Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Haziran '10

 
Kategori
Deneme
 

Gölgesizler..

Gölgesizler..
 

Gerçekte bir gölge oyunu muydu yaşam; anlamak çok zor... İstanbul’un gökyüzünü parça parça bölen kocaman gökdelenleri arasından süzülüyoruz yavaşça... Güneş ışığı isteksizce saklambaç oynuyor gölge rengi gözlerimle... İsteksiz çünkü gökdelenler öyle yüksek, öyle kocaman uzanmışlardı ki, İstanbul’un göbeğine, güneşi sürekli görmeyi dilemek olanaksız bir istekti... Neden hayatımızda hep bir şeylerle gölgeleniyoruz, örtülüyoruz acaba... Ve toplumumuzun olağanüstü yaratıcı insanlar diye tabir ettiği, daha büyük gökdelenleri, daha büyük gölgeleri inşa eden dahi(!)leri var, evrende bir hiç mesabesinde kalan dev zerrecik dünya içinde yaşayıp diğerlerinden daha büyük gölge yarattığına sevinen... Garip bir his olsa gerek... Nerede ve hangi noktada başlıyor acaba çevreyi, toplumu, dünyayı ve hatta kendini gölgeleme isteği..

Aslını isterseniz dünyaya doğmakla birlikte başlayan gölgeleme oyununa zorunlu bir tabi oluş var, her şeyin başlangıcında... Devamında düşüncelerin yavaşça oluşması... Ve kişilerin kendilerine ait düşüncelere sıkı sıkıya bağlanmasıyla, gölgeleme kuvvetinin de o oranda şiddetlenmesi... İnsanlar kendilerine ait sandıkları düşüncelerle, etraflarında koca koca kara delikler oluşturmaya başlıyor netice olarak... Bu kara deliklerden kaçış neredeyse imkansız... “Ama annem öyle diyor...”larla başlayıp , “ Olmaz canım etraf ne der...” lerle devam eden ve bizi birbirlerinin kopyası olan robotlar dünyasına davet eden daha bir çok saçma inanış... Garip olan şey, en başta çevremizin bizi bir şekle sokma çabası ve karakterimizin gölgelenmesi... Kendimizi, bedenimizi, ilgi alanlarımızı tanıyacağımız dönemlerde, kendi adımıza hiçbir kararı veremediğimiz gibi, çocukluğumuzda kişiliğimizi gölgeleyen anne baba seçiciliği, ileriki yaşlarımızda sürekli hortlayarak ruhumuzdaki gölgelerin açığa çıkmasına neden oluyor bence...

Geçen gün bir çocuk parkında karşılaşan iki arkadaşın konuşmalarına kulak misafiri oldum... Şöyle ki; sarışın olan bayan esmer olana: “Aaaaaa bu seninki mi? Ne kadar da büyümüş” dedi. Esmer olan ise gülümseyerek başını salladı ve kelimelerde fazla değişiklik yapmadan, “ Evet benimki, peki ama seninki nerelerde...” diyerek devam etti konuşmasına..

Sizi bilmiyorum ama bu tarz konuşmalar benim yüreğimi hatta beynimi kemiriyor... Ne demek şimdi seninki, benimki... Sanki bahsedilen çocuklar birer birey değillermiş de içine şekerini, ununu, yumurtasını koydukları bir çeşit karışımlarmış gibi... Bırakın da çocuklar dünyaya kendi elleriyle, kendi düşünceleriyle, kendi varlıklarıyla dokunsunlar, sizin ellerinizle değil... Biraz seyretmeyi becerebilsek ve onların gerçekte nelerden hoşlandıklarını, neye kabiliyetleri olduğunu bir kavrayabilsek ve izin versek kendi varlıklarını ortaya koyabilmelerine... Çocuklarının kendi karışımlarının ötesinde bir beyine sahip olduklarının bilincine vararak, kişiliklerini hiçe saymaktan vazgeçseler, belki de küçük yaşlarda düş zengini dünyalarından pek çok şey kapabilirler...

Hepimiz biliyoruz ki, kişilikleri oluşmamış bireyler kendilerine olan güvensizliklerini çevrelerindeki insanları ezerek ya da sevgisizliklerini, gerçek sevginin ne demek olduğunu bilmediklerinden, sürekli arkadaş ya da sevgili değiştirerek hatta çok daha vahim durumlarla karşılaşarak gölgelenmişliğin bedelini ödeyebilirler... Bırakın çocuklarımızı öncelikle bizim, alan el değil veren el olmayı, sahiplenmeyi değil paylaşmayı ve her ne yapıyorsak karşılık beklemeden, sadece sevdiğimiz için yapmayı öğrenebilmemizle ruhumuzu, yüreğimizi ve çevremizi gölgelemeden yaşamış olmaz mıyız?...

 
Toplam blog
: 17
: 633
Kayıt tarihi
: 29.07.09
 
 

Uludağ Üniversitesi Tohumculuk Bölümü öğrencisiyim... Birşeyleri yoktan varetmeyi sevdiğim için fels..