyük bir düşünür ve dava adamıdır. Çünkü insan, üretirken özgürleşir. Ona da, davasına ve partisine ihanet etti dediler. Ama bu yalanları ortaya atanları, ne bilen ne de anımsayan var şimdi. Ne ki, Nâzım Hikmet yaşıyor hâlâ...
*
Bunları düşünürken, yıldızlar gibi ışığını söndürmeden, yüzyıllar boyu düşünce bahçemizi aydınlatanlar geldi aklıma. Yalnız bizim değil, insanlığın ortak aklı olmak için hayatlarını bu uğurda seve seve vermişlerimizi anımsadım:
“Bende halimce Bedreddin'em” deyip, üryan asılmayı bir başkaldırı öznesine dönüştüren aksakallı, ışıklı düşünceleriyle on binlerce mülhidine umut olmuş Bedreddin'in yaşamı ve yazdığı tarih geçti gözlerimin önünden. Yolum, Mansur'un şah damarından fışkıran kanıyla, insanlığın ışıklı dünyasına güç veren “Ya hak!” imzasının atıldığı ve enikonu yerini bulacak gerçekliğine çıktı. Nesimi'nin, yüzülen derisinin serildiği yoldan geçerken, Nesimi'den şorlayan kanın toprağı “La ilahe illallah” tanıklığıyla bezemesi, Anadolu'dan ileriye doğru atılan toplumsal gelişmenin çizgisi olarak yerini almaktadır, binlerce yıllık düşünce tarihiyle insanlık ailesinde. Engizisyon ateşinde kül olan bedeniyle göklerin binlerce yıllık karanlığını mavi aydınlığa bürüyecek olan Giorduno Bruno'yu unutabilir mi insan? Hangi tanrısal karanlık güç güneşe şemsiye açabildi ki bu durumda? İnsan, kendi kurdu olamadığı sürece, aydınlığın taşıyıcısı olarak, hemcinsine daha yaşanır bir dünya bırakmak için savaşıp durdu her zaman. Bu saydığımız adlar ve geride bıraktıkları onurlu tarih, insanın kurt değil, “akıl, duygu ve duyusallık varlığı” olduğunun da tarihidir aynı zamanda.
*
Düşünsel yolculuğumuzun bu evresinde, Kurtuluş Savaşları yüzyılı da olarak bildiğimiz yirminci yüzyıl Türkiye'sinin toplumsalcı şairlerinden Enver Gökçe'nin materyalist imzasını taşıyan “Kirtim Kirt” şiirinden bir bölümle devam edelim:
 
“Can yoktu ki sevdalara düşe,
Kurt yoktu ki kızıl kana üşe
Yoktum ki yol geçe
Gül yoktu ki, dal yoktu ki...
Ve döne döne ateş
Döne döne madde
Gökler yarıla dürüle
Dağlar savrula devrile,
Kırıla döküle yıldız
Sular evrile çevrile
Döğüşe döğüşe madde
Değişe tokuşa madde...”
 
Şiir, insanın/insanların çalışma anını anlatan bir durum şiiridir. İnsanlar, bir atölyede, halı tezgâhının başında, maniler, türküler, tekerlemeler eşliğinde halı dokumaktadır. Şair, alet sesleri içinde insan sesinin ayırdında bir bilinç olarak gezinmektedir, emeğin güzellendiği ve güzellediği bu insanlar arasında. Bir yanda, çalışanların hep bir ağızdan söyledikleri türkülerin derin ve hüzünlü ezgileri, öte yanda halı tezgâhlarının çalışırken, topluca çıkardığı sesler. Bir senfonik şiirin orkestra eşliğinde söylendiğine tanık oluyoruz burada.
 
Herkes bilmektedir “Kirtim kirt” sesinin, halı tezgâhlarının çıkardığını. Ama Gökçe'ye gelene değin, hiçbir şair bu sesin evrensel ve senfonik özelliğini yakalayıp şiire yansıtamamıştır. Ondandır: “Bazı şiirler bekler, bazı şairleri”. Köy yaşamının içinden gelenler bu sesle büyümüşlerdir. Şimdi öyle mi, bilmiyorum, ama Anadolu'da, özellikle halıcılık, kilimciliğin gelişkin olduğu yörelerde, hemen her evde bir halı tezgâhı bulunmaktaydı. İşte, yabancısı olmadıkları bu sesin, oluşturduğu senfonik tartım (ritm), insanın maddeye şekil verişinin, emekle bütünleştiği ve evrensel bir türküye dönüşen şiirin omurgasını oluşturmaktadır.
 
Sözcük ekonomisinin üst düzeyde ustaca kullanıldığı bir şiir. Seçilen sözcüklerin ses tartımları, türkü diline yatkın oluşları, yinelemelerle öylesine uyumlu ve giderek yükselen bir ivme kazanıyor ki, sanki şiir değil de, bir türkü söyler gibi okumaya başlıyoruz. İç sesi güçlü, yoğun, vurgusu ve tonlamalarıyla yüksek bir duyarlığın dile getirildiği bir durum şiiridir. Âna vurgu yapmakla kalmıyor yalnız, insanı değiştirip dönüştüren üretim anının sürekliliğini de imlemektedir. “Diyalektik düşüncenin bilincini, şiire taşıyan” dizeler. Seçilen her sözcükte ses geçişleri, dizeler arası bağlantılar öylesine dengeli ki, bir zincirin ardışık halkaları gibi birbirine bağlı, ama birbirlerini çoğaltan bir öze sahipler. Bu bağlanmada sözcükler öylesine ustalıkla dizelere yerleştirilmişler ki, her sözcük önündekini itip, ardındakini çekerek şiiri türküleştiren bir ezgiye dönüştürmektedir. Enver Gökçe, sözcük seçimindeki titizliği ve türkü diline yatkın bir kurguyla oluşturduğu şiirini kitlelerin beğenisine sunarken, onları dışlamıyor, yukarıdan bakarak seslenmiyor okuruna. Karşı karşıya, göz göze gelerek, birlikte, yan yana yürünerek söylenen senfonik bir şiir sunuyor okuruna.
*
“(...)
Ve döne döne ateş
Döne döne madde”
diyerek, devam ettirdiği şiir, birbirini tamamlayan seslerden kurulu ve yinelenen sözcüklerden oluşmuş.
 
“Kirtim kirt” şiiri, insanı, tutup elinden bir üretim ortamına götürüyor. Değişimin diyalektiğinin yaşandığı bu ortamda, solo bir söylem değil, çok sesliliğin, orkestrasyonun, birlikte söylenen bir türkünün çoğulculuğudur, şiirin bütününde yayılan. Ustalıkla kotarılan ve diyalektik özü, sağlam kurgusuyla dingin bir yapıya sahip. Kendini, halkın dilinde, yüzlerce yıl türküler gibi söyletecek şiirler. 
 
Gökçe,  bir savaş çağın döneminin şairidir. İlahların, yoksul halkları sömürdüğü, buna karşın, sömürgeciliğin yenilebilir olduğunu gösteren Kurtuluş Savaşımızın yarattığı genç Türkiye'nin devrimci şairidir. O, devrimin şiirini yazarken, şiirini halktan koparmadan yapar bunu. Şiirini kitlelere yaklaştırırken, kitleleri de şiirine çeker. Bunu halk dalkavukluğuna dönüştürmeden, halktan biri gibi, türkü yakar gibi yapmaktadır. Çünkü yaşadığı çağ, insanlık düşmanı faşizmin dünyayı kana kestiği bir dönemin karanlığına boğulmuş.
 
Bütün bu olup bitenler karşısında Gökçe, tavrını ve duruşunu başından beri korumuş, dostluklarına sonuna değin bağlı kalmıştır. Bunu, onun inandığı sağlam ideolojisine ve ödünsüz, Anadolu insanına özgü ağırbaşlı, sessiz bilge kişiliğine bağlamak gerek. Büyük bedeller ödemiş olmasına karşın, kimseyi de böyle bir bedel ödemediği için suçlamamıştır. Dahası, birilerinin cadı kazanlarını kaynatıp ortalığı bulundurmasıyla da, kendisine “Enver Ağabey” diyen ve büyük saygı besleyen Ahmet Arif ile aralarını açtılar. Her ikisi de ölünceye değin birbirlerine küs kaldılar ve küs gittiler birbirlerine. Şimdi bu iki yakın dostu birbirine küstürenler, ne kazandı ve şiir tarihine, ne kattılar bilinmez, ama büyük kötülük ettikleri kesin. Küsmemiş (biri hariç), halktan kopmayan yaşamında, çok az sayıda da olsa ortaya koyduğu yapıtlarında, sürekli yeninin peşinde koşan, yaşayan ve güncel kalan şiirler yazmıştır, Enver Gökçe. 
*
Doğru bir düşünce uğruna hayatlarını ortaya koyanların, az ürün vermelerinden daha doğal ne olabilir ki! 
Enver Gökçe, devrimci düşüncenin peşinde koştururken, bunu, halktan kopmadan yapmıştır.
 
Önemli bir not olarak şunu da eklemek isterim: 
İlk olarak on iki yıl önce köyüne gitmiş, doğduğu evini görmüştüm. Şimdi köyünde bir ev alınmış ve köylüleri onun adına bir müze kurmuşlar. Geçen yıllarda müzenin açıldığı haberini Cumhuriyet gazetesinde okumuştum. Enver Gökçe'nin ayakkabıları bende şu an. Önceden yaptığım telefon görüşmelerimde, köy muhtarı ve müzeyi kuranlara bendeki ayakkabılarını müzeye götürüp teslim edeceğimi söylemiştim. Önümüzdeki dönemde (belki eylül ya da ekim olabilir) Eğin'e, Gökçe'nin doğduğu köyüne gitmeyi, adına açılan müzesinin önünde küçük bir anma toplantısı yapmayı planlıyoruz. Metin Demirtaş’la bu konuda sürekli görüşmeler halindeyiz. Konuyla ilgili hazırlıklar sürmekte. Tamamladığımızda, bunu gazetede ilanıyla Enver Gökçe dostlarına duyuracağız. Bu duyuru, aynı zamanda bir çağrı olacaktır dostlarına. Enver Gökçe'yi sevenleriyle birlikte doğduğu köyünde, köylüleriyle hep beraber anmaya gideceğiz o zaman. 
 
Onu sevgiyle anıyor, ölümsüz anısını önünde saygıyla eğiliyorum...
 
NOT: Ne yazık ki, Metin abinin (Demirtaş)erken ve ani ölümü her şeyi alt üst etti. Ama verilmiş bir sözümüz var ve ben bu sözü yerine getireceğim. İlk olarak Metin Demirtaş Armağan kitabını ve sempozyumunu yapıp ortaya bir ürünün çıkmasını istiyorum. Sonrasında Göçe için bu düşündüğümüzü yapacağım...
 
 
 
Toplam blog
: 36
: 110
Kayıt tarihi
: 20.06.18
 
 

Günümüz şairlerinden. 1961 Erzincan doğumlu. Öğretmen şair. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fak..