Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Eylül '12

 
Kategori
Felsefe
 

Gönül Gözü görmeyen, Can Gözünü neylesin..!

Gönül Gözü görmeyen, Can Gözünü neylesin..!
 

Her insan bakar ama baktığını göremez.. Çünkü bakmak ve görmek birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Bakmak sadece vücut gözü ile yüzeysel olur. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun birlikte bakmasıyla, karar vermesi ile gerçekleşir.

Hepimiz gün boyunca yakınımıza, uzağımıza, çevremize bakıp duruyoruz. Her birimiz aynı yere aynı yerden baksak bile farklı şeyler görüyoruz muhtemelen. Çünkü bakmak yetmiyor her zaman, görmeyi de bilmek gerekiyor…Tabii ki önce nereye nasıl bakacağımız önemli, ondan sonra neyi göreceğimiz görmek istediğimiz..

Olayları ya da kişileri gördüğümüz ya da olmasını düşündüğümüz yönüyle değerlendirir, net ve kesin bir eda ile yargılama hatta mahkum etme yolunu seçeriz. Yanılabileceğimizi, hata yapma ihtimalini düşünemiyoruz....

Doğuştan görme özürlü olan bir adam zifiri karanlık bir gece yarısında, özründen dolayı kazanmış olduğu ezbere yol bulabilme yeteneğini kullanarak yürümeye devam ediyordu. Görme derecesi sıfır olduğu halde elinde yanmakta olan bir fener taşımaktaydı. Karşıdan gelmekte olan şahıs ile yüz yüze geldiklerinde, kendisini tanıyan bu şahıs, “Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” demekten kendini alamamıştı. Bu ifade üzerine görme özürlü adamın cevabı düşündürücüydü:”

“Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ve böylelikle çarpışmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Yani asıl kör olan ben değilim, sensin.”

“Gönül gözü görmeyen,
 Can gözünü neylesin”
demişler ya; hikayede de bu durum açıkça görülüyor. Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirz ki artık insanlara , hayata ve etrafımızda gerçekleşen olaylara sadece sahip olduğumuz vücut gözüyle bakıyor ve gönül gözümüzü ya tamamen kapatıyor, aslında kör olan bu gözlerle gerçekleri göremiyor ya da garip yanılgılar içerisine düşüyoruz.
Oysa her insan kendi iç dünyasında koskoca bir kainat barındırır. Buna rağmen hiç kimse diğer kimselerin iç dünyasını yeterince görüp bilemez. Bunun nedeni, dışımızda ki olaylara kişilere yeterince ilgi duymayışımız ve duyarsız olmamızdan kaynaklanıyor. İnsanların gönülhanelerine girmeyi başarabilsek o gönlü fethedebilsek, o mutluluğu ifadeye kelime yetmezdi. Bu durumu , Yunus Emre’nin;

“Hakk bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur”
dediği gibi hayran kalmayacağımız bir insan olmazdı. Böylelikle yine Yunus’un,

“Yunus Emre der: Hoca,
İstersen bin var hacca,
Hepsinden iyice,
Bir gönüle girmektir.”
dizelerinde ifade ettiği gibi en makbul ibadetlerden birisini de yerine getirmiş olurduk.

Eğer girebilseydik karşımızdakinin gönül kapısından, dert ortağı olurduk onunla, dertleri paylaşır, paylaştıkça azaltırdık ve sevgileri paylaşır, paylaştıkça çoğaltırdık. Kırık kalplere derman olabilirdik belki. Belki onarabilirdik yıkılıp harap olmuş gönülleri.

Gerçek dostlukların kurulması da gönül ziyaretleriyle başlamıyor mu? İnsanların birbirlerinin gönüllerinde kurdukları sevgi köşkleriyle perçinleşmiyor mu gerçek dostluklar?
Görmesini bilemeyen, dostunun gönülünü kırmaktan çekinmeyen kişiler ; “Ben kainata sığmam ama insanın kalbine sığarım” diyen Yüce Allah’ın o güzel mekanını harab etmiş olmaz mı? Oysa,

“Eğer gönül kırdın ise,
 Bu kıldığın namaz değil.” dizeleri ve Hz Ömer’in ‘’ “Ey Kabe! Seni bin kere yıksam tekrar yapabilirim, fakat kırılan bir kalbi asla’’
Bu ifadeler gönül kırmanın insanı ne büyük bir külfete soktuğunun göstergesi...

Allah'ın yarattığı her canlıyı sevgiyle kucaklayabilmenin, karşılaştığımız insanları gönül gözü ile görmenin ve gönül kapılarını çalabilmenin, çalanlara gönül kapılarımızı açabilmenin ve gönül gözü açık insanlarla hemhal olabilmenin hayatımıza katkılarını ifadeye kelimeler yetmezdi...

 

 
Toplam blog
: 149
: 4363
Kayıt tarihi
: 08.06.12
 
 

Anadolu Üniversitesi İktisat  mezunuyum. Emekli muhasebeciyim. Felsefe, İlahiyat, Sosyoloji ve Ps..