Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Havada bulut yok

Yolculuk

 

Süleyman Kayseri’de bir okula atanmıştır. Hazırlıklarını yaptıktan sonra, annesiyle istasyona geldi. Önce kendisi gidecek, daha sonra hazırlık yapıp annesini getirecekti. Vedalaşırken içi burkulmuştu. Çünkü ikisinin de birbirinden başka kimseleri yoktu ve artık ikisi de yalnızdı.

 

Yolculuk esnasında etrafı izliyor, hep haritadan gördüğü Anadolu ile şimdi ilk kez karşı karşıya geliyordu. Çok şaşkındı. Her yer kuru toprak, taş, dümdüz ova, ne bir yeşillik, ne bir ağaç… Bu bezdirici boş toprağı saatlerce seyrettikten sonra birdenbire ta uzakta bir dağın tepesinde şemsiye gibi açılmış tek bir ağaç gördü. Az kalsın “Ah ağaç!” diye bağıracaktı. İstatistiklerde adı geçen köyler, kırk bin köy neredeydi, nereye saklanmıştı, diye düşündü.

 

Tren Kayseri’ye gece saat on birde girdi. Bir taksi tutup İstanbul Oteli’ne, dedi. Şehrin bu en önemli otelinin adını daha İstanbul’da iken öğrenmişti. Beş on dakika sonra otele geldiler. Süleyman odaya girerken çevresine şöyle bir bakındı. Kapıdan girince tam karşıda saç bir soba, solda duvar dibinde boyaları yer yer kavlamış demir bir karyola, bunun karşısında üzerinde koyu renk bir perde sallanan küçük bir pencere duruyordu. Temizlik olarak ise, hiç de iç açıcı olmayan bir yer. Şehrin bu en ünlü oteli, İstanbul’da üçüncü sınıf bir Sirkeci otelinden çok daha bakımsızdı. Ancak yapacak bir şey yoktu ve burada kalacaktı.

 

İlk gün

 

Sabahleyin otel içinde dolaşanların, iş yapanların gürültüsüyle kalktı, perdeyi açtı. Şehri gündüz gözüyle ilk kez görüyordu. Sağda otelin hemen yanında koyu renk taşla yapılmış bir cami, ilerde harap bir sur parçası, daha ilerde ağaçlar arkasında bir kalenin köşesi görünüyordu. Onun berisinde ise bir saat kulesi vardı. Süleyman’ın en çok hoşuna gidense, dış kalenin üzerinde bir çocuğun rahatlıkla sığabileceği büyüklükteki Leylek yuvasıydı… Tıraş olup giyinmek için pencereden ayrıldı. Hazırlanıp aşağı indi. Otelciden lisenin yerini öğrenip okula geldi.

 

Müdür kısa boylu, kara yağız bir adamdı. Delikanlıyı çok iyi karşıladı. “Nereye indiniz, ailenizi de getirdiniz mi?” diye sorup öğrendikten sonra, okulda bekâr arkadaşların yattığı bir yer olduğunu, isterse onun için bir yatak hazırlayabileceklerini, söyledi. Çağırdığı hademeye, otele gidip öğretmen beyin bavulunu getirmesini emretti. Süleyman’a dönerek;

 

-Biz burada bir aile gibiyiz, hepimiz birbirimize sımsıkı bağlıyız. Hepsi on beş-yirmi aydınız. Öbür dairelerden de beş-on okumuş adam gelir. Bunun dışında kimse bulamazsınız. Akşam olup da dersler bitti miydi, doğruca kahvehaneye gideriz. Tavla bilir misiniz?

 

-Hayır.

 

-Ah kötü, hemen öğrenmelisiniz. Malum ya burası taşra, insan daireden çıktı mı, yapacak iş bulamaz. Biz aydınların görüşebileceği kimse de yok ki, gidip beş-on laf edesin. İskambil, tavla da olmasa halimiz harap.

 

Teneffüs zili çalınca Süleyman’ı alıp öğretmenler odasına götürdü. O gün Edebiyat dersi yoktu. Bu yüzden okulda tüm gün boş boş dolaştı. Öğretmenler son dersten çıkınca yeni tanıştığı arkadaşlarla kahveye gittiler. Burası içi epey geniş, tabanı taş, tavanı yüksek, damı çinko ile örtülü, otobüs garajı gibi bir yerdi. Kahveci Hakkı Ağa müşterilerine ne içeceklerini sormadan içecekleri getirdi. Kimin ne sevdiğini, kaç şekerli içtiğini biliyordu. Sadece Süleyman’a sordu.

 

Coğrafya öğretmeni Himmet Rıza, Tarih öğretmeni Numan Halit, Ali Metin hoca, Başyardımcı Nadir hepsi beraber oturmuş, hem sohbet ediyor hem de müdürü bekliyorlardı. Himmet Rıza Süleyman’ın kulağına eğilip; “Bizim müdür tavla meraklısıdır da terfi zamanı gelen arkadaşlar… İyi sicil alabilmek için... Ne yaparsın birader hayat kavgası.” Biraz sonra müdür geldi. Terfiye ihtiyacı olmayan Himmet Rıza, müdürü tavlada üst üste yendi. Diğer arkadaşları şimdi müdüre yenilerek onun neşesini yerine getirecek ve gözüne gireceklerdi.

 

Akşama doğru daireden çıkan memurlar birer birer geliyorlardı. Bunlar müdürün, “Biz aydınlar” dediği kimselerdi. İcra memuru, tapu müdürü, evlenme memuru, nüfus müdürü, sorgu yargıcı, eczacı Nazım Bey ve Milli Eğitim müdürü. Milli Eğitim müdürü gelince lise müdürü ayağa kalkıp karşıladı. Sırf o seviyor diye tavla yerine kağıt oynamaktan hoşlanır göründü. Oyun başladı. Lise müdürü ara sıra yanlış oynuyor, seyredenlere göz kırparak bile bile yenildiğini anlatmak istiyordu.

 

Bekar öğretmenler akşam yemeklerini Şükrü’nün lokantasında yerlerdi. Bu Süleyman’ın sabah gördüğü, dış kalenin bir kavuğu içine kurulmuş dar, uzun, her yanı taş, hafif rutubetli, yarı lokanta yarı mağara gibi bir yerdi. Burada gündüzleri yemek yenir, akşamları ise hem yemek yenir, hem içki içilirdi. O akşam Süleyman’ın şerefine bol bol meze ısmarladılar. Süleyman içkiye alışık değildi. Hele rakıyı o güne kadar ağzına bile koymamıştı. Ben kullanmam, dediyse de dinleyen olmadı.

 

Numan Halit;

 

-İçmez misiniz, nasıl vakit geçireceksiniz, her gün üç buçuktan sonra, gece on bire kadar ne yapacaksınız? Buraya kitap gelmez. Gazete derseniz, bir gün İstanbul’da olup bitenler de sizi ilgilendirmemeye başlar. Sinema yok, bar yok, tiyatro yok… Evli olsanız anlarım; evdi, çocuktu, bahçeydi, karıydı uğraşırsınız; ama bekarsınız. Mecbursunuz buraya gelmeye, tavla oynamaya… Saat on bir oldu mu da zıbarıp yatmaya… Burada yeniden hayat yaşanmaz. Masa başında oturup geçmişteki hayat anlatılır. Biraz oyun, biraz içki, biraz hikaye, zaman zorla doldurulur. Bizde “içmem” diye bir sözcük yok, haydi şerefe.

 

Ali Metin ise üçüncü kadehi bile doldurmuş, kendi kendine kızıp duruyordu. Artı beş kuruş kazanmak için birbirlerine yaranmak zorunda olan aciz insanlarız, diye hayıflanıp duruyordu.       

Şimdi Basri Bulut da gelmişti. Basri Bulut; boyu baya uzun, sırtı hafif kamburlaşmış, kendisine felsefe ile uğraşan bir adam hali vermek için uzattığı saçları şapkanın kenarından taşmıştı. Onları günde birkaç kez arkaya doğru özenle tarıyordu ama yılda bir kez bile yıkadığı şüpheliydi. Himmet Rıza Basri’yi Süleyman’a tanıttı. Çok içtiğinden ötürü kendisine Bulut lakabı takılmıştı. Süleyman tanıştığına memnun olduğunu söyleyip ne dersi okuttuğunu sordu. Basri Bulut; “Ne yazık ki Felsefe okutmuyorum, onu bir eşeğe okutturuyorlar, bana da Resim dersi verdiriyorlar.” Süleyman etrafına baktı. Herkes gülüyordu ama Basri olabildiğince ciddiydi. Yüzünde gülme namına hiçbir çizgi yoktu. Süleyman şaşkınlıkla Basri’yi izliyordu. Susuz rakıyı bir kadehte içiyor, titreyen ellerine aldırış bile etmeden salatadan yiyordu. Bu titrek ellerle nasıl resim çiziyordu?

 

Numan Halit, Basri’ye (Fransızca öğretmeni Ömer’i kastederek) seninki yok, yalnızsın, diye takıldı. Basri, bu sabah karısından mektup aldı, yine efkarlandı, her şeyi yüzüstü bırakıp gitti. Ömer dedim delilik etme gel bitirelim şu çeviriyi, dinlemedi. Aptal, karısını J. J. Rousso’dan daha çok seviyor. Kendisi Rousso hayranıdır. Cebinden sarı kapaklı bir Fransızca kitap çıkardı sayfaları karıştırdı. Kitaptaki her kelimenin üzerinde Türkçe anlamları yazıyordu. Demek oturup tek tek bunlarla uğraşıyordu. Toplumun Rousso’nun Toplum Sözleşmesi ile düzüleceğine inanıyordu.

 

Süleyman; “Mektupta ne yazıyordu?” diye sorunca, sahi sen işi bilmezsin, diyerek anlatmaya başladılar. Ömer’in karısı İncesu’da ilkokul öğretmenliği yapıyor. Dört yıldır ayrı yaşıyorlar. Bir türlü ikisini aynı yere tayin etmediler. Bu sene kadını buraya merkeze tayin edeceklerini vaat etmişlerdi fakat onun yerine başkasını göndermişler, hatırlı bir tanıdığı varmış da. Ondan mektup geldiği günlerde Ömer deli olur, üzüntüden dağ tepe gezer durur.

 

Bekar öğretmenler dışarıda, Ortaokulun bahçesine bitişik iki katlı ayrı bir yapıda yatıyorlardı. Alt katta kömürlük vardı. Üstteki üç odadan ikisine gereksiz eşya konmuş, biri de öğretmenlere ayrılmıştı. İçeri girdiler. Felsefe öğretmeni Zühtü ders çalışıyordu.

 

Zühtü; çocukluğunda bir süre medreseye gitmiş, sonra İmam Hatip Lisesini bitirince İlahiyat’a yazılmış. Ancak İlahiyatlar kapatılınca diğer arkadaşları gibi lisede okumadıkları halde, haktan yaralanarak, Felsefe Bölümüne geçmiştir. Hep okul ve yatakhane arsında vakit geçirir. Her yıl okutulan Mantık, Felsefe kitaplarını oturup ezberler. Bunları ezberlemekten başka bir şeye vakit bulamaz.

 

İlk ders

 

İlk ders onuncu sınıfaydı. Müdür Süleyman’ı odaya getirip çocuklara tanıttıktan sonra çıktı. Şimdi çok nazik bir anda bulunuyordu. Eğer kaşını çatsa bundan sonra hep çatık kaşla yaşamak zorunda kalacak, eğer gülerse her zaman gülmesi gerekecekti. Artık hiçbir zaman kızamazdı. Süleyman gülmeyi yeğledi. Günaydın çocuklar...

 

Geçti kürsüsüne oturdu. Kafasını çocukluğunda okula başladığı günkü hayalden kurtaramıyordu. Sarıklı hocanın sınıfında zengin çocukları pencere yanındaki sıralara otururlardı. Derste sıkıldıkça dışarı bakmak onların hakkıydı. Hayır, burada öyle bir düzen yoktu. “Eşitlik düşüncesi Kayseri’ye kadar gelebilmiş,” diye düşündü. Sonra, sınıfa şiir yazan var mı, diye sordu. Sınıf, Refik var hocam, deyince Süleyman Refik’ten yazdığı bir şiiri okumasını istedi. Çocuk utana sıkıla okudu. Süleyman gülmemek için kendini zor tuttu. Sonra çocuğa şiirin sadece ölçek, uyak, aruzdan oluşmadığını anlattı. Kendisi de yöntemini belirlemişti. Çocuklara kurallar değil, eserler okutacaktı.

 

O gün de yine son dersten sonra kahveye gidildi. Yemeğe kadar yine tavla, iskambil, domino oynandı. Onlar oyunla vakitlerini doldurabiliyorlardı. Oysa kendisi tüm gazeteleri okumuş ve boş boş bakınmıştı. Çalışacak hiçbir yer hatta içkisiz, oyunsuz bir mekan yoktu. Gidip yatmayı denese, yatana kadar budala Zühtü’nün ezberlerini dinlemeye mahkumdu. Kısacası kötü bir yere düştüm diyordu.

 

Akşam olunca herkes tek tek kakmış, Süleyman da Basri ile kalkmıştı. Yolda Basri’nin ayağı taşa veya başka bir şeye takılmış, adam birden yere yığılıp kalmıştı. Süleyman hemen lokantaya koşmuş, durumu sarhoş olan Ömer’e zar zor anlatmış ve sonunda beraber hastaneye götürmüşlerdi. Süleyman, ailesine haber vermek gerek, diye, Ömer’den adres sormuş, Ömer de bilmediği için gidip okul kayıtlarından bulmuşlar ve beraber Basri’nin evine giderek haber vermişlerdi. Süleyman, kadına bir ihtiyacınız olursa bana haber verebilirsiniz, diyerek kadına adını soyadını yazıp verdi. Süleyman iki gün sonra kapıda kendi adına bırakılmış bir not buldu. Kadın görüşmek istediğini, eğer zahmet olmazsa eve gelmelerini istiyordu. Süleyman Ömer’i de alıp doğruca Basri’nin evine gittiler. Evin durumu karşısında şaşkına döndüler. Kadın mahcup bir şekilde mecbur kalmasam çağırmazdım, ancak ben değil de çocuklar açlıktan dayanmaz oldu. Bu sabahlıktan başka üzerime giyecek hiçbir şeyim de olmadığı için dışarıda çıkamıyorum. Basri kadının en son üzerindeki elbisesini de satıp içkiye vermişti. Maaştan ise hiç koklatmazdı. J. J. Rousso’dan, toplumsal sözleşmeden bahseden adamın ailesine yaptığına bak, diye düşündüler.

 

Ömer doğruca hastaneye gitti. Dünyaya bir sürü çocuk getirip Hale, Lale, Jale diye kafiyeli isimler koymakla olmuyor, diyerek kızıyordu. Ömer’den cüzdanını istedi, zorla aldı. İçinde beş kuruş yoktu. Kızdı, bağırdı sonra Basri paranın ayakkabının içinde olduğunu söyledi. Ömer ayakkabıyı alıp uzattı; “al çıkar” dedi. Ve olan paranın hepsini alarak, sana hastanede lazım olmaz, dedi.

 

Süleyman müdüre durumu açtı. Basri’nin çocuklarına, okulun yemeğinden yardım edilip edilemeyeceğini sordu. Müdür bunun yapılamayacağını, ancak gelecek ay başka bir çözüm bulabileceğini söyledi. Müdürden fayda gelmeyeceğini anlayan Süleyman, Ömer ve Himmet Rıza ile görüştü. Üç arkadaş üç öğün yemeği dışarda yiyip okul tabıldotundaki paylarını Basri’nin çocuklarına göndermeye karar verdiler.

 

Bir hayat denemesi

 

Basri hastaneye yatalı iki ay olmuştu. Süleyman bir perşembe akşamı arkadaşlarından ayrılarak Zühtü’nün lokantasına yemeğe gitti. Basri’yi gördü. Koştu elini sıktı. “Ne zamancıktınız, iyileştiniz mi?” diye bir sürü soru sordu.

 

Basri; “Doktorlar kırık ayağımın yanında içki bağımlılığını da tedavi için uğraşıyorlardı. Ancak ben gizli gizli içkiyi aldırıp içiyordum. Bir gün yatağın altında dizili içki şişelerini görünce deliye döndüler, başıma nöbetçi diktiler. Dayanamadım çıktım. Doğruca eve gidip karımın elindeki paraların hepsini aldım. Sen konuşmuşsun müdürle, yok öyle maaşımın üçte ikisi onlara, kalan bana. Ne oldu sarardın, ellerindeki beş on kuruşu aldım diye mi?” Basri’ye acıdığını hisseti. Basri konuşuyordu. “Acıma duygusunu kaybetmiş bir insana ne yapmalı?” “Acımalı.” “Acımalı, ha işte bu insan çocuklarını aç bırakıyor, karısının nesi var nesi yok içkiye veriyorsa… Karım birçok şey anlattı. Yokluğumda yardım etmişsin, tam bir aile babası gibi… Sana düpedüz bir şey soracağım. Eğer hoşuna gidiyorsa ben fedakârlık edebilirim. İyi biridir, mutluluğu hak ediyor.”

 

Süleyman bembeyaz oldu: “Davranışlarımın bu şekilde anlaşılacağını hiç düşünmemiştim.” Basri sustu, gözünü içki bardağına dikti: “Öyleyse çıkar yol yok. Doktor az içki, az yemek, yavaş hareket, diyor. Yoksa ölürmüşüm. Bir memur ölünce çoluk çocuğuna ne verirler bilir misin? Gülünç bir para; onunla yaşanmaz, sefalet çekilir. Eksik olmasınlar, o kadarını ben de yapıyorum. Önemli olan Basri’nin yapamadığını yapabilmek. Fakat aynı memur, eğer görev başında ölürse, o zaman ailesine tam aylık bağlıyorlar.”

 

Basri Bulut ertesi gün okula giderken yolda ağır ağır kendini tarta tarta yürüdü. Dersi üst kattaydı. Merdiven başında biraz durdu. Gözleriyle basamakları hesaplayıp sonra tüm hızıyla çıkmaya başladı. Üst kata vardığı zaman nefes nefeseydi. Bir çaba, bir çaba daha kendisini sınıfa atabildi. Kürsüye oturduğunda artık ciğerlerine hava girmez olmuştu. Bir şey söylemek istiyormuş gibi ağzı açıldı. Sonra kürsünün üzerine yığılıverdi. Çocuklar koştu, müdüre haber verdi, bir anda okul altüst oldu. Öğretmenler odasına taşıdılar. Süleyman dün akşamı, Basri’nin sözlerini hatırladı. “Ben bu canavarı cezalandıracağım, hem de ağır bir ceza ile” demişti. Demek ki ağır cezadan maksadı ölümdü. Zavallı Basri Bulut!.. Sesi kulağında tekrar canlandı: “Öyle bir ölmeliyim ki, yıllarca acı çektirdiğim insanlara bu ölüm mutluluk getirsin.”

 

Süleyman cenazenin gömülüşünden bir gün sonra Basri’nin evine ziyarete gitti. Basri’nin görev başında öldüğünü, kanuna göre aileye tam aylık bağlanması gerektiğini anlattı ve Milli Eğitim Bakanlığına bir dilekçe ile başvurmalarını söyledi. Dilekçe yazmalarına da yardım etti.

 

Ziyafet

 

Mayıs içinde yazlıklara göç başlar, okullara her gün eşeklerle gidiş dönüş yapılırdı. Bahar geldi mi o yıl terfi edecek olanlar müdürle birlikte öğretmen arkadaşlarını yemeğe çağırırdı. Böyle ziyafetlerde müzik öğretmeni Şadan, keman çalar, kızı da şarkı söylerdi. Her toplantıya, eğlence yerine kızıyla gider, para karşılığı çalardı. Süleyman, küçücük kızın ciddiyetle şarkı söyleyişine baktı. Sonra sarhoş gözlerin ona nasıl bakabileceğini düşündü, içinin cız ettiğini hissetti…

 

Süleyman da diğer arkadaşları gibi okul, kahvehane ve uyku arasında vakit geçirir olmuş, içkiye alışmış, küllenmeye başlamış ancak daha erimemişti. Her şeyi boşlamıştı o da.

 

Bir gün içmiş, ıslık çala çala yatakhaneye giderken, sokak lambası altında bir karartı gördü, yaklaştı. Kendi sınıfından bir çocuk.

 

-Sen misin Remzi, ne yapıyorsun burada?

 

Çocuk toparlandı kısa bir duraksamadan sonra konuştu.

 

-Ders çalışıyorum.

 

-Burada mı?

 

-Evet.

 

Süleyman kitaba uzandı, aldı, baktı, Tarih kitabı. 15-16 yaşında bir çocuk gündüz okulda, akşam sokak lambası altında. Süleyman kitabı geri verirken aklına sınıf arkadaşı Behçet geldi. Evinin penceresinden sızan sokak lambasının ışığıyla çalışan Behçet. “Behçet nasıl oldu da” dedi. Çocuk, ben Behçet değilim efendim, Remzi’yim deyince “Evet sen Behçet değilsin Remzi’sin ama yine de Behçet’sin” dedi. Çocuk bir şey anlamamıştı. Süleyman; “Yarın gel de okulda beni gör,” diyebildi sadece.

 

Süleyman, “Herkes eşit, bilen geçer, bilemeyen döner,” diye başlamıştı. Ama hayır, bilmeyen neden bilemiyordu, bunu sorgulamak gerektiğini anladı. Ertesi gün akşama kadar bu işle uğraştı. Teneffüste Remzi’yi gördü. Onunla konuştu. Çocuk hayatını anlattı. Geçen yıl Niğde Ortaokulunu bitirmiş; yoksulmuş ama okumaya hevesliymiş; babası rençpermiş, “İstediğin yere git, yalnız benden bir şey isteme” demiş. O da lisede okumak için Kayseri’ye gelmiş; burada zengin bir hemşehrileri varmış, yalvarmış yakarmış boğaz tokluğuna onun evine girebilmiş. Ev deyince, hareme ya da selamlığa alındığı sanılmamalıymış. Ahırın içinde ahır odası denilen bir yer varmış. İşte orayı vermişler. Ahır odası, ahırın köşesinde birkaç basamak yükseklikte, tahtadan yapılma büyükçe bir sekiymiş. Ahır odası kışın hayvanların soluğu ile ısınırmış; doğrusu sıcaklığına sıcak olurmuş ama hayvanların anırması, kişnemesi, böğürmesi biraz da sidik ve gübre kokusu rahatsız ediyormuş. Fakat zamanla insan bunlara da alışıyormuş; ahırın üstünde yalın kat bir döşeme tahtası ile ayrılan misafir odası varmış. Remzi’nin bu evde görevi ahıra ve hayvanlara bakmakmış. Gündüz boş zamanlarında o işle uğraşıyor, derslere de yalnız geceleri çalışabiliyormuş. Fakat işin kötüsü, samanlar falan tutuşur da yangın çıkar diye geceleri ışık yakmasına izin vermiyorlarmış. O da sokak lambası altında okuyormuş. İyi havalarda halinden memnunmuş ama kışın zorluk çekiyormuş. Şubat içinde verilen ikinci karne notları bu yüzden kırıkmış; fakat baharda havalar düzelince sokak lambası altında çalışıp üçüncü karne notlarını yükseltebileceğini umuyormuş.

 

Süleyman müdürün yanına gidip olan biteni anlattı. Arada “ya, vah vah” gibi tepkiler veren müdür, Süleyman’ı sonuna kadar dinledi ve ne yapmalı diye sordu. Süleyman, “Akşamları okula kabul edip, ders saatlerinde yatılılarla çalışmasına müsaade etsek,” dedi. Müdür, bu olabilir ama derken Süleyman; “Hatta düşünüyorum da Remzi ve onun gibilerini yalnız ders saati değil, içinde bulundukları yaşam koşullarından da kurtarıp çalışmalarını verimli hale getirsek,” dedi.

 

-Siz ne diyorsunuz Allah aşkına. Elimizden bir şey gelirmiş gibi nasıl yapacağız bu dediğinizi.

 

-Nasıl mı? Temizlik işinde, yemekhanede, yatakhanede, bir sürü hademe çalışıyor. Onların yerine alabiliriz.

 

Müdür gülmekten kendini alamadı. “Siz okulu dillere destan mı edeceksiniz?” dedi. Süleyman; bunun Amerika’da çok normal olduğunu söyleyerek ısrar etmesine rağmen, müdür; “Burası Amerika değil, küçük Asya” diyerek, daha çok toy olduğunu söyleyerek geçiştirdi. Parası olmayan okumayıversin, dedi. Diğer öğretmenler de okulda yoksul çocuklara oda açma fikrine karşı çıktılar.

 

Ertesi gün Süleyman eski Süleyman değildi. İçki içmiyor, kahvede durmak istemiyor, içi içini yiyordu. Remzi ve onun gibi olanları düşündü. Remzi için ne yapabileceğini düşündü. Onu kabul ettirmişti, artık akşamları çalışma odasında diğer öğrencilerle çalışıyordu. Ayrıca çocukların ders programına bakıp Matematik, Fizik, Kimya gibi kendi başlarına yapamayacakları derslerde yardım almaları için hocalarla görüşüp, onları ikna etmişti. Artık Remzi’nin de dersleri iyiye gidiyordu.

 

Süleyman’ın Pazartesi dersi yoktu. Odada epeyce oyalandıktan sonra sokağa çıktı. Kapıda Remzi’yi gördü. Remzi telaşlı hemen konuşmaları gerektiğini söyleyince, etrafta kimsenin duymayacağı bir yere geçtiler. Remzi, dün akşam eve geç gittiğini ve ağanın, kendi adamları ve Şadan hoca ile konuşmalarını duyduğunu, sonra da gizlice onları dinlediğini söyledi. Basri hocanın evine sık sık gittiğinizi ve karısı ile bir ilişkiniz olduğunu konuşuyorlardı. Ağa kadının eşinin ölümünden sonra durumunun daha iyi olduğunu, bunun nerden geldiğini falan söyleyerek iftara attığını ve kadını dağa kaldırmak istediğini söyledi. Şadan hocadan da bunun için yardım istiyordu. Sizin eve gitmediğiniz bir gün kadını kaçıracaklarmış, dedi. Süleyman duyduklarına inanamadı. Ne yapması gerektiğini düşündükten sonra doğruca Basri’nin evine gidip, karısına olan biteni anlattı. Kadın Süleyman’a kızmıştı. Basri öldükten sonra İstanbul’a ablasının yanına gitmesini engellemeseydi, tüm bunlar olmayacaktı. Bir süre tartıştıktan sonra Süleyman biran önce hazırlanmalarını, yarın sabahki trenle İstanbul’a gitmelerinin kendileri ve güvenlikleri için en iyisi olacağını, söyledi ve akşam tekrar geleceğini söyleyerek çıktı. O akşam da başlarına bir şey gelmemesi için orada sabahladı. Sonra da onları ilk trenle yolcu etti. Başlarına bir şey gelmeden göndermişti. Bu sayfa da burada kapanıyordu işte…

 

Gizli hastalık

 

Süleyman kendini toparlamakta güçlük çekmedi. Remzi’yi keşfedince gözleri birden açıldı. Artık sınıfta bir takım yüzler değil, insanlar görüyordu. Bakıyor ve anlıyordu. İçindeki insanlık ve meslek sevgisi yeniden uyanmıştı.

 

Sınıfı gözden geçiriyordu şimdi. Şunlar yatılı öğrenciler; hayatlarının her anı okulun saatleriyle ayarlanmış. Çalışırlarsa başarmamaları için hiçbir sebep yok. Şunlar memur ya da yerli esnaf çocukları; üstleri başları derli toplu, çoğu düzgün çalışıyor. Gelecek yılların büyük memur ve esnafları bunlar içinde. Hayatta ellerinden tutacak kimseleri var. Şunlar yoksul çocuklar; ne oldukları elbiselerinden belli ancak, ne olacakları belli değil. Çalışırlar ama çok bir şey kazanamazlar. Evleri, ışıkları, yemekleri daha ötesine elverişli değil. Çoğu okumayı yarı yolda bırakacak. Şunlar da başka bir grup; üçü dördü birleşip bir ev tutup bekar hayatı yaşıyorlar. Çoğu tembel… Bunlardan biri epeydir yoktu. Sordu. Arkadaşları hasta olduğunu ama hastalığının ne olduğunu bilmediklerini söylediler.

 

Dört-beş gün sonra iki öğrenci Süleyman’a gelerek; “Efendim bize Muhsin’i sormuştunuz. O günden sonra hastalığı daha da fazlalaştı. Doktor da istemiyor. Size bir danışalım dedik.” Süleyman hemen doktoru alıp çocuğun yanına gitti. Çocuk utanmıştı, zorla muayene edildi. Bu hastalığa nasıl yakalandığı belli olmuştu. Hayat kadınlarından… Süleyman aynı zamanda disiplin kurulu üyesiydi. Muhsin cezalandırılacaktı. Süleyman’ın, zaten okula gelmeyen bir öğrenciye, uzaklaştırma cezası vermenin ne kadar faydalı olacağını söyleyerek karşı çıkmasına rağmen Muhsin uzaklaştırma aldı.

 

Süleyman taşradan gelen öğrencileri şehirde başıboş bırakmayıp, bunlara yatıp kalkacak doğru dürüst bir yer bularak hepsinin çalışmasını yatılılarınki gibi bir düzene koymak gerektiğini söylüyordu. Müdür yine tecrübesizliğine bir sürü laf edip; “Tamam şu yurt işiyle uğraşın bakalım, neler yapabileceksiniz. Bunu sırf tecrübeniz olsun diye söylüyorum, yoksa bir şey yapamayacağınızı biliyorum,” der.

 

Milli Eğitim Müdürü

 

Süleyman ilk olarak Milli Eğitim Müdürüne başvurdu. Delikanlıyı güleryüzle karşıladı, neşesi yerindeydi.  Süleyman gelişinin sebebini kısaca bildirdikten sonra civar köy, kasaba ve şehirlerden gelen çocukların perişan hallerini, bunların bir binada toplanıp hayatlarının düzene konmasındaki yararları bir bir anlattı. Böyle bir öğrenci yurdu açıldığı zaman öğrencilerin sadece yatıp kalkmalarının ve çalışmalarının değil, yemeklerinin bile şimdikinden daha iyi olacağını söyledi. Milli Eğitim müdürü, ya parayı nerden bulacağız, deyince Süleyman; çocuklar nasılsa hem ev kirası hem de yemek için masraf yapıyorlar. Bu parayı yurda verecekler. Milli Eğitim müdürü tamam bu olabilir; ama ya binayı nereden bulacaksınız, diye sordu. Süleyman bunu kendilerinden istediklerini, ellerinde bulunan okul binalarının bir köşesi de olabileceğini, söyledi. Müdür: “Elimde yurt yapmaya elverişli yer yok, olsa bile, bu kadar işin arasında bir de onunla uğraşmaya vakit bulamam. Ama siz arar, dışarıda uygun bir yer bulursanız, yurdun açılması için gereken müsaadeyi veririm. Benden size izin, gidin İskan müdürünü, Milli Emlak müdürünü, Belediye Başkanını görün. Belki emvâl-i metrukeden filan bir yer veririler. Buranın evleri bu iş için uygundur.”  Süleyman, okul müdürünün bu işin yapılamayacağına inanıyor demesine ise, ben katılmıyorum, yapılır, neden yapılmasın ama ben uğraşamam, her iş benim üzerimde” diye karşılık verir.

 

Süleyman ilk önce Maarif Müdürü ile görüşür. Ondan olumlu bir cevap alamaz. İskan Müdürüne gider ama buradan da eli boş döner. Sonrasında Milli Emlak müdürüne, Belediye Reisine de gidip durumu anlatır ama eline bir şey geçmez. Süleyman’ın beklemekten başka çaresi kalmamıştır.

 

Yıllar geçiyor

 

Yıllar geçiyor Süleyman eli kolu bağlı hiçbir şey yapmadan sadece seyrediyordu. Okulun kalkınması bir kişinin yapabileceği bir iş değildi. Kahvedeki tavla oyununu sınıftaki işi ile bir tutan, derste iki çarpı altı derken düşeş kapısını da düşünen insanlarla birlikte çalışmak zorundaydı. Başardım sandığım işlerde ne yapabilmiştim ki diye düşündü. Remzi sonunda diploma alabilmişti. Ama durumu yükseköğrenimi ancak parasız yatılıda okumaya yeterdi. O sınav da sadece Ankara ve İstanbul’da oluyordu ona da gidecek parası yoktu. Remzi o yıl hiçbir yere gidemedi. Tapuda bir memurluk aldı. Bir yıl çalışıp biraz para biriktirdi ancak ertesi yıl gitti.

 

Çocukları seyrederken “Bunların içinde kim bilir daha kaç Remzi vardır?” diye düşündü. Üçüncü ders zili çalmıştı ama bazı çocuklar kitaplık önünde toplanmış telaşlı koşuşturuyorlar, biri su getiriyor… Hemen kalabalığa yaklaştı. Çocuklardan biri bayılmış, duvarın dibine oturtmuşlar. Bir yandan yüzünü ıslatıyor, bir yandan da su içiriyorlardı. Çocuk bir süre gözünü açıyor, soğuk su midesine gidince içi bulanıyor, kusuyordu. Avurtları çökmüş, elmacık kemikleri yeşile dönmüş, gözlerinin altı morarmış. Süleyman bu yüzü bir yerden hatırlıyordu. Evet, çocukluğunda ekmek arabasına atlayıp kasalara dökülen ekmek kırıntılarını yalayan adam, onun yüzü de böyleydi. Hemen çocukları gönderip iki çay aldırttı. Kaşıkla yavaş yavaş içirdi. Çocuk sıcağı hissettikçe biraz düzeliyordu. Sonra dayanamayıp bardağa sarıldı, elleri tutacak güçte değildi. Süleyman yardım etti, iki bardağı da birden içti. Süleyman kalabalığı dağıttı. Bir taksi çağırıp iki öğrenci yardımıyla çocuğu arabaya taşıdılar.

 

Süleyman çocuğu doğruca lokantaya götürdü. Çorba, arkasından hafif bir sebze yemeği ve iki tabak da muhallebi ısmarladı. Çocuk hepsini hızla yedi. Daha sonra konuşmaya başladılar. Çocuk dört gündür açmış. Süleyman, ben iki gün dayanabilmiştim, dedi. Adı Arif’miş. Ben Remzi diye biliyordum. Remzi kendini kurtarmıştı ama Arif kurtaramayacaktı. Süleyman, okulu bıraksan bir işe girsen, dedi. Annem okumamı istiyor ama iyi bir iş bulursam dinlemeyeceğim. Süleyman, bir fabrika açıldı, orada vardır belki, ben bir araştırayım, deyince çocuk sevindi. Kalktılar.

 

Süleyman o gün okul çıkışı Halkevine gitti. Halkevi başkanı Reşat Bey; uzun boylu, dazlak kafalı, mebus olma sevdasında bir adam. Mebusluğa Halkevinden geçildiğine inanıyor. Her hafta Kayseri Halkevi çalışmalarını bir raporla Ankara’ya gönderiyor. Yapılan yardımlar, düzenlenen konferanslar, açılışlar… Yapılan, yapılmayan abartı dolu bir sürü yazı.

 

Süleyman’ı görünce hemen not aldı: “Edebiyat ve Sanat Koluna lisenin Edebiyat öğretmeninin yardımı sağlandı.” Süleyman Akif’in durumunu anlatıp, ortaokul diploması olduğunu, yeni açılan dokuma fabrikasında veya bir devlet dairesinde Halkevi aracılığıyla işe konmasını rica etti. Başkan memnuniyetle kabul etti. Birini bir işe yerleştirmek, halkın dertlerine bulunan çareler üzerine bir rapor hazırlamak, demekti. Bir hafta sonra Akif okuldan ayrılmış bez fabrikasında işe başlamıştı.

 

İstatistikler

 

1935 nüfus sayımı Süleyman’a yeni bir görüş kazandırdı. 461.181 nüfuslu bu koca şehrin lisesinde 700 kadar öğrenci okuyor. Bunun aşağı yukarı üçte biri de başka şehirlerden gelme. Merak etti, Türkiye’de okuyan öğrenci sayısını öğrenmek için istatistiğe baktı.

 

Memleketin nüfus sayısı 16.158.018, okula giden çocuk sayısı ise 700.527 dehşet içinde kaldı. Lise, ortaokul, ilkokul hepsine baktı. Yükseköğrenim okuyanların sayısı ise 7.478 idi. Demek ki bütün bu okullar, bütçeler, bakanlar, genel müdürler, profesörler, öğretmenler, gazeteler, eleştirmenler bütün bu gürültüler, hep 2 milyon kişi için. Çünkü 16 milyonu köylüydü ve okumuyordu. Demek ki koskoca Türkiye’nin bilimde, fende, sanatta bir tek üstün başarı elde etme olasılığı hep bu 7.478’e bağlıydı öyle mi?

 

Süleyman az kalsın umutsuzluğa düşüyordu. Halk için çalıştığını düşündüğü bir işte halktan bu kadar uzak olduğunu görünce dehşet içinde kaldı. Düşündü, “Buradaki işi beğenmiyor muyum?” Pekala gider başka yerde çalışırım. Neresi olursa, yeter ki halk için, adı sanı bilinmeyen insanlar için olsun. Sessiz, bilinmeyen, sayıları ancak nüfus sayımında belli olan, ondan sonra yine bir köşede unutulan, varlıklarıyla yoklukları bir insanlar için. Bu yüzden Halkevinin yardım koluna dört elle sarıldı. Aslında burada da işler farklı değildi. Hangi işe el atsa “para yok” deniliyordu. Halkevinde çalışmaya başlayalı yalnız bir defa bayram arifesinde bir tüccarın, yoksul çocuklar için verdiği para ile ilkokulda okuyan kırk çocuğa elbise dağıtıldığını hatırlıyordu.

 

Halkevinde boşu boşuna durmak istemiyordu ama köy gezileri vardı. En azından köylere gidip oradaki insanları görüyor, çevreyi tanıma fırsatı buluyordu. Süleyman’ın ilk gezisi ise şöyle olmuştu: Halkevi başkanı; “Artık kırlar yeşermiştir. Hem gezmiş hem de görmüş oluruz. Katılmak isteyen arkadaşlar bizlerle gelebilir,” diyerek, Cumartesi gezi olduğunu söyledi. O sabah bir otobüs tutuldu. Köycülük okulundan ihtiyar belediye doktoru, dişçi, bayındırlık mühendisi, müzik öğretmeni Şadan, folklor meraklısı Almanca öğretmeni Rasim, Süleyman, sosyal kurumdan dört beş kişi bir de Halkevi kâtibi. Yirmi kişilik kafile saat dokuzda yola çıktı.

 

Misafirler muhtarın evinde şöyle bir saat dinlenip, yorgunluk kahvesi içtiler. Bu sırada muhtar haber salıp köylüyü topladı. Halkevi başkanı biraz önde, diğerleri arkada, Halkodasının kapısının önünde durdular. Köylüler ayakta bekleşiyorlardı. Başkan emir verdi; “Çök!”. Hepsi bulundukları yere oturdular. Başkan konuştu, doktor, mühendis, dişçi hepsinin onlara hizmet için geldiğini söyledi. “Önceden de partiler vardı ama böyle şeyler olmazdı. Halk Partisi köylünün, efendi olduğuna karar verdi. Söyleyin bakalım siz ne siziniz?” Hepsi birden “Köylüyüz” dedi. Köylüsünüz ama efendisiniz diyen müdür, “KÖYLÜ EFENDİMİZDİR” diye yazıp hazırlattığı levhayı odaya asmalarını söyledi.

 

Sonra ne dertleri varsa, başı ağrıyan doktora, dişi ağrıyan dişçiye, dedi. Birde yığınla dergi getirmişti. Hayvanların bakımı, sağlığı, koruma çareleri, çekirgelerle uğraşma yolları, köy evi yapma yönetimleri vb. bunları da köy evine koyacağız. Hepiniz boş vaktinizde okuyun, o zaman köyünüz hemen kalkınacak, dedi.

 

Süleyman merak etmişti, folklor meraklısı arkadaşına, bu insanların okuma bilip bilmediklerini sordu. O da bilmediklerini, köyde okul bile olmadığını söyledi. Doktorlar da parasız muayeneye başlamışlardı. Ama reçeteyi verip gönderiyorlardı. Ne ilaç, ne ecza… Biz muayene ederiz gerisini sizin bulmanız lazım, diyordu doktor.

 

Öğleden sonra toplanmak üzere dağıldılar. Muhtarın evinde iyi bir ziyafetten sonra toplandıklarında başkan; “Haydi bakalım köylü kardeşler, sabahleyin dertlerinizi dinledik, şimdi de şarkılarınızı dinleyelim. Biraz çalıp oynayın bakalım,” dedi. Köylüler çalıp oynamaya başladılar. Başkan, Şadan’a dönüp; “Sen de şunu kağıda notalayıver, müsamerelerde kullanırız, bir nüshasını da Ankara’ya yollarız,” dedi.

 

Kımıldanış

 

İkinci dünya savaşına kadar Süleyman’ın ‘rapor fabrikası’ adını verdiği Halkevi içinde fikirler, projeler, raporlar, nutuklar, üyeler, iş bölümü bulunan ama iş bulunmayan boş bir kalıp halinde sürüp gitti.

 

Savaş çıkıp da bir iki yıl sonra kıtlık başlayınca, yoksul halkın dış baskısına karşı kımıldayıp çareler aramak zorunda kaldılar. Her gün en az sekiz on kişi geliyor; iş, yardım, kömür, ekmek istiyordu. Kurumun gelir kaynağının çoğalması için çareler bulmak lazımdı. Toplanan para ile o kış başvuran yoksul halka, yalnız bir defaya özgü 4-5 kilo bulgur, 8-10 kilo patates, biraz havuç ve pekmez dağıtıldı.

 

Başvuranların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Muhtaç yoksulları saptamak üzere bir komisyon kurulmasına karar verildi. Halkevinden dört kişi ile her mahalleden muhtar ve iki üyesinden kurulmuş bir komisyon. Artık ev ev, mahalle mahalle gezip, yoksulları kaydedeceklerdi.

 

İlk olarak yoksul mahallelerinden, Çorakçı’dan başladılar. Çorak; güherçile demekmiş. Vaktiyle burada oturanlar topraktan güherçile çıkartır, onunla geçinirlermiş. Ancak fabrikası açılınca mahallelinin küçük tezgahları kapatılmış. Halk şimdi sazcılık yapıyormuş. Bu az para getiren, yıpratıcı, hayırsız, pis bir işmiş. Sazı yazları bataklıklardan çıkarır, kurutup, satarlarmış.

 

Bir avlunun kapısını açıp içeri girdiler. Muhtar anlattı. Çekçek’in Emine derler. Dul bir kadın, küçük bir kızı var. Kocası güzün sazlıkta boğuldu. Sonra kadına dönüp, beyler senin evi görmek istiyor. Kadın, buyursunlar vergi için değil mi? Geçen ay da gelmişlerdi, yok ne yapayım. Satsınlar evi de kurtulayım bari. Şu kış kıyamette başımızı sokacak bir dam var, onu da alsınlar. Muhtar, dur telaşlanma, onlar almaya değil, vermeye geldi deyince, kadın şaştı kaldı. Vermek ha! Bir yaşıma daha girdim dedi.

 

Daha böyle kaç ev gezmişlerdi. Ahırda yaşayanlar, vermeye gelindiğine bir türlü inanamayanlar… Liste ise gittikçe kabarıyordu. Sadece yiyecek günlük ekmeği bulunmayan dul kadınlar, kimsesiz ihtiyar erkekler, çalışamayacak hasta yoksulları saydıkları halde yazdıkları daha şimdiden iki bini geçmişti. Bu durum karşısında yeni para kaynakları bulmak gerekecekti. Genel bir toplantı yapıp düşündüler. Şehrin belli başlı zenginlerine başvurup, yardım istemeye karar verdiler. Bir yandan yazma çalışmaları devam ederken Süleyman başkanlığında da üç kişinin zenginleri dolaşması uygun görüldü.

 

 

 

Ratıp Ferruh Bey

 

Süleyman yardım toplamaya çıkmak için üyeleri beklerken kitaplık memuru gelip, “Ratıp Ferruh Bey gelmiş, birkaç gün burada kalacakmış, ona gidinsene!” dedi. Süleyman hemen ilgilendi. Kim bu adam diye yelerden biri sorunca memur anlattı.

 

Fabrikatör. Ayvalık’ta iki tane zeytinyağı fabrikası işletiyor. Milyoner, işi Ayvalık’tadır ama kendisi İzmir’de oturur. Süleyman bu adamı tanıyordu. Savaş öncesi üç öğretmen arkadaşı ve bir grup öğrenciyle İzmir fuarına gitmişlerdi. Ratıp bey kendilerini bırakmamış, hemşerileri olarak baya ilgilenmişti. Deniz kenarındaki köşküne davet etmiş, köşkü gezdirmişti. İçerde çalışanların hepsi beyaz giysiliydi. Öyle ya Eski Yunanlar beyaz harmanı kullanırlardı. Adam tam bir batı hayranıydı. Evin her bir yanı değerli eşyalarla, halılarla, antikalarla donatılmıştı. Evin kitaplığı ise kaybolabilecekleri kadar büyüktü. Kitaplıkta da onları yine beyaz elbiseli bir adam karşılamıştı. Bu kitaplık müdürü Nedim Fuzuli beydi. Asıl adı Ali Şaban’mış ama büyünce bunu beğenmemiş mahkemeye başvurarak Nedim Fuzuli diye değiştirmiş. Kitaplıkta Fransa, İngiltere, Almanya ve daha pek çok ülkenin ansiklopedisine ve eserlerine ayrı ayrı bölümler ayrılmış. El yazması değerli kitaplar… Bunlar oluşturulurken de Ferruh beyin yığınla para harcadığını anlatıyordu kitaplık müdürü Ratıp beyi överek. Kitaplara bey de dahil kimse dokunmazmış. İngilizce kulağa hoş geliyor diye bey arada okuttururmuş bu kitaplardan.

 

Ambar

 

Şehrin ileri gelenlerinden, tüccarlardan, şirketlerden toplanan para 22 bin lirayı buldu. Buna ayrıca Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumunun ve Halkevinin Sosyal Yardım Kolunun paralarını da ekleyince aşağı yukarı 30 bin lira toplanmış oldu. Şimdi bütün kayda geçirilen yoksullar düzenlenip, fişler oluşturulacaktı. 4.500 kadar yoksul. Fişlerde her ailenin Halkevine gelme günleri ve saatleri yazılıp altları mühürlenecekti. Bunun için öğretmenlerden yardım istendi. Böylece öğretmenler de işin yoğunluğundan, kahveden kopup bu işe bağlandılar. Zühtü hariç, tabi o hala ezber yapıyor.

 

Halk toplandı müthiş bir kalabalık, herkes adının okunmasını bekliyordu. Bir şeyler kapabilmek için ilk gün yine saldırı halinde hücum etmişlerdi. Ama herkese gün ve saat verilmesi kalabalığı ve kargaşayı önlemişti. Yalnız bazı memurların bazılarını saymayıp yazıya geçirmemeleri sorunlar çıkarmıştı. Halkevine baskınlar yapmalarına neden olmuştu, onlar da ekmek istiyordu.

 

Ertesi gün Halkevine birkaç kadın daha geldi. Olanı biteni anlattılar, kendilerine de yardım etmelerini istediler. İnanmaları ve durumlarını görmeleri için onları kaldıkları yere götürdüler.

 

Beş altı basamaklı taş bir merdivenden inip dar bir kapıdan, dört yanı duvarla çevrili, tepesi baştanbaşa açık oldukça geniş bir yere girdiler. Burası yıkanma yeriydi. Ortada, eskiden göbek taşı olarak kullanıldığı anlaşılan bir tümseğin üzerine üçayaklı bir sehpa kurulmuş; sehpanın ortasından asılı telde bir bakraç asılı, altında ateş yanıyor. Ateşin etrafına on beş kadar çocuk toplanmış, yemeğin pişmesini bekliyorlar.

 

İlerlediler, kapıları keçe gibi, kilim gibi şeylerle örtülü halvet odalarını, örtüler arkasındaki hayatlarını gösterdiler. Hepsi de yarı çıplak kadınlar, donsuz çocuklar, yatalak ihtiyarlar, belki sekiz on kişi, kimisi ayakta, kimisi oturuyor, kimisi yatıyordu. Duvarlardan aşağıya doğru ince ince sular süzülüyor. Çamur, yağ, sidik, gübre, her türlü pislikle kararmış mermerlerin üstünde yalın kat ot şilteler serili. Perdeler açıldıkça ter, nefes, çürük ot, küf ve müthiş bir rutubet kokusu dışardan bakanların genzine doluyordu. Üstelik buralarda birkaç aile birden yaşıyordu. Süleyman bir sefalet yarışında hakemlik edeceğini hiç düşünmemişti. Buradaki insanları da kayda geçirdiler. İki bin kadar tuttu. Şehrin bir ucunda kilise yıkıntılarında yaşadıkları söylenen Ermeniler ise hiç gelmediler. Onların hali Halkevi için meçhul kaldı.

 

Bu durum karşısında ne yapacaklarını, halk evinin gelirinin buna yetmeyeceğini düşündüler. Çareler aramaya başladılar. Ama önceden de gidip istedikleri zenginlere bir daha gidemezlerdi. Başka yollar bulmalıydılar.

 

Süleyman “Yoksulluğun Kaldırılması” başlıklı bir makale yazıp Yusuf Hadi beyin gazetesine yolladı. Süleyman mahalle ve sınıf arkadaşının yazıyı basacağını umuyordu. On gün sonra aldığı bir mektupta, “gazetelerde böyle konulara yer verilmediği” nazikçe anlatılıyor, “okuyucunun katili bulunmayan meçhul cinayetler, dedikodu uyandıran büyük yolsuzluklar, sinema yıldızları” ile daha çok ilgilendiği bildiriliyor, daha hafif, daha suya sabuna dokunmaz konular seçmesi rica ediliyordu.

 

Süleyman aynı yazıyı birkaç gazeteye daha gönderdi, ancak onlardan cevap bile gelmedi. Bunun üzerine bir kere de “Dünyaya Bakış” dergisini denedi. On beş gün sonra makalenin basılmış olduğu sayı ile birlikte bir de mektup geldi. Teşekkür ediliyor, başka makalelerine de sayfalarının her zaman açık olduğu bildiriliyor; bunlardan başka Kayseri ile ilgili gözlemlerinin birer röportaj biçiminde yazılıp gönderilmesi de ayrıca rica olunuyordu. Bunun üzerine Süleyman aynı dergiye birkaç yazı daha yolladı. Bütün yazılarını rakamlar, istatistikler, fotoğraflar, yer hatta kişi adlarıyla belgelendirmişti.

 

İlk zamanlarda pek bir şey olmadı, fakat son haftalarda gittikçe yalnız kaldığını, çevresindeki havanın adeta azaldığını sezmeye başladı. Terfi yılı olmadığı halde müdür hafta içinde üç kez dersine girdi. Başyardımcı ikide bir kapının gözetleme deliğinden sınıfa baktı. Yanındakiler tek tek dağılıyordu. Onların uzaklaşmasının tersine, Felsefe öğretmeni Zühtü bir gölge gibi peşine takıldı. Artık takip ediliyor neler yaptığı, kimlerle konuştuğu izleniyordu. Öğle üzeri Halkevi başkanından da bir mektup aldı. Başkan, “Halkevi yönetim kurulu, her kolda çalışacak üyelerin saptanması için yeniden seçim yapılmasını karar altına aldığından, eski üyelerin görevlerinin bugün sona ermiş bulunduğunu” saygı ile bildiriyor ve Süleyman’a bugüne kadarki çalışmalarından ötürü teşekkür ediyordu.

 

Müfettiş ve Teftiş

 

Zühtü’nün raporlarından, müdürün derse girmelerinden, muavinin kapı dinlemelerinden elde edilen bilgi derlenip toplanıp Bakanlığa yazıldıktan bir hafta sonra okula bir müfettiş geldi. Kahve halkı liseye müfettişin geldiğini, müdürün akşamları tavla oynamak için kahveye çıkmamasından anladılar; yatılı öğrenciler de yemeklerin birdenbire iyileşmesinden her şeyi sezdiler, her Allah’ın günü akşamleyin mercimek çorbası, öğleyin nohut yemekten kurtulmuşlardı.

 

Müfettiş ilk önce müdürle görüştü. Müdür; “Maksadının ne olduğunu bilmiyorum ama şunu pekiyi biliyorum ki, öğrenci ile her zaman çok yakından ilgilenmiştir. Hepsinin analarının babalarının kim olduğunu öğrenmeye çalışır, giyimleri kuşamları yemeleri içmeleriyle ilgilenir,  kiminin evine gidip görmeye kalkışırdı. Kaç kere söyledim öğrenci ile bu kadar sık ilişki kurmak doğru değil, sonra yüzgöz olursunuz, diye ama dinletemedim,” der. Yurt kurmaya çalıştığını, fabrikaya öğrencilerden birini işçi olarak koyduğunu ve diğer çalışmalarından bahseder. Müfettiş tüm bunları not alır: “Parasız yardımlarıyla, yoksulları minnet altında bırakarak, anlardan her yolda yararlanmaya çalışıyor. Fabrika ile ilişki olanakları hazırlıyor, suçun toplumda olduğunu söylüyor.”

 

Süleyman’ın odasını, kitaplarını inceledi. Diğer öğretmenlerle ve Zühtü hoca ile görüşüp onları da dinledi. Trende gelirken yazıp hazırlamış olduğu notu da ekleyerek, raporunu bitirip çantasına koyduktan sonra önceden aldırdığı pastırma ve halısını da alıp trene bindi. Gitmeden önce de müdüre, Bakanlığa gönderilmek üzere şöyle bir yazı yazmasını salık verdi.

 

Siyasal eğilimi, bilimsel düşünce ile uzlaşma kabul etmeyecek karakterde olan bir dergiye, lisemiz Edebiyat öğretmeni Süleyman’ın uzmanlığıyla ilgili de olsa, yazı göndermesini, bilim, düşünce ve çalışmasına aykırı gördüğümü ve adı geçen öğretmenin bu karakteriyle okul içindeki durumunun göz önüne alınması gerektiğini saygılarımla arz ederim…

 

Bir Salı sabahı

 

Müfettişin gidişinden bir hafta sonra, bir salı sabahı, Süleyman okula girerken kapıcı bir zarf uzattı. Bunu derse girmeden önce okuyacakmışsınız, dedi. Genç adam zarfı açtı, okudu. Okul müdürlüğü, Bakanlıktan gelen bir emrin kopyasını tebliğ ediyordu. Kağıtta şöyle deniyordu: “Liseniz Edebiyat öğretmeni Süleyman, görülen lüzum üzerine Bakanlık emrine alınmıştır. Tebliği ile ayrıldığı tarihin bildirilmesini rica ederim.”

 

Kağıdı katlayıp cebine koydu, hiçbir şey söylemeden yine sokağa çıktı. Çarşıya doğru yürüdü; manavlar, terziler, manifaturacılar arasından, dalgın. Geçti, kendini saat kulesinin önünde buldu. “Hayatımı artık ders saatiyle ayarlamama gerek kalmadı” diye geçirdi içinden. Gözüne ilerdeki İstanbul oteli ilişti. Kayseri’ye ilk geldiği günü hatırladı. Şöyle bir hesap etti, aradan on beş yıl geçmişti. Baktı Erciyes’in tepesine yine beyaz. Karlar o zamandan beri sanki hiç erimemiş. Kale duvarının tepesindeki büyük leylek yuvası hala olduğu gibi duruyor. “Onun yeri benimkinden daha sağlammış,” diye düşündü.

 

Cebinden kağıdı çıkarıp bir kez daha okudu: “Ayrıldığı tarihin bildirilmesini rica ederim.” Ayrıldığı tarih… Bütün yazı içinde en gücüne giden yazı bu oldu. Mademki ayrılıyor, öyleyse burada daha niye dursun? On beş yılda kendine bir ev bile kiralamamıştı. Geldiğinden beri yalnız bir gece otelde kalmış sonrasında hep okulda kalmıştı. Fakat artık orada da yatamayacaktır, mademki ayrılması isteniyor. En iyisi eşyasını toplayıp, ertesi sabahki trenle hemen İstanbul’a gitmekti.

 

Tuhaf diye düşündü, ilk geldiği gün İstanbul otelinde kamıştı, son gece de yine aynı yerde yatacaktı… Herkesin derste olduğu bir saate, okula gitti, saymana İstanbul’daki adresini bıraktı. Ve bundan böyle kaç para alabileceğini sordu. On beş yılı doldurmuş olduğu için aylığının üçte birini alacağını öğrendi.

 

Ayfer Akyel

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..