Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '10

 
Kategori
Öykü
 

Havada bulut yok

Yazarı: Cevdet Kudret

Bu kitap, Süleyman’ın Dünyası’nın ikinci cildidir. Süleyman’ın öğrencilik hayatı sona erer ve Kayseri Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine atanır. Annesi onu trenle yolcu eder. Süleyman önden gidip yeri ayarlar. Annesini daha sonra yanına aldırtacaktır. Yirmi üç saat sonra Kayseri’ye varır ve İstanbul Oteline yerleşir. Ertesi gün okula gider ve Müdür Beyle tanışır. Müdür kısa boylu, karayağız bir adamdır. Süleyman’ı çok iyi karşılar. Süleyman’ın yalnız geldiğini öğrenince, okulda bekar arkadaşların yattığı bir yer olduğunu, eğer isterse onun için de bir yatak hazırlatabileceğini, söyler. Müdür burada, onbeş, yirmi münevver olduklarını söyler. Diğer dairelerden de beş on okumuş adam gelir, bunlarla da görüşürüz, der. Teneffüs olunca Süleyman’ı öğretmenler odasına götürür. Programa bakarlar. O gün Edebiyat dersi yoktur. Bu nedenle, Süleyman bütün gün okulun içinde başıboş dolaşır. Son dersten çıkılınca, yeni tanıştığı arkadaşlarıyla kahveye giderler.

Öğretmenlerin yapacak çok fazla şeyi yoktur. Dersten sonra kahveye gider, tavla oynarlar. Sonra, bekar öğretmenler Şükrü’nün lokantasında yemek yerler ve tekrar kahveye geri dönerler. Kahveci kimin ne içtiğini bilir. Ona göre içecekleri getirir. Bir Süleyman’a, ne içeceğini sorar. Arkadaşları; Coğrafya Öğretmeni Himmet Rıza, Tarih Öğretmeni Numan Halit, Başmuavin Nadir’dir.

Himmet Rıza, Müdür’ün tavla meraklısı olduğunu söyler. Terfi etmek isteyen Müdür Beyle tavla oynar ve bile bile yenilir. Bu sırada kapı açılır, Müdür girer içeri. Kahveci Hakkı Ağadan tavlayı isterler. Himmet Rıza ile bir el oynarlar ve müdürü yener. Terfi kaygısı yoktur çünkü. Morali bozulan Müdür’ün gönlünü Başmuavin yenilerek almaya çalışır.

İcra memuru Burhan Bey, tapu müdürü İhsan Bey, evlenme memuru Selami Bey, nüfus müdürü Yahya Bey, eczacı Nazım Bey de kahveye gelirler. Kahve gittikçe dolar. Maarif müdürü de gelince kadro tamamlanır. Müdür de Maarif Müdürüyle oyun oynarken yenilir. Yemek zamanı Şükrü’nün lokantasına giderler. Şükrü’nün lokantasında gündüzleri yemek yenir, akşamları da yemeğin yanında içki içilir. Süleyman, “İçmem!” dese de dinlemezler ve onun önüne de bir kadeh doldurup koyarlar. İçki içmeyince vaktini nasıl değerlendireceğini sorarlar. Çünkü buraya kitap gelmez, gazete gelse de oradaki haberler artık sizi ilgilendirmez, diye bahsederler. Sinema yok, tiyatro yok, derler.

Derken Resim Dersi öğretmeni Basri Bulut gelir. Uzun boylu, sırtı kamburdur. Kendisine felsefeyle uğraşan bir adam hali vermek için uzattığı siyah saçları, şapkasının kenarlarından taşar. Himmet onu, Rıza Süleyman‘la tanıştırır. Süleyman ne öğretmeni olduğunu sorunca, “Maalesef felsefe değil, ” der. Basri Bulut içkiyi çok fazla içer. Salata tabağına elini uzatırken, elinin titrediğini gören Süleyman, “Resmi nasıl çiziyor acaba?” diye düşünür. Basri Bulut, J. J. Rouesseau hayranıdır. Onun kitaplarını okur, konuşurken, onun cümlelerini kullanır.

Fransızca öğretmeni Ömer Fethi ile Basri Bulut çok iyi arkadaştır. Russo’nun okuyamadığı Fransızca metinlerini ona okutmaya çalışır. Ömer Fethi evlidir, ancak karısı başka bir yerde İlkokul Öğretmenliği yaptığı için dört yıldır ayrıdırlar. Karısı, bir türlü tayinini aldırtamamıştır.

Süleyman, “İçmeyeceğim!” dediği halde üç kadeh içmeye mecbur olmuştur. Artık gidebilir miyiz, der Himmet Rıza’ya. Hesabı görür, çıkarlar. Yolda Numan Halit, “Burada okumaya çalışan tek adam Basri Bulut, o da Russo delisidir, Russo’dan başka şey okumaz, ” der.

Bekar öğretmenler dışarıda, orta okulun bahçesine bitişik iki katlı ayrı bir binada yatarlar. Bir gün dışarıdan içeriye bakarlar ve odanın lambasının yandığını görürler. Ali Metin, “Zühtü ders çalışıyor, ” der. Bu arada Süleyman, Zühtü’yü sorar. “Felsefe öğretmeni” derler. “Çok mu çalışkan?” diye sorunca, gülerler. Ali Metin adamın geçmişini anlatır:

“Zühtü Öğretmen çocukluğunda bir zaman medreseye gitmiş, sonra İmam ve Hatip Mektebi’ne girmiş, İlahiyat Fakültesine yazılmış, fakat Fakülte kapatılınca diğer arkadaşları gibi bu da lisede okumadığı halde, kendilerine tanınan haktan istifade ederek Felsefeye geçmiş. Yarım bıraktığı öbür dünya ilmine en yakın ilim diye felsefeyi bulmuştur, ” der. “Bu gün de hâlâ felsefeyi âhiret bilgisi zanneder. Müspet ilmi küçümser, çocukluğundan beri en basit bir müspet ilim terbiyesi almamıştır. Daha fazla anlatmayayım, şimdi göreceksiniz, ” der. Merdivenlerden gürültüsüz çıkarken, içerden Zühtü’nün sesi gelir. Kapıyı usulca açarlar. Pencere yanındaki yatağın içinde diz üstü oturan başı takkeli bir adamın, Kur’an ezberleyen hafızlar gibi, öne arkaya sallandığını görürler. Herkes içeri girince, Zühtü ezberlemeyi bırakır.

Üzerlerini değiştirip yatağa girerler. Süleyman ilk kez yabancı insanlarla bir arada yatar. Bu yüzden gözünü uyku tutmaz. Gece bir buçuk iki sularında, Ömer Fethi gelip yatar. Süleyman sırt üstü yatar ve annesini düşünmeye başlar. Oda çoktan yatmıştır. Süleyman, “Annemi getirmesem belki daha iyi olur, ” der. Ayrı ev kiralamak, İstanbul’dan eşya getirtmek, dünyanın masrafıdır. Paranın üçte ikisini ona göndersem, geri kalanıyla idare edebilirim, diye düşünür.

İlk dersi onuncu sınıfadır. Müdür Süleyman’ı sınıfı götürüp öğrencilere tanıttıktan sonra sınıftan çıkar. Süleyman, kırk kadar öğrencinin yanında yalnız kalır. Birdenbire çocukluğunu, okula başladığı ilk günü anımsar. O zamanki müdür de böyle yapmıştır. Arasında fark vardır ama o gün sıraya oturmuştur, bugünse kürsüye oturacaktır. Kırk çocuk öğretmenin ne yapacağını merakla beklerler. Süleyman birdenbire garip duyular hissetmeye başlar.

Öyle bir meslek seçmişti ki, bundan sonraki hayatı, ne kadar öğrencisi varsa hepsinin gözü üstünde olacaktır. Şimdi çok nazik bir anda bulunmaktadır. Eğer kaşlarını çatsa bundan sonra hep öyle davranması gerekecektir. Gülerse, hep gülmesi gerekecektir. Süleyman güler yüzle yaşamayı tercih eder ve gülümseyerek “Günaydın çocuklar!” der. Süleyman kürsüye oturur. Değişik hisler içine girer ve bir türlü çocukluğunu hayalinden çıkamaz. Sarıklı Hocanın pencere tarafına oturttuğu zengin çocuklarını, duvar tarafına oturttuğu fakir öğrencileri hayal etti. Sonra duvar tarafındakilere bakar. Burada öyle bir düzen yoktur. “Eşitlik fikri Kayseri’ye kadar gelmiş, ” diye düşünür. Sonra, “Şiir yazan var mı?” diye, sorar. Refik isimli bir öğrencinin yazdığını söylerler. Refik, arka sıralarda oturan esmer, uzun boylu zayıf bir çocuktur.

Refik, yalancı bir öfkeyle bir yandan arkadaşlarına kızarken, bir yandan da memnun olur. Süleyman, Refik’e, yanında şiiri olup olmadığını, sorar ve “var” karşılığı alınca, okumasını ister. Refik de okur. Süleyman gülmemek için kendini zor tutar. Onu kırmadan, nasıl şiir yazılacağından bahseder. Refik, hangi tarzda yazması gerektiğini, sorar. Süleyman, da “Şiir yazın, yeter!” der. Genç adam dersten sonra, Refik üzerinde düşünür. Çocukların kafasına sadece sanatın tekniğini, tarihini, nevilerini yığmanın verdiği sonucu, gözleriyle görmüştür. Onlar da şiir yazmak için gereken her şey vardır, zevk dışında. Zevk denen şey de öğretilemez, ancak hissedilir.

Genç öğretmen tutması gereken yolu anlatır: “Çocuklara kurallar değil, eserler okutacaktır.” Okuldaki kitapları görmek için kütüphaneye doğru yürür.

O gün de, son dersten sonra yine kahveye giderler. Yemek zamanına kadar tavla, iskambil, domino oynarlar. Diğer öğretmenler İstasyon lokantasına giderken Süleyman gitmek istemediğini söyleyerek Şükrü’nün lokantasına gider, boş bir masaya oturur. Listeden yemek seçerken bir yandan da içine düştüğü durumu düşünür. Kahvedeki bütün gazeteleri evire çevire okur. Şimdi de yarım saat içinde yemeğini yiyecek, peki sonra ne olacaktır? Sonra hiç. Çalışacak yer şöyle dursun, içkisiz ve oyunsuz oturacak bir yer bile yoktur. Kötü bir yere düştüm, diye söylenir. Oysa taşranın her yerinde, memur hayatının böyle geçtiğini, henüz bilmemektedir.

Yemek yerken Basri Bulut gelir. O da masaya geçer ve bir sandalyeye oturur. Bir yandan yemek yerken, diğer yandan konuşurlar. Bir ara Zühtü’den bahsederler. Zühtü, okutmak zorunda olduğu Psikoloji, Metafizik, Sosyoloji derslerinin kitaplarını sayfa sayfa ezberler, sonra sınıfta gözünü tavana diker ve bunları hatim indiren hafız gibi ezbere okumaya başlar. Sayfa bittikçe, elini tükürükleyerek hayalinde kitabın sayfasını çevirir, okumaya devam eder. Kendisi anlattığı sırada biri soru sorarsa, ona çok kızar. Çünkü o zaman sayfanın alt tarafını getiremez, paragrafı baştan söylemesi gerekir. Müzakere ederken de çocuklardan aynı şeyi bekler. En büyük korkusu ders kitaplarının değişmesidir. Çünkü kitaplar değişirse, kitapların hepsini yeni baştan ezberlemesi gerekmektedir. Zühtü, kahveye çıkmaz, lokantaya gelmez, oyun oynamaz, sigarayı ağzına bile koymaz. Zühtü, öğretmenlerin ne konuştuklarını defterine günü gününe not ederek müdüre haber verir. Ömer Fethi de ordadır. Lokantadan kalkarlar. Basri Bulut çok içmiş, sarhoş olmuştur. Dışarıda yürürken ayağı tökezleyip, düşer. Bir araba bulurlar ve hastaneye götürürler. Bacağı kırılmıştır.

Süleyman, Basri Bulut’un ev adresine ulaşır. Ömer Fethi ile beraber, karısına haber vermeye giderler. Kapıyı, Basri Bulut’un, izbe bir evde üç çocuğuyla birlikte yaşayan karısı açar kapıyı. Gördükleri manzara karşısında ikisi de hayretler içinde kalır. Basri Bulut, karısına hiç para vermez, bütün maaşını içkiye yatırır. Ailesi ise perişan bir hayat sürmektedir. Süleyman dışarı gider ve Basri’nin evine yiyecek bir şeyler getirir. Hastaneye gider ve Basri’ye paralarını nereye sakladığını sorar. Sakladığı yerde parasını bulunca, parasını götürür ve karısına verir. Müdürle görüşme yaparlar. Basri’nin maaşının üçte ikisini karısına, üçte birini kendisine vermeye karar verirler. Basri hastanede kaldığı sürece içkiyi bırakmaz ve gizli gizli içmeye devam eder. Süleyman, Basri’nin evini sık sık ziyaret ederek, evinin ihtiyaçlarını karşılar.

Basri hastaneden çıkar ve istasyonda Süleyman ile karşılaşır. Yine içmiştir. Süleyman’la biraz konuşur, daha sonra ayrılır. Basri ertesi gün derste ölür. Eğer çalışma saatleri içinde ölürse ailesine daha fazla maaş bağlanacaktır. Nitekim öyle de olur. Kötü haberi karısına, yine Süleyman götürür.

Mayıs ayı içerisinde yazlıklara göç başlar. Yerli öğretmenlerin de birer bağı, tabi birer de eşeği vardır. Okul sonuna kadar eşekle gidip, gelirler. Bu insanlar akşamları lokantaya gidip içki içmezler, keyif verici bir şey diye, yalnız sigara kullanırlar. Bahar geldi mi, terfi edecek olanlar, müdürle beraber diğer öğretmenleri de bağ evine yemeğe davet ederler. O hafta sıra, Kimya öğretmeni Seyyit İsmail Efendi’dedir. İsmail Efendinin asıl mesleği Eczacılıktır. Açtığı eczaneyi işletemeyince, dükkanı kapayıp Kimya Öğretmenliğine geçmiştir. Kısa boylu, beş vakit namazını kılan, saf görünüşlü fakat fevkalade zeki bir insandır. Alay edeceği zaman gözlüğünün üstünden, ciddi iken camların arkasından bakar.

Kafile saat on sularında yola koyulur. On bire doğru bağa varılır. Müzik öğretmeni Şadan’ı, keman çalmak, kızını da şarkı söyletmek için getirmiştir. Derken Şadan Öğretmen çalmaya, on iki yaşındaki kızı da söylemeye, milleti neşelendirmeye başlar. Yemek vakti gelir ve yer sofrası kurulur. Hepsi karınlarını iyice şişirmiştir. Sonrasında herkes dertlerini, sıkıntılarını ortaya döker ve akşamüzeri Kayseri’ye geri döner.

Artık Süleyman da yavaş yavaş taşra memurluğuna alışmaya başlamıştır. Akşam olup da son dersten çıkıldı mı, herkes bir tarafa dağılır. Gündüzlü öğrenciler evlerine, yatılı öğrenciler bahçeye, öğretmenler kahveye gider. Okula bu saatten sonra bir ıssızlık çöker. Akşam saat beşten sonra idareciler de gider, okulda nöbetçi memurla birkaç hademe kalır. Öğretmenler odası, içinde oturulmaz bir yer olur. Süleyman burada bir türlü çalışamaz. Yerini yadırgar. Yattıkları odaya gitse, Zühtü’nün sallana sallana mantık ezberleme durumu ile karşılaşır. Çaresiz o da diğerleri gibi kahveye gider. Bir gün, beş gün derken, bu duruma kendini alıştırır. Sanki vücudunun içinde ruhu buruşur, ufalır. Aylar var ki eline kalem almışlığı yoktur. Kitap da okumaz. İçinde yaşadığı dünya farkında olmadan küçülüp gitmektedir.

Süleyman gece saat on ikiye doğru lokantadan çıkar. Sarhoştur. Boşlukta yürüyor gibidir. Serin havayı yüzünde hisseder. Islık çalmaya başlar. Yürürken elektrik direğine dayanmış bir çocuk görür. Çocuk, sokak lambasının ışığında kitap okumaktadır. Bu çocuk, kendi sınıfından Remzi’dir. Ne yaptığını sorar. O da, derse çalıştığını, söyler. Birden Behçet gelir aklına. Karşısında Remzi değil, Behçet duruyordur sanki. Durumu daha da kötüleşmiş diye düşünür. O zaman en azından başını sokacak bir evi vardır. Evin penceresinden, sokak lambasının ışığıyla okumaya çalışır. Bu arada, “Behçet!” diye seslenir. Ben ‘Behçet’ değilim, cevabını alır. Galiba, sarhoşlukla hayal görüyordur. Çocuğa, “Yarın okulda beni gör!” der.

Süleyman, soğuk bir adalet duygusuyla işe başlamıştır. Kim olursa olsun, bütün çocukları yaşadıkları mekanlarına göre değerlendirmez ve hepsini aynı düzeyde görür. Ne kadar yanlış bir yolda olduğunu, bu gece kendi gözleriyle görür. Bir yanda dört beş kişinin bir oturduğu odada, mum ışığıyla derse çalışanla, kendisine tahsis edilen bir tek odada, elektrik ışığı altında çalışan çocuk bir olur muydu? Ertesi gün akşama kadar bu işle uğraşır. Üçüncü teneffüste Remzi görünür. Onu bir kenara çeker. Baş başa konuşur.

Remzi, Niğde Ortaokulunu bitirmiştir. Fakirmiş ama yine de okumak istemiş. Babası, istediğin yere git, ama benden bir şey isteme, demiş. O da Kayseri ye gelmiş. Burada zengin bir tanıdıkları varmış. Yalvar yakar boğaz tokluğuna işe girmiş. Ahırda yatıp kalkmasına izin vermişler. Ama bunun karşılığında oradaki hayvanlara bakacaktır. Okul çıkışı hayvanlarla ilgilenmiş. Ders çalışmaya fırsatı ancak akşam olurmuş. O da, ışığı olmadığı için sokak lambasının altında çalışmaya çalışırmış.

Süleyman, anlatılanları zor dinler. Yutkunamaz olmuştur. “Sen git, ben seni çağırırım, ” der. Öğle sonu müdürün odasına gider. Olanları anlatır. Müdür dinler, dinler ve “Ne yapabiliriz?” der. Süleyman da; “Akşamları okula kabul edip, mütalâa saatlerinde yatılı öğrencilerle bir arada çalışmasına müsaade edelim, ” der. Süleyman’ın başka fikirleri de vardır. Remzi gibi öğrencileri okulda yatırıp, hatta okulda çalışabileceklerini düşünür. Müdür, böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyler. Müdür değil buna, Remzi’nin akşam derslerine bile izin vermede tereddüt eder. Başka öğrencilerin de bunu isteyeceğini söyler. Süleyman, böyle öğrenciler için bir sınıf açalım, der. Müdür, “Buna yetkim yok, izin vermezler, ” karşılığını verir.

Müdür kendisini ille düşünmeye zorlayan bu genç öğretmenin ısrarından usandığını gösteren bir ele hareketi yaparak, “Parası olmayanlar okumasın!” der. Demek ki; okumak da, yemek de, elbise de, yalnız parası olanların yapacağı bir şeydir. Bu sırada odaya Başmuavin Nadir girer. Müdür bey, Süleyman’ın teklifini ona da söyler. O da, Müdür Bey gibi itiraz eder. İşimiz başımızdan aşkın, der. Daha bir sürü mazeret sayar. Bunun üzerine Süleyman, büyük bir hayal kırıklığıyla müdürün odasından çıkar.

Bir gece yarısı Remzi’ye rastlamış olması, Süleyman’ı her gün biraz daha içine gömüldüğü “aldırmazlık duygusundan” uyandırır. Ertesi gün kahvede içi hiç rahat etmez. Yemeğini yiyip okula geri döndüğünde, çocuklar çalışma odasına çekilmiş, ortalık sessizleşmiştir. Kapının gözetleme deliğinden içeriye bakar. Remzi’yi görür. Ne çalışıyordur, diye düşünür. Onları izlerken, kağıt üzerindeki bilginin insan kafasına nasıl girdiğini hayranlıkla izler. İlk kez bu akşam farkına varır. Öğretmenler odasına çıkıp Remzi’nin ders programına bakar. Derslerde ona yardımcı olmayı düşünür. “Kendi kendine yapılamayan derslerin öğretmenleri, yemekten sonra ders verseler, ” diye düşünür. “Acaba, Tabiat Bilgisi öğretmeni Salih, Kimya veremez mi?” diye düşünür. Çünkü Kimya öğretmeni Seyit Bey, bağ evindedir. Öğretmenlerin hepsiyle bir bir konuşur, nazının geçtiklerini zorlar. Her akşam iki üç öğretmen, çocukların karşılaştıkları zorlukları giderir, çalışmalarına yardım eder. Remzi’nin ders durumu iyice düzelmiştir. Süleyman ne maaşında, ne de mevkisinde, bir artma olmadığı halde, içinde bir hafiflik hisseder.

Süleyman’ın, Basri Bulut’un ailesine yardım etmesi, mahallede dedikoduya sebep olur. Artık eskisi gibi durumları kötü değildir. Basri’nin bütün maaşını alır ve rahata kavuşur. Süleyman da onları, İstanbul’a bir akrabalarının yanına gönderir.

Öğrencilerden biri epeydir okula gelmemektedir. Derste bu öğrencinin, niçin okula gelmediğini, diğer öğrencilere sorar ve onlardan “hasta” cevabını alır. Bu hasta öğrencinin adı Muhsin’dir. Ertesi gün Süleyman iki öğrenciyle, yanına bir de doktor alarak, Muhsin’in kaldığı yere gider. Muhsin’i oradan hastaneye götürürler.

Süleyman disiplin kurulunda görevlidir. Bu olaydan sonra kurul toplantıya çağrılır. Meğer Muhsin, sorguya çekilip cezalandırılacakmış. Soruşturma biter. Başmuavin Nadir Bey, okuldan uzaklaştırma cezası vermeyi önerir. Süleyman bunu gereksiz bulur. “Zaten okuldan iyice uzaklaştı. Daha fazla uzaklaştırmayalım, ” der. Süleyman daha iyi bir teklifte bulunur: “Taşradan gelen öğrencileri şehirde başıboş bırakmamak için, onlara yatıp kalkacak doğru dürüst bir yurt bulmakla, onların da hayatının düzene sokulacağını” söyler. Arkadaşları, yine hayal peşinde koştuğunu, söylerler. Süleyman meseleyi müdürle de konuşur. Hele yurt meselesini duyunca, müdür kahkahayla güler. Bu işlerde tecrübesiz olduğunuz belli, olmayacak işlerle boş yere uğraşmayın, der. Sonrasında, tecrübe kazanabilmesi için yurt meselesi ile uğraşmasına izin verir. Müdür, onun bu işi başaramayacağını düşünmektedir.

Süleyman ilk önce Maarif müdürüne başvurur. Diğer ihtiyaçları öğrencilerden karşılayacaklarını, tek eksiklerinin bina olduğunu söyler. Maarif müdürü de elinde böyle bir yerin olmadığını söyler. Maarif müdürü, “Binayı bul, ben gerisini hallederim, ” der. Oradan ayrılınca, İskan Müdürlüğüne gider. İçeriye girdiğinde, memurların sandalyelerinde uyuduğunu görür. Sessizce, müdürün odasına doğru ilerler. Kapıyı çalar. Ses yok, içeri girer. Çünkü Müdür de uyumaktadır. Eshab-ı Kehf’in mağarasına girdiğini düşünür, bir an. Uyandırmak için öksürür, sonra masaya vurur. Müdür bey gözünü açar ve “Ne istediğini” sorar.

Süleyman kendini tanıtır. Konuya girmeye çalışır. Müdürse, sürekli bir memuru çağırıp emirler verir. Ellerinde uygun yer olmadığını söyler. Süleyman odadan, eli boş olarak ayrılır. İlk iki denemede başarısız olunca, sendeler ama yılmaz. Milli Emlak Müdürüne gider. Süleyman bunların acıklı durumunu tasvir eder. Milli Emlak binaları arasında öğrenci yurdu olmaya elverişli bir yapı varsa, liseye verilmesini rica eder. Milli Emlak Müdürü ise ‘olmaz’ karşılığını verir. Sıra Belediye Reisine gelmiştir. Süleyman meseleyi anlatırken hiç kımıldamadan dinler. Süleyman, elverişli bir yer ister. İdare Meclisine arz edeceğini, onun yer verebileceğini, neticeyi öğrenmek için on beş gün sonra uğramasını, söyler. Süleyman on beş gün sonra gider ve “sonra” derler. O günler bir türlü gelmez.

Seneler geçer. Süleyman eli kolu bağlı, içinde bütün kuvvetleri mahpus, doğru dürüst hiçbir iş göremeden, sadece geçişi seyreder. Gerçi sınıflara girer, bir şeyler anlatır, çocukları okumaya, düşünmeye, düşündüklerini serbestçe söylemeye zorlar ama o bunlarla yetinmez. Onları ders kitaplarının dar çerçevesinden kurtarıp, daha geniş bir kitap dünyası içine sokmaya uğraşır ama bu uğraşılar bir şeye yaramaz. Okulun kalkınması, bir kişinin yapacağı iş değildir. Kahvedeki tavla oyununu, sınıfındaki işiyle bir tutan, derste iki kere altı derken, düşeş kapısını da beraberinde düşünen ve mesleğinde terfiini ‘teselli partisi’ ne bağlayan insanlarla bir arada çalışmak zorundadır. Hayatında bir boşluk, içinde tedirginlik vardır. Nerdeyse, “Başardım, ” diyebileceği hiçbir şey yoktur.

Remzi liseyi bitirir. Ama parası olmadığı için yatılı Fakülteye gitmesi gerekmektedir. Parasız yatılılar okula sınavla alınmaktadır. Sınavı, liseyi bitirdiği sene kazanamaz. O yıl Tapu Müdürlüğünde memur olarak görev yapar. Çalışıp, biraz para biriktirir. Ertesi yıl gider. Ya daha uzaktakiler… Oralarda göremediği, kim bilir, kaç tane daha Remzi vardır, diye düşünür.

Süleyman onlardan birini daha, yine bir tesadüfle öğrenir. Okulda nöbetçi olduğu bir gün, üçüncü ders zili çaldığı halde bazı çocukların kütüphanenin önünde toplandıklarını, şaşkınlık içinde çırpındıklarını, oraya buraya koştuklarını görür. Kalabalığa yaklaşır ve bakar. Çocuklardan birinin bayıldığını görür. Öğrenciler, bayılan öğrencinin yüzünü ıslatır, bir yandan da su içirmeye çalışırlar. Sanki onu tanıyor gibidir. Ta çocukluğunda, Birinci Dünya Harbi sıralarında, caminin avlusunda, ekmek arabasının unlarını yalarken, açlıktan bayılan bir adam görmüştür. Onun da yüzünün rengi tıpkı böyleydi.

Kalabalığı savar, iki üç çocuğun yardımıyla, çocuğu kütüphaneye taşırlar. Bol şekerli sıcak çay getirterek, onu içirmeye çalışır. Çocuk biraz kendine gelince, bir arabayla onu lokantaya götürür ve iyice karnını doyurur. Adı Akif olan bu öğrenci, dört gündür açtır. Ben iki gün dayanabilmiştim, diye düşünür. Çalışıp çalışmadığını sorar. O da çalışmadığını fakat bir iş bulsa okulu bırakıp girebileceğini, söyler. Onu evine kadar bırakır. Akif’in oturduğu mahalle çok fakirdir.

O gün okul kapandıktan sonra Halkevine gider. Halkevi Başkanı Reşat Bey uzun boylu, dazlak kafalı bir adamdır. Müzik kolu; lisenin müzik öğretmenin de yardımı sağlanarak şimdiden küçük bir orkestra kurulmuş durumdadır. Sık sık verilen konserlerle, halkın müzik terbiyesi geliştirilir, kabiliyetli gençlere akşamları keman ve piyano dersleri verilir. Süleyman’ı görünce önündeki deftere hemen not alır: “Edebiyat ve sanat koluna lisenin edebiyat öğretmeninin yardımı sağlanmıştır.” Sonra Süleyman’ın halini hatırını sorar. Süleyman Akif’in halini anlatır. Ya dokuma fabrikasında veya diğer devlet dairelerinin herhangi birinde iş verilmesini rica eder. Ayrıca Süleyman’ı, Edebiyat kolundan başka sosyal yardım koluna da kayıt etmeyi önerir. Süleyman bunu memnunlukla kabul eder. Süleyman gittikten sonra Akif’in sefaletini bir güzel tasvir eder. Bir hafta sonra Akif, bez fabrikasında 50 kuruş işçi gündeliğiyle kontrol memurluğu yapmaya başlar..

1935 nüfus sayımı Süleyman’a yeni görüşler kazandırır. Yaklaşık 450 bin kişilik bu şehirde 700 kadar öğrenci okur. Memleketin nüfus sayımından kaç tanesinin okuduğunu hesaplar. İlkokullarda 688.100, ortaokulda 52.496, liselerde 13.876, meslek okulları 8.577, yükseköğrenim 7.478 kişidir.

Süleyman, az kalsın ümitsizliğe düşmek üzeredir. Çünkü halk için çalıştığını zannettiği bir işte, halktan bu kadar uzaklaşmış olduğunu görünce dehşet içinde kalır. İşte bu düşünce ile halkevi sosyal yardım koluna dört elle sarılır. Bilinmeyen insan hazinelerini ortaya çıkarmak ister. Fakat neye el atsa, para yoktur. O yüzden de hiçbir iş yapamaz. Süleyman köycülük kolunun hazırladığı köy gezilerini unutamaz. Bir gün yanlarına bir doktor, bir dişçi, nafıa mühendisi, Şadan Bey, Rasim, Süleyman birkaç kişi daha köylülerin ihtiyacını karşılamak için köylere giderler.

Süleyman halkevinden çoktan ayrılacaktır ama köylere çıktıkça, hiç değilse onların yanında bulunmak, gezmek, görmek, tanımak fırsatını bulduğu için ayrılmaz. Halkevi, İkinci Dünya Harbi’ne kadar böyle içinde fikirler, projeler, nutuklar, raporlar bulunan ama iş bulunmayan boş bir kalıptır. Harp çıkıp da kıtlık başlayınca, fakir halkın dışarıdan gelen baskısı karşısında harekete geçmek zorunda kalır. Yardıma başlanır. Bunu duyan herkes halkevine akın eder. Herkese verecek kadar ne para, ne de yiyecek vardır. Muhtaçları tespit etmek üzere bir heyet kurulur. Süleyman da bu heyete dahildir. Kayseri’de 56 mahalle ve 10-11 bin kadar ev olduğunu öğrenir. Süleyman heyetle birlikte insanları dolaşmaya başlar. Çok fakir, yoksul, ihtiyaç sahibi kimseleri tespit ederler. Onlara yardım dağıtabilmek için de zengin kimseleri dolaşarak para toplarlar. İnsanlara karne vererek, her ay düzenli olarak yardım yaparlar.

Süleyman, bir sabah iaşe toplamaya çıkmak üzere halkevinde beklerken, kütüphane memuru Ratip, Ferruh Bey’in geldiğini söyler. Süleyman da onunla görüşmek üzere yanına gider. İzmir’e okul gezisiyle gittiklerinde, Ratip Bey’in evine de gider ve onun kütüphanesine de uğrarlar. Ratip Bey, çeşit çeşit kitapların orjinallerini bulmuş ve kütüphanesinde sergilemektedir.

Şehrin ileri gelenlerinden toplanan para, toplam yirmi iki bin lirayı bulur. Kızılay da destek verince, otuz bine yaklaşır. Vesika usulüne göre dağıtmalar yapılır.

Süleyman, “Yoksulluğun Kaldırılması” başlıklı bir makale yazıp, makaleyi Haydar’a bırakır. Haydar gazete yöneticisidir. Yusuf Hadi Bey, şimdi epey ihtiyarladığından gazetenin idaresini, kambur kızıyla evlenen, istediği gibi yetiştirdiği Haydar’a bırakmış, kendisi dinlenmeye çekilmiştir. Süleyman, mahalle ve sınıf arkadaşı Haydar’ın yazıyı basacağını umar. Ama yazı yayınlamaz. Aynı yazıyı iki ayrı gazeteye daha gönderir. Onlar cevap bile vermezler.

Bir kere de “Dünyaya Bakış” dergisini dener. On beş gün sonra makalenin basılmış bulunduğu nüsha ile beraber bir de teşekkür mektubu alır. Aynı dergiye “Kayseri’de Hayat”, “İki Katlı Şehir” adlı iki makale daha gönderir. İlk zamanlarda pek bir şey olmaz, fakat sonraları yalnız kaldığını hissetmeye başlar.

Terfi senesi olmadığı halde, müdür bir haftada üç defa dersine girer. Başmuavin de ikide bir kapıdan gözetler. Onların uzaklaşmasının aksine, Zühtü bir gölge gibi peşindedir. Her konuştuğunu not eder. Zühtü bir gün Süleyman’ın eşyalarını karıştırır ve kitaplarının isimlerini yazar. Süleyman, Öğretmenler Odasında Ömer Fethi ile karşılaşır. Kendisine niye böyle davrandıklarını, sorar. O da, Müdür’ün böyle istediğini söyler. “Bakanlıktan emir gelmiş, senin kimlerle temas ettiğinin kontrol edilmesi isteniyormuş, ” der. Süleyman, da “Ne yapmışım?” diye sorar. Ömer Fethi, “Yazı yazmışsın. Bakanlık yazdıklarını beğenmemiş. Kontrol edilmeni istemiş, ” diye cevaplar.

Zühtü’nün raporlarından, müdürün derse girmelerinden, başmuavinin kapı dinlemesinden edinilen bilgiler derlenip toparlanıp bakanlığa yazıldıktan bir hafta sonra okula bir müfettiş gelir. Kahve halkı, liseye müfettiş geldiğini, müdürün akşamları kahveye çıkmamasından, yatılı öğrenciler de yemeklerin iyileşmesinden anlarlar. Öğretmenlerin işleri birdenbire çoğalır. Dersler biter bitmez, okulun süpürülmesi, sobaların söndürülmesi, sınıfların havalandırılması ve daha bir sürü iş vardır. Müfettiş için özel bir oda ayrılmış, bütün ihtiyaçları karşılanmaktadır.

Müfettiş ilk önce müdürle görüşür. Müdür Bey Süleyman’ı kendi tanıdığı kadar müfettişe anlatır, o da not alır. Basri’nin karısıyla ilgili dedikodunun da bahsi ortaya atılır. İkinci olarak başmuavinle görüşür. O da müdürün sözlerini tamamlar. Sonra Zühtü ile görüşür.

Zühtü, Süleyman’la birlikteyken, ki bütün aldığı notları müfettişe verir. Halkevine gider, orada ki görevlerini araştırır. Süleyman’ın ders işlerken yabancı eserler kullanması da müfettişin dikkatini çeker. Öğrencilere okumak için verdiği kitaplarını, kompozisyon konularını uygun bulmaz. Raporunu yazan müfettiş, müdürün de bir rapor hazırlayarak Ankara’ya göndermesini ister. Müfettişin gidişinden bir hafta sonra okula gelen Süleyman’a bekçi bir zarf uzatır. Müdür, derse girmeden okumasını istemiştir.

Süleyman artık bakanlığın emrine alınmış, öğretmenliğine son verilmiştir. Kayseri’de bir işi kalmamıştır artık. İstanbul’a geri dönecektir. Okuldaki eşyalarını toplar. Bekçiden, postayla göndermesini ister. Sonra, bir kaç parça eşyasını alıp İstanbul oteline gider. Buraya ilk geldiği gün, bu otelde kaldığını, daha dün gibi hatırlamaktadır. Halbuki on beş yıl olmuştur. Bundan böyle maaşının üçte birini alabilecektir. İlk gününü bu otelde geçirmiştir. Son gününü de bu otelde geçirecek ve ertesi sabah İstanbul’a gidecektir.

Sonuç:

Romanda; yine bütün imkansızlıklara rağmen sessiz kalmayıp, bir şeyler yapmaya çalışan insanı cezalandırma vardır. Hiç bir iyilik cezasız kalmaz, gibi görsek de elimizden gelenleri yapmalıyız. Çocukları okutmak geleceği yaratmak demektir. Bunun için elinde fırsat olanların, elini taşın altına koyması gerekir. Harp zamanı açlık, fakirlik artık hat safhadadır. Süleyman’ın, imkansızlıklara rağmen okumaya çalışanlara yardım etmesi, kendini ve arkadaşlarını, o çocuklarda görmesi, bir bakıma, o çocuklarla özdeşleşmesi, demektir.
 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..