Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Hepimizi kandırdılar

Hepimizi kandırdılar
 

ALINTI


Orada bir kız var. Güneşe dönmüş yüzünü. Belki de kendisi güneş. O bile bilmiyor. Yanıbaşındaki ihtiyara bilmediğim dilden türküler söylüyor. Sesinde titrek bir sabah. Uyanışların en gücü ve en isteksizi biraz da. İhtiyar eliyle kovalıyor yüzündeki sinekleri. Göz çukurunda birikmiş birkaç damla yaş var. Durup durup gülümsüyor arada. Kız ihtiyarın sararmış bıyıklarına bakıyor. Sonra dönüyor tezgahına. Elindeki çömleğe boynu kıvrılmış bir lale çizecek az sonra. Türküsü bitsin hele…

Tepede bir grup atlı görünüyor. Daha doğrusu sarı bir toz bulutundan başka hiçbir şey görünmüyor ama nal seslerinden anlaşılıyor atlıların geldiği. Sağda solda kim varsa elindeki işi bırakıp bir araya toplanıyor. Yüzlerinde derin bir tevekkül var.

Süvariler atlarının başlarını onlardan yana çeviriyor. Şimdi gökyüzüne, tepedeki yorgun atların soluklarından bir bulut yükseliyor.

Bunlar gökten indiler bir gece vakti. Kişneyen atlarını köyün başındaki tepede şaha kaldırdılar. Ay arkalarında durdu en büyük haliyle. Dev gibi dört alaca at ve onların üzerinde dört süvari silueti…İlk gelişlerinde hiçbir şey demeden gittiler. Aya doğru sürdüler atlarını ve kıraç ufuklarda toz duman içinde kayboldular.

İkinci gelişlerinde içlerinden bir tanesi gürz gibi bir sesle kükredi köye doğru:

“Ant olsun ki, biz sizi bilenlerdeniz!” Yine ilk geldikleri gece gibi koca bir ay vardı arkalarında. Huysuzlanan atlarını dizginleyip durdular tepede. İçlerinden biri daha kükredi biraz sonra:

“Biz sizin aydınlık sabahlarınız ve ebedi koruyucularınızız!”

İhtiyar holtenin eğri kemikleri ısındı bu sözler üzerine. Onlara inananlardan oldu. Muhtar şüpheyle baktı süvarilere. Kim bu tepede hayırlar vadettiyse onlara, ardından kan ve ızdırap geldi sonra…Çocuklar hiçbir şey düşünmediler. Yalnızca alaca atların uçuşan yelelerine baktılar hayran hayran. Biraz daha gençler, tozun ve kuraklığın olmadığı yemyeşil bir kasaba hayal ettiler.

Süvariler gözden kaybolurken köy halkı tedirgin bir tartışmanın içine düştü. Muhtar bir kütüğün üzerine çıkıp ahaliye seslendi.

“Ey benim fukara köylüm! Tepede gördüğünüz her muştuya nasıl inanırsınız? Unuttunuz mu ölülerimizi? Gidip dönmeyenlerimizi? Ant olsun ki, ben bu sefer onlara inanlardan olmayacağım.”

Holte hırkasının iç cebinden çıkarttığı mendille ağzının kenarlarını sildi ve muhtara seslendi:

“Artık ipe dizecek biberimiz bile yok. Hiç bebemiz doğmuyor ve hayvanlarımızın kemikleri birbirine karışmış. Ben onlara inanacağım. Çünkü benim beklemek için uzun mevsimlerim olmayacak. Hiç değilse umut ederken ölmek istiyorum.”

Diğer ihtiyarlar holteyi destekledi. Hep beraber bir köşeye ayrıldılar. Muhtar tiksinen gözlerle baktı onlara. Aslında o da ihtiyardı. Bir süre sustu ve düşündü. O sırada kadınlar güçlü atlılardan söz ediyorlardı. Kucaklarında uyuyup kalmış çocuklarına bakıyorlardı bir de. Onların pek çoğunun kocası yoktu.

Muhtar teneke köseleli topuğunu kütüğe vurdu. İnce ses karşı tepelere çarpıp geri döndü. Ahali biraz susar gibi oldu. Üstlerinden yarasalar ve gece böcekleri uçtu. Kalabalığın arka sıralarından bir genç sıyrılıp öne çıktı. Muhtarla göz göze geldiler. Genç elindeki dal parçasıyla yere bir damar çizdi ve dedi ki:

“Fırat bizim kuru tarlalarımıza akacak. İşte böyle damar damar. Nenemin al peştamalı gibi kıpkırmızı domatesler ısıracağız. Kışın bile muhtar! Kışın bile…”

Ben çoktan sönmüş bir kümesin arkasından izledim onları. Ay her birinin yüzünü aşikar ediyordu. Niye orada olduğumu unutacak kadar içlerine karışmıştım. İşin garibi ben de onlar kadar kararsızdım. Muhtarın söz ettiği ölüleri görmüştüm. Bir gece herkesin kapısı ölülerle doldu. Koyun keçi ölüleri, adam ölüleri, ağaç ölüleri…Çeşit çeşit ölümler işte…Ben üç gün saklandığım yerden çıkamadım ve üç gün ağlayıp gözyaşımı içtim. Üç gün düşümde gözleri göğe bakan ölüleri gördüm. Her birinin gözbebeğinde kanatları genişçe açılmış beyaz kuşlar uçuyordu. Dışarı çıktığımda avlular tertemiz yıkanmıştı. Her yan gülsuyu kokuyordu. Ve insanlar şişmiş gözleriyle işlerine devam ediyorlardı.

Fakat Fırat’ın damar damar tarlalara akacağına da inanıyordum. Su kuşlarının bu göklerde uçacağına, papatyalı patika kenarlarında balık kılçıkları göreceğime inanıyordum. Bir ilkokul kitabı resmi gibi rengarenk olacaktı her yan. Bir gün o tozlu tepeden hayırlı bir güneşin doğacağına dair kuşkularım olsa da, en az ihtiyar holte kadar umut içindeydim.

Muhtar kütüğün üzerinden inip gencin iki yakasından tuttu. Gözlerinde dehşetli şimşekler çaktı o an. Şavkı gencin sivilceli yüzünü kararttı. Sonra hırsla bir kenara itti onu. Elindeki dal parçasını alıp, yerdeki damar resmini karaladı.

Tekrar kalabalığa dönüp,

“Halinize bir bakın” dedi. “Çocuklarınızın saçlarına bir bakın!”

Herkes söyleneni yaptı. Önce kendilerine, sonra yanlarındakilere, nihayetinde kucaklardaki kirli ve dolaşık saçlı çocuklara göz attılar. Kimileri eteklerindeki yırtıkları eliyle büzerek saklamaya çalıştı. Kimi başını öne eğdi. Gece biraz daha karardı. Muhtar daha bir şey demedi.

Herkes başı önünde evine gitti. Bir daha kimse bu konu hakkında konuşmadı. Ben ertesi sabah o tepeye çıkıp süvarilerin durduğu yerde oturdum. Kuru toprakta kocaman nal izleri vardı.

Köy buradan bakınca ne kadar da küçük görünüyordu. İçinde olmadığın her şey bu kadar küçüktü demek ki…Tepeden bakınca koskoca evler, yırtık birer kibrit kutusundan, insanlar karıncadan farksızdı. Atlılar yanılıyordu işte. Onların kudreti, tepeden baktıkları bu köyün acılarına son verecek kadar büyük değildi. Ağlasam yeriydi. Ama ağlamadım. Ben bu topraklara ait değildim nihayetinde. İstediğim zaman kırmızı domatesler ısırabileceğim bir yerim vardı.

Bay F. yi arayıp bir an önce geri dönmek istediğimi söyledim. O ise bana gülerek karşılık verdi.

“Seni dayanıklı olduğun için görevlendirdik. Şimdi telefonu kapat ve işinin başına dön!” diye haykırdı sonra. Bay F. piçin teki! Hiçbir şeyden haberi yok onun. Bildirdiğimiz kadarını bilir. Oysa her şeyi bilmeliydi. Ya da biliyor da bizi kandırıyor. Numarayı bir daha tuşladım. Bu sefer kararım kesindi. Ben artık kan ve ölü görmek istemiyordum. Bu kez telefona Bayan K. çıktı. Bay F.’nin kusmak için tuvalete girdiğini söyledi.

Demek böyle tahammül edebiliyordu bildiklerine.

Tepeden inerken ince bir kayısı ağacı var. Dibinden bir parmak kalınlığında su çıkar. Oraya doğru yürüdüm. Yaklaştıkça ağacın dibinde bir siluet irileşti. Birkaç adım sonra bu siluetin holteye ait olduğunu fark ettim. Daha beni kimse görmemişti. Karşılarına çıkmak için doğru bir zaman da değildi. Fakat bu kıraç arazide saklanabileceğim tek bir kuytuluk dahi yoktu. Çaresiz yürümeye devam ettim.

Yaşlı kadın boruya ağzını dayamış su içiyordu. Rahatsız etmek istemedim. Bekledim. Bekledim. Bekledim. Holte hiç kıpırdamadı. Çekinerek yanına gittim ve omzuna dokundum. Yaşlı bedeni bir yana devrildi. Ağzındaki su borusuyla birlikte…Gözleri sımsıkı yumulmuştu. Belli ki isteyerek ama sıkıntıyla boğulmuştu. Ağzındaki boruyu çekip kayısı ağacının dibinde fokurdayan suya geri taktım. Çamurlu su, holtenin lastik ayakkabılarını geçip basma fistanının bacaklarına doldu.

Ona sarılmalıydım. Açık gözlerini kapatıp ‘artık ebediyen güvendesin’ diye fısıldamalıydım kulağına. Fakat yapamadım. Temas, kahrolası kurallarımıza aykırıydı ve biz ne zaman onlardan birine dokunacak olsak merkezin anında haberi oluyor, akabinde üç günlük yevmiyemiz kesiliyordu.

Telefon çaldı. Açtım. Başımı gökyüzüne kaldırıp yüksekten uçan turnalara baktım. Bay F. Holteye dokunduğumu anlamıştı. Hani suyun başında, omzuna dokunmuştum ya…Sayıp sövdü. Ben gözlerimi kırpmadan turnalara baktım. Uzun boyunları öne doğru uzanmış, bacakları arkalarından geliyor. Kanatlarında sakallı bir zaman var. Herşey geçiyor…Kuru, sessiz, gri…Güneşli…

Holteyi orada bırakıp köye vardım. Saklandığım metruk ahıra girip burnumu tezeklerin içine soktum ve ağladım. Bay F. gözden çıkarıldığımı söyledi. Artık ben de buralıydım…

İki sefer gece gelen süvariler bu kez güpegündüz geldiler. Ben saklandığım ahırın eğreti tahtaları arasından olan biteni izliyorum. Çömlekçi kız elindeki çamuru eteğine silip, elini gözlerine siper etti. Hava çok sıcak. Dudakları kavuracak kadar. Ben o kadar ağlamışım ki, yanaklarımdaki tuz çatlayan derimden içeri girip canımı yakıyor.

Süvariler birer birer atlarından indiler. Tepe hala çok uzak ve adamların yüzü seçilemiyor. Çömlekçi kızın yanında oturan ihtiyar ellerine dayanarak kalkmaya çalıştı fakat başaramadı. Yan tarafının üzerine devrildi. Muhtar elinde tırmıkla çıkageldi. Ardından gençler ve kadınlar…Şimdi iki taraf sessizce bakışıyor.

Holte de burada olmalıydı. Yeniden içim burkuldu.

Süvarilerden biri bir adım öne çıktı. Muhtar da sağına soluna bakıp bir adım öne çıktı ve elindeki tırmığı havaya kaldırdı. Gençlerden biri muhtarın elinden tutup tırmığı aşağıya çekmeye çalıştı ama nafile. Muhtar bronz bir heykel gibi. Yeryüzünde kimsesi kalmamış onun. Hiç kimsesi olamayanın kaybedecek nesi var? Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan adam her zaman tehlikelidir. Genç, muhtara yalvardı:

“Ağam bu savaş işaretidir. Kurban olayım yapma!”

Diğer gençler de öne çıktı ve muhtara ricada bulundular. Muhtar en sonunda sessizliğini bozdu:

“Onlara inanmayın. Bu gece bir rüya gördüm. Güneş devrilip köyümüzü kül ediyordu. Bizden geriye sadece birkaç küp kan kalıyordu. İnanmayın evlatlarım! Bizi kimse sevmiyor. Tanrı bile!”

İhtiyarlar tespihli ellerini semaya açıp tövbe istiğfar çektiler. Gökyüzünde bulut bile yok. “Rabbim bizi muhtarın sözlerinden ötürü gazaba uğratma!”

Telefon çalıyor. Bay F.

“Allah’ın belası çık oradan! Yine seni düşünmeden edemedim. Az sonra orada kıyamet kopacak. Hemen çık ve süvarilere doğru koş!”

Bay F.’ den nefret ediyorum. Telefonu tezek yığınının içine atıp, kalabalığa doğru yürüyorum. Aslında güzel bir gün. Başka yerlerde denize giriyorlardır şimdi. Denize uzak olanlar koca çınarların gölgesinde mangal yapıyordur. Onların ihtiyarları gelinlerinin demlediği çayı içiyorlardır serin balkonlarında. Yanlarında kalın birer kitap bile vardır. Çocukları öğretmenlerinin öğrettiği neşeli oyunları oynuyorlardır.

Belki de bir yerde düğün vardır şu an. İnsanlar hızla halay çekiyorlar. Gelin ve damadın ağzı kocaman açık, gülüyorlar.

Birileri bembeyaz çamaşırlar asıyordur şimdi tele. İşleri bitince dirseklerini balkon demirine dayayıp sokağı seyredecekler.

Çok sıcak. Yer tütüyor.

Görüş menzillerine girdim. Hepsi süvarileri boş vermiş bana bakıyor şimdi. Süvariler de bana bakıyor. Muhtar bir adım daha atmama müsaade etmiyor ve bağırıyor:

“Kimsin lan sen?”

Elindeki tırmığı tehditkar bir şekilde sallıyor. Dilim kurumuş, cevap veremiyorum. Zaten ne önemi var. Bu son değil mi? Kim olduğumu bilse ne değişecek.

Ne güzel bir hayatım vardı. Nenemin mısır ekmeği kokulu eteğine sarılıp uyuyordum. Dedemden gelen üç aylık yetiyordu bize. Mutluyduk. Ta ki, Bay F evimize gelip otuz dört lira yevmiyeli bu işi teklif edene kadar. Ben yine kabul etmezdim. Nenem ısrar etti. “Ölüm var oğul” dedi. “Üç aylık geçici. Sen bir iş tut artık. Ben geceleri beyaz bir örümcekle konuşmaya başladım.” Sarıldık ağlaştık biraz. Sonra Bay F. nin ardına takılıp gittim.

Henüz hiç otuz dört liralık yevmiyemi alamadım. Hep bir bahaneleri oldu kesmek için. Nenem geçen kış banyoda kayıp başını kırdı. Öteki beriki kaldırmış onu.

Süvarilere yüzümü dönüp olanca gücümle bağırdım:

“Bay F. ye söylerin Allah belasını versin!”

Süvariler hareketlendiler.

“Ayrıca şunu da söyleyin, yanındaki çok sevgili bayan K. ile yattım.”

Bu ona yeterdi. Ama keşke gerçek olsaydı son sözlerim. Bayan K. güzel kadın. Köylüler süvarilere karşı olduğumu anlayınca bana daha yumuşak nazarlarla baktılar. Fakat muhtar daima temkinliydi.

“Dur orada! Kimsin sen?”

“Bir dost, diyebilmeyi isterdim. Şimdi bunun önemi yok. Derhal dağılın ve kaçın!”

Gençler mızıldandı. “Ama güzel günler vadediyorlar.”

“Size söz veriyorum, güzel günler gelecek ama şu anda değil. Bu tepedekiler yalancı!”

Muhtar yeniden tırmığı yüzüme doğru uzattı.

“Senin onlardan olmadığını nerden bilelim?”

Küçük bir çocuk annesinin kucağından sıyrılıp öne çıktı. Eliyle beni işaret ederek .

“Bu adamı su başında holtenin ağzına bir şey sokarken gördüm!”

Herkes etrafına bakındı. İhtiyar kadını göremeyince yeniden ve eskisinden daha korkunç bir nefretle bana döndüler. Tam beni daire içine alıp linç edeceklerdi ki tepeden bir ses geldi:

“Ant olsun bir daha ve son kez ki; eğer gençlerinizi bize verirseniz yarın yeniden uyanabileceksiniz! Biz sizler için gönderildik. Atlarımızın terkisinde hepiniz için yer var. O aranızdaki meczuba da güvenmeyin. O Azrail’in oğludur. Yevmiyeyle can alır.”

Bu sesi tanıdım. Bay F. de süvarilerden biriymiş. Daha ağzımı açamadan, muhtar elindeki tırmığı karnıma sapladı ve ahaliye dönüp “ Camiye doğru koşun!” diye bağırdı. Kadınlar ve ihtiyarlar çığlıklar içinde kaçışırken geride kalan birkaç genç erkek “Bu tepenin arkasında gümrah sularıyla Fırat var.” Diyerek süvarilerin olduğu yere doğru koştular. Bay F. muhtarı oracıkta vurdu.

En son atların, üzengilerine bağlanmış genç erkek cesetlerini bir sonraki tepeye doğru sürüklediklerini gördüm. Nenem bir gece gibi üzerime çöktü ve gözlerimi kapattı.





...Benim yalnız ve öksüz Anadoluma...



...ENGİNDENİZ...

 

 
Toplam blog
: 28
: 814
Kayıt tarihi
: 14.06.10
 
 

32 yaşında bir belediyeciyim. Mahalli İdareler/ Fırat Üniversitesi mezunuyum. Tam bir roman delisiyi..