Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '09

 
Kategori
Öykü
 

Gümüş (Dersim) kapısında asma kilit

Gümüş (Dersim) kapısında asma kilit
 

Bir haftadır köydeyim, girmediğim, çıkmadığım ev, çayını içmediğim kimse kalmadı. Ama ne yaparsam yapayım, bir fırsatını buluyor, Cemal dedenin peşine düşüyorum. Koluna girmemi istemiyor, ilerlemiş yaşına aldırmadan, baston dahi kullanmadan yürüyor ve hala bir dağ keçisi kadar inatçı ve hala çevik, dere tepe geziyoruz.

Ben “yoruldum” demeden durmuyor. Bazen bir armut ağacının altında, bazen bir yamaçta oturuyoruz. Nereye gitsek, nerede otursak yüzümüz hep Munzur’a dönük.

Saklamıyor, hoşuna gidiyor onunla olmam. Sormalarımdan, uzun sessiz dinlemelerimden kendince keyif alıyor. Ben susup dinledikçe o anlatıyor. Bazen susuyor uzun derin bir sessizlik oluyor. Gözüm kulağım onda. -şu an gibi anımsıyorum her şeyi-

Bazen sesi yükseliyor yankılanıyor, karşı yamaçta açan çiçekleri uyandırıyor, onlar da Cemal dedenin sesine kokularını katıp o ince serin dağ rüzgârı ile bize geri yolluyorlar. Önce gelen narin bir nergisin kokusu, onu ardından yaban gülü izliyor, papatyalar sonra…

“İnsanın zalimi kanlı gömlek giyer, aman bilmez” diyor, aklına ne geldiğini aşikâr etmeden susuyor. Sonra bir dağ kekliğinin kış, kar ortasında kapana koşan yalnızlığını, gündüz gözü kümes talan eden tilkilerin kurnazlığını anlatıyor bana.

“Yollarımız bir birine değmesin diye yolumuzu ayırdık. Dağları sevdiğimizden değil dağların zoruna dağların yalnızlığına saklanmamız. Ama çok sürmedi aç kurtların köye inmesi, çakalların kapımızda uluması. Biz korktuğumuzu belli ettikçe, biz korkup, biz sindikçe onlar sokuldu, onlar eşkıya oldu, dağlarımıza köylerimize girdiler” deyip, hep yaptığı gibi kendini sessizliğin kollarına bıraktı yine.

Acıları ezbere bilen adamların o bilgeliği ile susmaları hep uzun oluyordu. O susarken yıllara, yılların acısına dayanan bu ince süzülmüş çehrede, kederli gözlerin kurumayan susmasını nasıl anlatacağım geçiyordu aklımdan. Ne yapıp edip bir yolunu bulacaktım acıları acının dilinden, sevinçleri sevinçlerin dilinden anlatmanın…

Cemal dedemin anlattıklarından öğreniyordum. Her öykü kendi dilinde anlatılıyor, kendi dilinde anlamını buluyor ve varmak istediği yürekle kendi dilinde buluşuyor.

“O yaz her zamankinden sıcak oldu, şu esen rüzgârlar esmez oldu, dal kımıldamadı. Turnalar sulara inmedi. İnmedi çünkü demir kanatlı kuşların gagasında çırpındıkça yanan canımız kan revan. Gök yarıldı bombalar yağdı üzerimize, kör mermiler, süngüler, süngü uçlarında susan çığlığı ile bebeler. Kutu deresinin dili olmalı, diyecek iki sözü, akan kanı anlatmaya gücü olmalı. Ama yok, gördüğün gibi lâl olmuş akar öyle bildiğince. Munzur hepten lâlı perişan oldu. Ona hiç dokunma. Hep birlikte sustuk yıllarca hiçbir şey olmamış gibi. Utandık insanın insana yaptığı bu zulümden.”

Dersim susmuş dağlar taşlar, yalçın kayalar, çocuk çığlıkları, kadınların susup kanat çırpan turnalar gibi çocuklara koşmalarını, kucaklayıp sarmasını ve oracığa düşen bir şarapnel parçası ile can cana, cansız düşmesini gördüğünü anlatıyor sonra.

Gördüklerini yaşadıklarını, bazen dağların tepelerin, kayalar ile akarsuların dili ile anlatıyordu. “Bana değil, şu kayalara sor, şu inen suya, Kutu deresine” diyor, onları anlattıklarının canlı tanığı yapıyor, böylece o acıları yalnız yaşamadığını düşünüyor ve acıları her birine pay edip yüreğinin yükünü hafifletmeye çalışıyordu.

“Dersim dört dağ içinde, bin gülden bir kaldı içinde. Bir değildi, bin birdi toprağa düşenler. Bin birdi vurulmuş bıyığı terlememiş delikanlı, süngülenmiş gelin, ak tenli kız…”

Duvarın dibinde son resimleri alınırken, yanında yaşını, ağrıyan dizlerini unutmuş, olabildiğince dik durmaya çalışan dedesi, günlerdir susan, sesini özlediği babası, artık ağlamayan annesi. En çok geride ağlayanı kalmayacak diye korkmuş Cemal dede.

Kör mermi verilmişti namlulara. Susmuştu duvarın dibindeki uğultu. Daha az öncesine kadar hiç susmayacak sandıkları Gülizar’ın bebesi de susmuş. Dal kımıldamaz olmuş, kuşlar uçmuyor ve ölüm tüm sessizliği ile beş adım ötelerinde, karşılarında dikilmiş öylece duruyor.

“Bir bıçağın keskin ağzı değmiş gibi durdu kıyım. Emir demiri kesti” diyip sustu. Gerisi bildik bir hikâye, bildik bir zulüm.

1938 yazı sonu, sonbahar başıydı. Haberler bir biri ardına ulaşıyordu Ankara’ya. İsyan bastırılmış, birlik beraberlik sağlanmıştı. İstanbul gazeteleri büyük puntolarla birinci sayfadan veriyordu haberi: Hainlerin hepsi, eşkıyanın başı Seyit Rıza ve adamları bir biri ardına asılmışlardı.

Kalanı az, gideni çok, Gümüş kapısında asma kilit Munzur, sabah güneşini almış arkasına, gidenlerin ardından bakıyordu öylece. Yollar, bulup bir birini çatallaşıyor, demir raylar üzerinde yollar, uzaklara kilitlenmiş vagonlarda bilinmez bir yolculuğa götürüyordu onları.

Başladı sürgün... Kaç gün, kaç gece geçti saymadılar. Kilitli vagonlarda bilinmeze yolculuklarında hepsi aç, susuz, çocukların hepsi çoktan hasta ve hepsi bitlenmişlerdi Bursa’ya vardıklarında...

Hasan Kaya

www.hasankaya.com

 
Toplam blog
: 65
: 1019
Kayıt tarihi
: 11.09.09
 
 

Mart 1959 Erzincan doğumlu, İzmir de yaşıyor.. ..