Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '10

 
Kategori
Eğitim
 

Sınıf Arkadaşları

Yazarı: Cevdet Kudret

Özet:

Cevdet Kudret’in bu eseri; Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Süleyman adlı bir öğrencinin hayatından ve çevresinden bahseder. Yazarın, birinci sınıftan başlayıp öğretmen oluncaya kadar geçen hayatını, bölüm bölüm anlatır. Her bölümün başına farklı eserlerden, konuyla bağlantılı birkaç cümle yazması, romana ayrı bir hava katar.

Süleyman:

Süleyman, hayat şartlarının zorluklarına, yiyeceklerin kısıtlılığına, maddi-manevi sıkıntılara, hep gelecek daha iyi olacak ümidiyle göğüs geren bir çocuktur. Babası Abdullah Bey onu okula götürür ve müdüre teslim eder. O da başka birisine, yani öğretmene teslim eder. Süleyman korkmaya başlar. Çünkü okulda da anne-babasıyla birlikte olacağını zanneder. Babası kendisini okulda bırakınca, bir daha onları bulamayacağını, kaybedeceğini sanır. Öğretmen Süleyman’ı, kapısında “Birinci Sınıf” tabelası bulunan bir odaya getirir. Müdür sınıfın kapısını çalmadan içeri girer ve çıkar. Süleyman kendisini yapayalnız hisseder. Halbuki çevresinde yirmi tane çocuk vardır. Çocuklar yeni gelene bakıp bakıp gülüşürler. Süleyman bu durumdan çok etkilenir ve ağlamak ister.

Sarıklı Hoca:

Süleyman’ın okula ilk başladığı zamanki hocasıdır. Sınıf yirmi kişiliktir. Pencere tarafına zengin, esnaf çocukları oturtur. Duvar tarafındakiler ise yoksul çocuklardır. Sarıklı hoca yaramazlık yapanları değnekle döver ama sadece duvar tarafındakileri döver. Hocanın yüzü iki çeşittir; sağ tarafı zengin çocuklara gülerken, sol tarafı yoksul çocuklara kızar. Değneği sol elinde tutar. Sol taraftakileri dövmek için. Hoca, sağ taraftakiler ne kadar yaramazlık yapsa da onları dövmez. Hoca bir gün Şevket’i döver. Şevket ertesi gün okula gelmez. Daha ertesi gün varlıklı bir tanıdığıyla okula gelir. Müdürle konuşan bu kişi hocanın işine son verilmesini ister. Hoca o günden sonra bir daha okula gelmez.

Öğretmen sarıklıdır. Süleyman, “Bu sarıklı adam da kim?” diye içinden söylenir. “Niye bu kadar çocuğu anasından babasından ayırmış, buraya toplamışlardır?” diye düşünür. Hoca her çocuğa yaptığı gibi bunu da tepeden tırnağa süzer. Ayakkabılarının parlaklığı, Süleyman’ın dikkatini çeker. Acaba yere basmadan mı giyiyor da, ayakkabıları bu kadar temiz görünüyor, düşünür. Gömleğinin boyunbağı için de, en az yarım saat uğraşılmıştır diye düşünür. Hoca adını sorunca, Süleyman, der. Hoca, babasının adını da sorar. Fakat cevap alamaz. Cevap yoktur. Çünkü Süleyman, babasının bir adı olduğunu hiç düşünmemiştir. Kendisi “baba” diye seslenir, annesiyse “efendi” derdi. Hoca, “Baban ne iş yapıyor?” diye sorar. Süleyman da, “Dükkancılık yapar, kundura satar, ” cevabını verir.

Sınıfta, pencere tarafına varlıklı, temiz ailelerin çocukları, duvar tarafına ise yoksul çocuklar oturtulur. Hoca Süleyman’ı hangi tarafa oturtacağına karar veremez. Bunun üzerine, iki sıranın ortasında bir sınır çizgisi görevi gören sıraya oturtur. Süleyman, “okul” denilen yerde istediğini yapamaz. Teneffüs zamanlarının dışında kimseyle konuşamaz, gülemez, yemek yiyemez, hatta tuvalete bile gidemez. Bahçeye inmek, bahçeye çıkmak iyi gelir de, böyle tekrar tekrar derse girmek çok sıkıcı gelir Süleyman’a. Hayatı hep böyle mi sürüp gidecektir? İstediği zaman istediğini yapamayacak mıdır? Okula gelmeden önce hayatı evinde geçer. Karşı komşuları Azize Hanım masallar anlatır. Okula gidince anlatılan bu masalların gerçek olacağını zanneder. Bu yüzden okul onun için hayal kırıklığı olur. Okulu Kaf dağının ardında, kapılarının “Açıl susam açıl” deyince açılacağı bir yer sanır…

Oysa Süleyman, okula gelmeden önce, evde başına buyruk her istediğini yapar. İstediği zaman konuşur, güler, yemek yiyebilir. Hocaları da değişmiştir üstelik. Yeni gelen hocanın sarığı yoktur. Sonra ikiyüzlü değildir ama hiç gülmez. Daha geldiği gün sınıfın düzenini değiştirir ve zengin çocuğuyla, yoksulun çocuğunu yan yana oturtur. Artık oynarken hep birlikte, yürürken hep birlikte, okurken hep birlikte, her şeyi birlikte yapacaklardır. Süleyman’ın hayatı hep böyle mi geçecektir? Öndeki yürüyünce yürüyecek, durunca duracak mıdır? Zincirin dışına çıkmak yasaktır.

Biraz sağa kaysa, Hoca hemen ‘Sıraya gir!’ diye, bağırır. Artık her şeyi, ikili sıra halinde dizili sanır. Okul yollarındaki ağaçları bile. Sıraya girmek, Süleyman için kötü bir alışkanlık olmuştur. Nerde üç-beş kişilik grup görse, hemen dahil olur ve kendisine bir eş aramaya başlar. Bir gün içeri girme zilini duymaz ve geç kalır. Bu yüzden taburu kaçırır. Öğretmenler odasının kapısında, on kadar öğrencinin olduğunu görür ve hemen kalabalığa karışır. Öğretmenler odasından eli cetvelli bir öğretmen gelir. Cezalı çocukları sıra dayağına çeker. İlk kez dayak yiyen Süleyman gıkını bile çıkarmaz. O günden sonra nerde, bir kalabalık görse, yine dövülecekmiş gibi çekinerek yaklaşır. Her çeşit kalabalıktan çekinerek, insanlardan uzaklaşmaya başlar.

Artık okula alışır ve istekli şekilde gider. Giderken de birçok kitaba sahip olmak ister. Komşu çocuklarının, içi kitap dolu komşu çantalarını görerek imrenir. Benim de böyle çantam olsun ister. Bir gün ihtiyar bir kadının, çantası kitap dolu çocuğu görünce ‘maşallah’ demesi onun da çok hoşuna gider. Kendisine de böyle denmesini ister. Kendisi birinci sınıf olduğu için çok fazla kitabı yoktur.

Bir gün okula giderken, çantasının boş kalan kısmına babasının terliklerini koyar ve onları okula götürür. Sokakta yürürken de, bana maşallah diyen yok mu, diye sağa sola bakınır. Okula başladığı günden beri, en hoşuna giden şey evdeki eşyaların yerini değiştirmektir. Düzensizliğin içinde düzeni yaşamak, en büyük zevkidir. Düzgün olan şeylerden nefret eder. Süleyman evdeki eşyayı da canlı sanır ve onlarla konuşur. Konuşur, konuştu ama eşyalardan hiç ses çıkmaz. Bunun üzerine, sessizliği yırtarcasına, “Anneciğim!” diye bağırır. Annesi gelir ve babasının gideceğini söyler. Babasının nereye, niçin gideceği gibi bazı sorular sorar. Babasının gideceği için üzülüyordu ama bir yandan da babasının terlikleri kendisine kalacağı için sevinir. Annesi ise üzgündür.

Babasının askere gitmesiyle Süleyman ve annesi, dedesinin evine giderler. Süleyman’ın dikkatini en çok dedesinin kuşağı çeker. En hoşuna giden şey de, kuşağın vücuda dolanışını seyretmektir. Ama dedesi onları pek hoş karşılamaz. Kıt-kanaat geçindiklerini söyler ve onlara, yiyeceğimiz yetmez, der. Ama yine de evde kalmalarına razı olur. Süleyman’la annesinin geldiği gün dedesinin keyfi kaçar. Çünkü iki kişilik sofra birden dört kişilik olmuştur. Bu da onun için daha fazla masraf demektir.

Dedesi yiyeceklerinin sınırlı olduğunu söyler ve daha az yemeleri için erzakları daha az getirir. Erzak odasının anahtarı hep onda durur. Odaya kimsenin girmesine izin vermez. Kapısını kilitler, anahtarını da kuşağın içine koyar. Süleyman dedesiyle lades tutuşur. Bir hafta zeytin yemeyecektir. Süleyman çocuktur. Bunun için kandırması kolaydır. Onu ladeslemesi fazla uzun sürmez. Böyle türlü oyunlarla, onların daha az yemesini sağlayarak, erzakları fazla israf ettirmez.

Süleyman’ı akrabalarına götürür ve onu okutabilmek için yardım ister. Savaş zamanı kıtlık vardır. Herkes gittiği yere ekmeğini de götürür. Kaptan dayısı evde olmadığı için, yemek zamanı onu beklerler. Bu arada yemek zamanı da gelir. Sofra kurulur. Herkes oturur. Süleyman’ın annesi Ayşe ekmeklerini çıkarır. Yemeye başlarlar. Ekmekleri arpadan olduğu için içinde saman vardır. Yerken Süleyman’ın ağzına batar ve ağlar. Bunun üzerine annesi, onu da alarak eve geri döner.

Dedesinin evine taşınmasıyla okulu da değişir. Artık Fatihteki Taş Mektep’e gitmektedir. Fatihteki Taş Mektep’in öğretmeni, çok uzun boylu ve sıska bir adamdır. Omuzları üstünde ceketi çok bol durmaktadır. Kırlara çıksa gezmek için kuşlar onu bir korkuluk zannedebilirler. Bütün yaşıtları askere gittiği halde, onu, sıskalığı yüzünden askere almamışlardır. Sınıfa girer irmez, ilk iş olarak yoklama alır. Öğrencilerin birkaçına ne yemek getirdiğini sorar. Söylerler. Öğretmen bir an hiçbir şey söyleyemez. Yutkunur ve sonra derse başlar. Sesi çok zayıf ve titrek gelir.

Dedesi kötüleşmiş ve ölüm döşeğinde yatmaktadır. Buna rağmen “Anahtarı vermem, ” diye sayıklar ve bir sabaha karşı ölür. Kuşağını çözerler. Süleyman dikkatle bakar. Kuşağın arasında biraz peynir, birkaç dilim sucuk ve en önemlisi bir anahtar vardır. Bu anahtar, erzak odasının anahtarıdır. Süleyman bundan sonra kuşağı, anahtar saklayacak yer olarak görür. Bir gün erzak odasını açarlar. Önce karanlıkta bir şey göremezler. Sonrasında ise kilerin çuval çuval yiyecekle dolu olduğunu görürler. Çuvallarda pirinç, nohut, fasulye hepsi vardır. Anneannesi, dedesinin maaşını alacağı hayallerine kapılarak, muhtara gider ama nafile. Ne muhtar, ne de nüfus müdürü dedeyi öldü gösterirler.

Bir kış gecesi babası askerden izine gelir. Babası, eli boş geldiği için üzgündür. Babasıyla birlikte dışarı çıkarlar. Babasında elli kuruş vardır. Süleyman’a iki köfte, bir dilim ekmek yedirebilir ancak. İzine iki günlüğüne gelmiştir. O da hızlıca geçer.

Süleyman bir gün annesiyle Kapalıçarşı’ya gider, güvercinleri görür. Onlara yem atarsa, babasını kötülüklerden koruyacağını düşünür. Ama hiç de öyle olmaz.

Süleyman bir gece sabaha karşı, annesiyle büyük annesinin sağa sola telaşla gidip geldiklerini, gizlice konuştuklarını görür. Dinlemeye çalıştı ama duyamaz. Mahalleyi yangın sarmıştır. Uzaktan gördüğü bu ışık çok aydınlatıcıdır. O halde, yangın güzel bir şey, diye düşünür. Ama evdeki telaşı görünce, kötü olduğunu da düşünür. Sokakta gürültüler çoğalır. Onlar da dışarı çıkarlar. Havada rüzgar vardır. Yangına müdahale de edilmeyince, mahalle kül olmuştur. Büyükannesi kafayı üşüterek tımarhaneye yatırılır. Süleyman, annesiyle birlikte bir medreseye yerleştirilir. Sonra, bir ev kiralayarak oraya çıkarlar. Annesi, dikiş dikerek geçimlerini sağlamaya çalışır. Her şeyleri gitmiştir ama Süleyman bundan bilinçaltında bir zevk almaktadır. Çünkü Halil ve Behçet’le konuşurken, “Artık benim de hiçbir şeyim yok, ” diyecektir.

Yeni okul Saraçhane Başındadır. Süleyman hem eski arkadaşlarına kavuşmuş, hem de Fatih’tekileri kaybetmemiştir. Eskiden “Münir Paşa Konağı” denilen bu yere şimdilerde “İstanbul Sultanisi” deniyor. İstanbul Sultanisi denen okul, diğerlerine hiç benzemez. Geniş bir bahçe içinde, ahşap ve çok büyük bir yapıdır.

Bir gün Ayşe hanımı karakola çağırırlar ve acı haberi verirler. Artık Süleyman’ın babası ölmüştür. Gündüzleri Ayşe dikiş diker, Süleyman okula gider. Akşamları pencerenin önünde oturur ve ona geçmişten bahseder, ud çalar. Süleyman annesinin tellere dokunarak nasıl ses çıkardığını anlamaya çalışır. Acaba ben de dokunsam, ses çıkarabilir miyim, diye düşünür.

Nihayet lise biter. Bütün arkadaşlar, bir daha görüşemeyiz düşüncesiyle, son kez bir araya gelirler. Kevkep şarkı söylemeye başlar. Süleyman’ın da ud çalmasını isterler. Birlikte şakılar söyleyerek eğlenirler. Sonrasında herkes ne olmak istediğinden, hangi fakültelere gideceğinden bahseder.

Süleyman Edebiyat Fakültesine girmeye karar verir. Bu kararını söylediği zaman, arkadaşları onu caydırmaya çalışırlar. Direndiğini görünce de şaşarlar. Süleyman, birinci dönem öğrencisi iken, Behçet’in okuduğu şiirden etkilenerek bu kararı vermiştir. Behçet kadar cesaretli olamadığı için şiirlerini kimseye göstermemiştir. Çalışırken hiç kimsenin kendisini görmesini istemez. Annesi uyuduktan çok sonra kalemi eline alır. Eser yaratmanın da günah yaratmak gibi gizli bir şey olduğunu düşünür.

Lise son sınıftayken, Servet-i Fünun Dergisine mektupla gönderdiği şiir basılınca, bütün okul bu haberi duyar. Eski yazdıklarının birkaçını, yeni yazdıklarının hepsini dergiye gönderir. Yazılar yayınlanır. Hiç bir dergi ona Servet-i Fünun kadar yakın gelmez. Bütün sevdiği şairler oradadır. Tevfik Fikret. Cenap… Kendi yazdığı sayfalarla onların sayfaları yan yanadır. İşte böylece, katıldığı kalabalıktan, zihin yoluyla kendisini çıkarır ve ötekilerin arasına karışır. Ah “Edebiyat-ı Cedîde”, hiç olmazsa “Fecr-i Âtî” devrinde yetişseydi diye düşünür. Bab-ı Ali çevresinde, bazı yazarlarla tanışma fırsatı yakalar.

Bir gün hikayecilerden biri onu, eleştirmen Müştak Niyazi beyle görüştürmek ister. Süleyman hem utanır, hem de büyük bir mutluluk duyar. Çünkü Süleyman ilgisini çekmekteymiş ve en çok onun şiirlerini beğeniyormuş. Süleyman, Müştak Niyazi beyle tanışır ve onunla her görüşmesinde, dostluğu biraz daha ilerletir. Süleyman altı aydan beri tanıdığı bu yeni dostunu sever. Müştak Niyazi beyle görüşme yaparken bambaşka bir kişiliğe bürünür. Ayrıldıktan sonra eski kişiliğine geri döner. Yolda düşünür ve kendini Ağustos böceğine benzetir. Açtır ama hala sanatla uğraşır. Konuştuklarının, konuştuğu yerde kaldığından bahseder.

Süleyman’ların oturduğu ev tek katlıdır. Oturdukları, ev değil, kulübedir aslında. Süleyman’la annesi içinde yaşadıkları kulübede artık eskisi kadar mutsuz değillerdir. Annesi, hala dikiş diker. Süleyman sıkıldığı bu dar hayatı ferahlatmak için üniversiteye gidince, iş arar ama ne yazık ki bulamaz. Süleyman bütün bu sıkıntıların bir gün biteceğini, kendilerinin de rahata ereceklerini düşünür. Son sınavını verdiği gün hayatının mutluluğa doğru yelken açtığını düşünür. Üniversite binası arkada kalmış, sanki bütün o kötü günlerini geçmişte bırakmıştır. Eve gider. Önlerindeki hayatı annesine müjdeleyecektir. O küçük evde bir bayram sevinci vardı şimdi. Hayale dalmamak için önlerinde sebep kalmadığını düşünür. Gece olunca Süleyman daha çok hülyalara dalar. Geceyi bir sürü hayallerle geçiren Süleyman, ertesi gün Halil’i bulmaya gider. Halil bir eczanede kalfa olarak çalışır. Yakında da Kevkep’in açacağı eczaneyi yönetecektir. Halil büyük bir sevinçle karşılar Süleyman’ı. O gün gelecekleri hakkında uzun uzun konuşurlar. Süleyman’ın üniversitedeki sınıfı dokuz kişiliktir. Uygun görevlere atanmak için hepsi bakanlığa dilekçe verir. Bunlardan kimileri birkaç hafta içinde atanırlar. Kendisi ise hala atanmayı beklemektedir. Atananlar, bizim dostlarımız var takip ettirdik, derler. Oysa Süleyman’ın böyle bir tanıdığı yoktur. Süleyman iş için başvurduktan beş buçuk ay sonra, 25 lira maaş ile Kayseri Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine atanır.

Süleyman’ın arkadaşları iki gruba ayrılır. Birincisi; ana-babalarının sözünden çıkmayan, yoksul aile çocukları. Bunlar, dışarıda bir toplantıda ikinci sınıf insan muamelesi gören insanlardır. Onlar için okul adalet makinesinin çok iyi işlediği bir yerdir. Öğretmen bunlara bilgisinin kötüsünü, işe yaramayanı verip, asıl güzel olanını başkalarına ayırmaz. İkinci grup ise, anne-babasının zenginliğine ortak olan şımarık çocuklardır. Kendi evlerindeyken, mahalle arkadaşlarından üstün görülebilenlerdir. Bunlara göre öğretmen sevimsiz bir adamdır. Bilim, adamına göre değişen nesne değildir. Kısacası okul, hayatın tam tersine, herkesin birbirine eşit sayıldığı yerdir. Orada ceza, güçsüze özel değildir.

Şevket:

Duvar tarafında oturur ve hocanın çok dayağını yer. Ama yine dayak yediği sopaları hocaya getiren de odur. Pencere tarafındakiler hiç dayak yemez. Niçin dayak yemeklerini anlayamazlar. Bütün yaramazlıkların duvar tarafında yapıldığını zannederler. Hocaya en iyi sopayı getiren o hafta dayak yemekten kurtulur. Şevket bütün sınıfın en yaramaz öğrencisidir. Hoca arkasını döner dönmez, yaramazlığa başlar, yakalanınca da hep suçu başkalarının üzerine atar. Hoca bazı yaramazlıklarını görmezden gelir. Çünkü en güzel sopaları o getirir. Bir gün kolunu kaldırıp indirirken mürekkep şişesine eli takılır. Hocanın cübbesi masmavi olur. Bu kadarına artık göz yumulamaz. Şevket getirdiği değneklerin iki tanesi sırtında kırılır. Üçüncüsü eğilir ama kırılmaz. Ertesi gün okula gelmez. Daha sonraki gün de fesli bir adamla birlikte gelir. Şevket sınıfa, adam müdürün odasına girer. Biraz sonra Hoca Efendi de müdür odasına çağrılır. Fesli adam Şevket’in tanıdığı olduğunu söyler. Adam, müdür aracılığıyla hocayla konuşmuş ve müdürden hocanın işine son vermesini istemiştir. Hoca sınıfa girerek Şevket’in elinden tutar ve özür dileyerek onu pencere kenarına oturtur. O gün sınıftan çıkan hoca bir daha geri dönmez.

1924-1925 ders yılı da sona ermek üzeredir. Lisenin bitmesine az kalmıştır. Sınavlara bir buçuk ay kala Şevket okula geri döner. Şevket’in okula geri dönüşü, sınıfta büyük bir şaşkınlık yaratır. Öğrencilerin, Şevket’in getirdiği değnek ile dayak yemeleri, ona düşman olmalarını sağlamıştır. Sarıklı hocanın gitmesi, pencere tarafındakilerin imtiyazlarını kaybetmelerine sebep olmuştur. Şevket’i her fırsatta köşeye sıkıştırırlar ve onu döverler. Şevket bu duruma, ancak ilkokulun sonuna kadar dayanır ve daha sonra okuldan ayrılır.

Bekir:

Okula her zaman en güzel yemekleri o getirir. Muhtarın oğludur. Bekir’in ne meslek tutacağı henüz belli değildir. Bildiği bir şey varsa, o da, babasının ölümünden sonra hayatını kazanmak zorunda olduğu ve annesiyle, kız kardeşine bakması gerektiğidir. Babası bir miktar para bırakmıştır. Bekir onu sermaye yapacaktır.

Halil:

Süleyman’ın en yakın arkadaşıdır. Vücudu kabadır ama en az kabadayı ve ince seslidir. Derse kalktığında bağırarak anlatır. Babası arabacıdır. Annesi ise ölmüştür. O yüzden pek annesinden konuşmaz. Halil bütün gün, babasının yanında, onun arabasıyla gezer. Okula gittiğinde de bu böyle devam eder. Okulu bitirenler arsındadır. Hayatını bir an önce kazanmak ister. Hem okuma süresi kısa, hem de parasız yatılı olduğu için Eczacı okuluna girecektir.

Tahsin:

Babası kâtip İshak Efendi, annesi ise Kevser hanımdır. Savaştan önce okulda herkes aynı yerde yemek yerdi. Şimdi ise, sadece birkaç öğrenci yemek getirip yemekhanede yer. Diğerleri getirdiklerinden utandıkları için bahçede bir köşeye çekilir, orda yer. Tahsin de bunlardan biridir. Savaş öncesinde bile Tahsin’in yemekhaneye girdiğini kimse görmemiştir.

Behçet:

Sınıfta ki en çirkin çocuktur. Babası resmi dairede odacılık ederdi. Çocuğunun üç yaşına girdiğini görmeden ölmüştür. Annesi Hatice kadın, çamaşır yıkayarak evin geçimini sağlamaya çalışır. Bütün çocuklar gibi o da sevilmek, annesi tarafından okşanmak ister. Ama annesi akşamları geç gelir, sabahları da o yataktayken gider. Onun anlayamadığı şey, çevresindeki bu ilgisizliğin nerden geldiğidir.

Çirkin olduğunu bilir ama bunu bir sebep olarak görmez. Kitap okuyarak oradaki karakterleri canlandırır. Evin içindeki eşyalarla konuşuyor. Behçet’in evinde akşamları lamba yanmaz ama o ders çalışmanın kolayını bulmuştur. Pencere kenarına oturur uzaktaki sokak lambasının ışığıyla dersini yapar. Şu fener biraz daha yakın olsaydı, diye geçirir içinden. Fakat mehtaplı gecelerde keyfi yerine gelir. Ayın ışığı kitaplarını yeterince aydınlatır. Mehtaplı gecelerden sonra Behçet’in başarısı artar. Sonra yine düşer. Öğretmenleri buna bir anlam veremez. Daha sonra savaş zengini Cemil Malik Bey, Behçet’le aynı sınıfta olan oğlu Kevkep’e derse çalıştırması Behçet’i için öğretmen olarak tutar. Akşamları Kevkep’in evinde ders çalışırlar. Karşılığında da şeker, pirinç gibi yiyecek alır. Rakiplerine karşı amansız olan Behçet, Kevkep’e karşı kuzu gibidir. Anlamadığı konuları tekrar tekrar anlatır. Kevkep’i derse hazırlamak, onun ödevlerini yapmak bir borçtur. Çünkü karşılığında yiyecekleri peşin ödenir. Kevkep iyi not alırsa, o da alır. Bütünlemeye kalırsa, o da kalır.

Günlerden bir gün annesi hastalanır. Kevkep’in yanını gidemez. Kevkep, Behçet’in evine gider. Annesinin başında bekleyen Behçet’e sorular sorar. Kevkep, bir dost gibi değil, borçlusu elden giden bir alacaklı gibi üzgün görünür. Yangından sonra medresede yaşamaya başlamışlardır. Hatice kadının en büyük isteği oğlunu okutup memur yapmaktır.

Behçet her sabah, Çarşıkapı’dan Saraçhanebaşı’na kadar yürüyerek gider, akşamüzeri yine aynı yoldan geri döner. Behçet öğrendiklerini sıcağı sıcağına yetiştirmek için Beyazıt’a doğru Kevkep’in evinin yolunu tutar. Birkaç saat birlikte çalışırlar. Kevkep yatmaya gider, o da sokağa çıkar. Sınıfta ondan, vücutça ve kafaca üstünü yoktur. Başaramadığı tek ders musiki dersidir. Sesi çok kötüdür. Arkadaşlarını güldürmek istediği zaman ancak şarkı söyler.

İstanbul Sultanisine girdikleri yıl, öğretmen nazımdan, nesirden bahseder. Aralarındaki farkı anlatır. Behçet bunu de çok iyi anlar. Behçet bir öğle arasında Süleyman’ın koluna girer ve onu bahçenin ücra bir köşesine götürür. Ona yazdığı şiiri okur. Böylece Süleyman’ın gözünde bir kat daha değerlenir Behçet.

Zaman çocuklara göre hızlı, Hatice kadına göreyse çok yavaştır. Bir odacı karısı olmuştur ama odacılara emreden bir memur anası olmak ister. Behçet İstanbul Sultanisine gireli iki yılı geçmiştir. Yakında sınavlar başlayacak, sınavları da geçince, birinci dönem bitmiş olacaktır. Bunları düşünerek, annesi kendisini teselli eder. Annesi hastalanmış yatağa düşmüştür. Behçet, o gece gidemez Kevkepler’in evine. Annesi kalkamaz yataktan. Artık Behçet’in çalışması gerekir. Sınavlara iki ay kala arkadaşları, onun gelemeyeceğini öğrenirler.

Kevkep:

Behçet’ten hayır gelmeyeceğini anlayınca, kendine yeni bir hoca bulması gerekir Kevkep’in. Hafta sonu da yaklaşmaktadır. Ne olursa olsun ödevi hazırlamak gerekir. Sınıftakiler korkudan Kevkep’e bir tek kelime öğretemezler. Çarşamba günü Süleyman onunla çalışmayı kabul eder. Kevkep’in evine giderler. Kapıda hizmetçi karşılar onları ve çalışma odasına geçerler. Süleyman Kevkep’in ödevini bitirip sokağa çıktığı zaman sinirlidir. Hizmetçi kızların ona neden hizmet etmediklerini, eve varıncaya kadar düşünür.

Kevkepler’e bir daha ayak basmayacağına yemin eder. Behçet’in okuldan ayrılması Cemil Malik Beyin canını sıkar. Behçet için üzüldüğünden değil, kendi oğlunun hocasız kalmasına üzülür. Kevkep’in hesabına çalışacak birini bulması gerekir. Müdürle konuşmak için okula gider. Doğrudan bir öğretmen de tutabilirdi ama bu onun için para demektir. O da masrafsız bir hoca arar. Cemil Bey, müdürle Halil için on beş liraya anlaşır. Onun Halil’den ayrılma olanağı yoktur. Kevkep, yükseköğrenimde de kendisini hazırlayacak birine muhtaçtır.

Haydar:

Babası Hamza Bey, Süleymanların evini almıştır. Süleyman’la aynı okula gider. Herkesten zor durumdadır. Baskından sonra babasıyla birlikte yaşamaya başlar. Hamza Beyin serveti yoktur artık. Okulu bitirinceye kadar, bir zaman daha babasıyla birlikte yaşar. Diploma aldığı gün, babası onu tebrik ederek, eline yirmi lira tutuşturur ve artık yollarının ayrıldığını söyler. Haydar’ın hali Süleyman’a Şevket’i hatırlatır. Şevket bu toplantıya gelmez.

Haydar gazeteye ilan vererek işe başvurur. En azından okullar açılıncaya kadar çalışmayı düşünür. Yusuf Hadi Bey gazetedeki ilanı görerek Haydar’ı görüşmeye çağırır. Ona çok büyük bir teklif yapar. Okumamasını, işlerin başına geçmesini, kızıyla evlenmesini ister. Haydar da teklifi geri çevirmez.

Ferhat:

Babası yargıçtır. Rumelihisarı’nda büyük babasından kalma yalıda otururlar. Ferhat ile Veysel hukuka girecektir. Ferhat avukat olmak istediği için bu bölümü seçer. Veysel’se henüz ne olmak istediğini bilmediği için gidecektir. Avukatlık, Ferhat’ın baba mesleğidir ve hayatta onun yardımını alabilir. Veysel’se sıvacı Cafer babanın oğludur. Hiç kimsenin yardımını görme olasılığı yoktur. Belki adliyeci, belki idareci, belki de maliyeci olacak, yani nerde boş yer bulursa orada çalışacaktır.

Kenan ve Veysel:

Okulda Kenan’ı bilmeyen yoktur. Daha bir gün önce sırtında yıpranmış bir elbise, ayağında yanı patlamış bir ayakkabı, kafasında püskülünün yarısı dökülmüş bir fes vardı. Oysa bugün yeni kıyafetlerle, parlak potinlerle, özel şoförle okula gelir. Birdenbire bu şıklık nereden geliyor, diye çocuklar düşünmeye başlarılar. Babası Ziraat Bankasında veznedardır. Annesi ise bir Fransız’dır. Bir Fransız’la evli olduğu için babası Can Bey’i Fransızlar korumuş ve bankaya müdür yapmışlardır. Cafer babanın oğlu Veysel, ona kimin arabasına bindiğini sorar. O da olanları anlatır. Artık Kenan’ı herkes, herkes daha iyi anlayabilir.

Kenan artık Veysel’den ayrılmak ister. Veysel bu durumu düşünür. Çünkü onunla arkadaşlıkları ta birinci sınıfa dayanmaktadır. Kenan okula arabayla gelmeden bir gün önce, Veysel’le tartışır. Veysel’in yanından hızla uzaklaşır. Bekir’in koluna girer. Kenan Tıbbiye’ye girecektir.

Yakup:

Murat Paşa’nın oğludur. Yakup Almanca kursunu bıraktır ve Fransızca kursuna başlar. Yakup mimar olacaktır. Çünkü, memlekette yapı işleri ilerlemiş, mimarlık en karlı iş olmuştur.

Cezmi ve Bilal:

Bilal, Süleyman’ın unuttuğu arkadaşıdır. Onunla ilkokulun son üç sınıfını baştanbaşa, ortaokulun ilk sınıfını yarıya kadar beraber okumuşlardır. Dört yıl bir arada geçen öğrenim hayatında Bilal hiç gözüne çarpmamıştır. Silik, sessiz, vücudunun içiyle değil dışıyla yaşayan biridir. Babası Tarık Efendi küçük bir memurdur. İşten çıkarılınca açıkta kalmışlardır. Ailenin açlıktan ölmemesi için Bilal’in çalışması gerekmektedir. Arkadaşları arasında sessizce yaşayan, Bilal yine öyle sessizce okuldan ayrılır. Kapalıçarşı’da işportacılık yapmaya başlar. Arkadaşlarıyla karşılaşmamak için ücra sokaklarda dolaşır. Babası ise uzun süre işsiz kaldıktan sonra bir arkadaşının yardımıyla çöpçü onbaşı olur. Olsun der, ama memur kravatını çıkarıp onbaşı kıyafetini giymek zor gelir. İstanbul’un bir ucu Yedikule’de çalışmasına izin verilir. Baba oğul, ikisi, o zamandan beri insanlardan kaçmaktadırlar.

Sonuç:

Bu kitap, bundan yaklaşık yüzyıl öncesinin eğitim şartlarından ve açlık, sefalet içinde hayata tutunmaya çalışan, bir yandan da eğitimini devam ettiren öğrencilerden bahseder. O zamanlar hayat günümüzdeki kadar kolay değildir. Bir taraftan savaş, diğer yandan fakirlik, hayatı daha da zorlaştırır. Birçok insanın erken yaşlarda askere alınmasıyla, ölüm oranları artar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Süleyman’ın eğitim çabası dikkate değer.

Bazı şeyler zor olunca, daha da değerli olur. Oysa günümüzde çocuklar okusun, diye aileler çabalasa çocuklar çabalamıyor. Dokuz yaşında hafız, on dört yaşında padişah, yirmi bir yaşında İstanbul fatihi oldu ecdadımız. Ecdad tarih yazmış, torun ise okumaktan acizdir. Birinci Dünya Savaşı zamanı, güçlünün güçsüzü ezdiği bir dönemdir aynı zamanda. Zengin, esnaf, muhtar çocuklarına daha farklı bir ayrım gösterilmekteydi.

Oysa eğitim, her sınıftan insana eşit olarak verilmelidir.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..