Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Nü /Mâra

Nü /Mâra
 

ALINTI


İki saatlik sıkıntılı bir yolculuktan sonra arabadan inip Bay K.nın “Vaha” adını verdiği atölyesine vardığımızda, yapacağım işi az çok biliyordum. Halime “Bir şey olmuyor korkma” dedi adamla buluşmadan önce. “Bir, iki dişini sıkar, sonra nasılsa alışırsın.” Onların balkonda oturuyorduk o sıra. Teyzemin öksürüğü geliyordu içeriden.

 

“Anlatsana kız. Ne yapacağım ben orada?”

 

“O ne derse.”

 

“Nasıl yani?

 

“Mâra, korkma. Bak ben hala bir parçayım değil mi? Kimseye birşey söyleme ama. Bu işi bana bulan arkadaş sıkı sıkı tembih etti. Seni adama o götürecek zaten.”

 

Merdivenleri çıkarken Halime’nin sözlerini tekrarladım durdum içimden. Bir şey olmayacak…Bir şey olmayacak…

 

Odaya girdiğimizde, önce karanlıktan başka hiç bir şey göremedim. Sonra, gözlerim karanlığa alıştı ve hafif de olsa odanın içini seçer oldum. Bay K. cebinden çıkarttığı çakmakla masanın üzerindeki mumları yaktı. Yüzüme baktı. Utandım. Herkes utanır öyle. Herkes hayatında en az bir kere yerin dibine girmek ister.

 

“Adın neydi senin?”

 

“Mâra.”

 

O da şaşırdı tabi adımı duyunca. Bıyıklarını oynattı sağa sola, kaşlarını kaldırdı.

 

“Hindu musun sen?”dedi.

 

Güldü bir de. Eski bir tabureye oturmuş, genişçe bir tepside kırmızıyla sarıyı karıyordu. Güldükçe sağa sola sıçradı boya. Bir zerre gelip bileğime kondu. O da gördü bunu. Boyaları bırakıp bileğimi kavradı. Daha çok utandım. Ben, Hindu iyi bir şey mi bilmiyordum. On dört yaşındaydım. -Bay K. On sekiz diye biliyordu ama.-

 

“Titreme” dedi. “Burası mezbaha değil Mâra. Birazdan her yanın gümrah bir maviliğe boğulacak. Alçaktan uçan kuşlar saç tellerine takılacak. Balık ağı kokacak her yan.”

 

“Bu delirmiş” dedim içimden. Ben hayatımda sahici deniz görmedim. Babamla zoraki izlediğim belgesellerin dışında, suyun kenarında çekilmiş bir film bile görmedim. Fakat bunun gibi kafayı da zedelemedim. -Çölde doğanlar mavi suları özlemez, yalızca merak ederler. Dalgalar bir çırpı mıdır mesela? Sahiden uçlarında dantel gibi beyaz köpükler var mıdır? Terliğini denize kaptıran çingeneler, gürültüyle kıyıya yanaşan vapurlar, törpülenip yuvarlanmış çakıl taşları…birer masal mıdır yoksa? -

 

Suların martıları olurmuş. Babam askere gittiği yerde görmüş onları. Gri ve beyaz etekleri varmış. Çok ağlarlarmış bir de. O yüzden martıları anneme benzetirim ben.

 

Annem bir kum tümseğinin arkasında doğurmuş beni. Babam sırtını ona dönüp, ellerini gözlerine siper etmiş ve karşı tepelerin üzerinden geçen yolu gözetlemiş. En çok “su” diye bağırmış annem. O yüzden suratımdaki kan pıhtısını bir kenara sıyırıp “Senin adın Mâra olsun” demiş kulağıma babam.

 

Mâra, bizim çölden hiç geçmeyecek bir nehirdi oysa. Babam ikindi üzeri belgesel seyredip nenemin ketelerinden yerken görmüş onu ilk. Kenarlarında her ırktan mahlukat varmış. Sofanın susuz sineği bile dilini dışarı atmış onu görünce. Kalkıp televizyonun camına konmuş. Tam nehrin ortasındaki taşların üzerine. Nenem ayıkladığı pirinçleri tutmuş televizyonun altına.

 

“Gavur filmi” bu demiş sonra. Leğenciğini alıp mutfağa geçmiş. Giderken de söylenmiş. “Muhtar su arkı vuracak köye. Şöyle kolum kadar su akacak  oluklardan.”

 

Babam üzülmüş çok. Timsahın biri koca ağzında döndürmüş güzel boynuzlu ceylanı.  Suyun uzak kenarındakiler, kuyruklarını sallaya sallaya izlemişler bunu. Nenem ta mutfaktan duymuş Mâra kıyısındaki ceylanın feryadını.

 

“Allah belasını versin bunların, gene hangisini kaptılar Şakir?”

 

 Şakir –yani benim babam- kete tabağıyla örtmüş yüzünü. Seslememiş daha; yurttan sesler “arabaya sen bin faytona ben” diyene kadar. İkindi çökmüş.  Duvardaki, su içen geyik desenli  halıya baka baka uyumuş sedirin üzerinde. Dar vakitte, kabus zamanında...

 

“Çöle doğan bir kıza ancak Mâra adı yakışır.”

 

Annem basma şalvarını geçirmiş ayağına. Sonra terli alnını güneşe tutup babama bakmış. Bir şey demiş mi bilmiyorum. Orayı anlatmadı babam. Belki öpmüştür onu terli dudağından. O zaman öpmek var mıydı, onu da bilmiyorum.  Alıp götürmüşler beni hala muhtarın vuracağı su arkını bekleyen köyümüze. Ardımızdan konuşmuş birkaç sıcak kuş:
 

“Suyuyla geldi Mâra.”
Sonra ince ayaklarıyla annemin ıslattığı kumu eşelemişler.

 

***

 

“Onlar gibi bak” dedi bana. “Kimler gibi” diye sordum. Ucu dağılmış  fırçasıyla arkasındaki fütursuz kadın resimlerini gösterdi. Sonra divanın kenarına birkaç tane plastik gül yerleştirdi. Oysa ben Mâra’yım. Yemyeşil olmalıydı geçtiğim her yer. Babam öyle diyordu her akşam. Tütününü kuru su arkından yana üfürürken. Sarı saçlarımı eline doluyor, “Tanrı seni çoraklığıma bedel gönderdi” diyordu. Ben çorak ne demek bilmiyordum o vakitler. Yalnızca çok susadığım oyun dönüşlerinde, artık iyice çökmüş olan annem su yok, dediği anlarda hissediyordum çorağın ne olduğunu. O da geçiyordu bütün çocukluk sızıları gibi, dilimi dudaklarıma değdirdiğim zaman.

 

Bir resmim olsun istedim. Ben görmeyeyim. Bakanlar resimdekinin ben olduğunu anlamasın. Baktığım aynaya benzemesin. -Ayna bizim evde, sofadaki duvarda yukarı doğru kıvrılmış paslı bir çiviye asılıdır. Ve ona bakan arkasında yamalı yüzlü sessiz somyayı görür evvela. Parmak izleriyle lekelenmiş duvar bir de. Sonra kendisine bakası gelmez kimsenin. Bakanlar da çok şey beklemez suratlarından. Öyle uyum içindedir herşey, eski somyaya nazır bu aynanın içinde.-

 

“Mâra…Mâra…Adına yakışacaksın şimdi küçüğüm. Haydi soyun.”

 

Yerdeki sürahide suretimi gördüm.

 

“Paranı aldın kızım. Düşünmeni bekleyecek zamanım yok.”

 

Omuzlarımdan sıyrılan siyah tüle bakarken, tanrıça Mara’nın katledilen evlatlarını düşündüm. Bunu bilmiyordu babam. Ona hiç söylemedim Mara’nın bir anlamının da kabus tanrıçası olduğunu. O beni, kenarlarında antilopların zıpladığı hırçın bir Afrika suyu bilsin hep. Akşamları sedirinde demli çayını yudumlarken, yeşil bir hülya tütsün gözlerinde

 

Sürahiden bir şehir yükü kara bulut geçti. Adam öfkelendi.

 

“Şu kadınlar gibi bak dedim sana. Aklından güzel şeyler geçir, ya da gözlerini kapat. Gözlerin ayrı bedenin ayrı senin. Tuval bile kabul etmiyor bu aykırılığı.”

 

Yüzümü divanın yastıklı tarafına gömüp sırtımı boydan boya açtım. Adam odadan çıktı o sıra. Uykum geldi. Ne zaman ağlayacak gibi olsam, uyku burnumdan içeri süzülüyor.

 

 Adam tekrar içeri girdiğinde ben çöl kadar çıplaktım.

 

“İşte böyle. Yüzünü kapat!”

 

Açıkta kalan elime bir demet sahici karanfil tutuşturdu. Ben çıplaklığımla çiçekler arasında bir bağlantı kurmaya çalışırken o, Vivaldi’nin Dört Mevsimini dinliyordu. -Adam söyledi Vivaldi’yi. Yoksa benim böyle şeyleri bilecek takatim yoktu.-Niye böyle oluyor bilmiyorum. Ne zaman keman sesi duysam deli taylar gibi koşmak istiyorum.

 

“Ama biraz sakin ol Mâra!

 

Bir türlü titrememe engel olamıyordum. Oysa oda çok sıcaktı. Boynumdan  sırtıma süzülen teri de hissedebiliyordum.

 

“Şimdi sana bir masal anlatacağım. Fakat sen lütfen pozisyonunu bozma. Sadece söyleyeceklerime odaklan.”

 

O konuşurken babamı düşündüm. Keşke ölseydi çok önceden. Bir tümseğin tepesinde, kum gibi dağılıp kaybolsaydı. Bir bayram muştusu gibi gelseydi haberi. İki gün mahsustan ağlayıp dizlerimize vursaydık. Birimiz düşünde görseydi onu. –Ki buna en layık olan annemdir.- Ak sakallı bir veli “İyidir” deseydi bize. “Kete yiyor Mâra diye bir yerde.” Keşke hiç uyanmasaydı geyikli duvar halısına baka baka uyuduğunda. Böyle ağır külçeler binmeseydi omuzlarına. Fakat biliyordum ki, yarın yine aynı saatte sütçü İbraam Efendiyi yolundan çevirip “Orda bir nehir var uzakta” diyecek. Kaşınıp uyuyacak avludaki sedirde. Annem yan gözle bakacak ona. Nenem çok öksürecek.

 

Keşke kasabaları yaratamasaydı Tanrı. Çöl köylerinin yolları hiçbir yere çıkmasaydı. Birbirinden bağımsız bir sürü şey işte…

 

Düşündüm.

 

“Yüzünü görmüyor olsam da gülümse Mâra! Bir kadın gülünce omuzları parlar. Şu anda bir dalga sırtına değdi. Ayakların serin bir rüyanın içinde.”

 

Ressam bana bir çok masal anlattı. Hiç birinde mutlu son yoktu. Masalların sonunu beklerken nefesimi tuttum. Saat döndü. Üşüdüm. Resim bitti.

 

“Artık giyinebilirsin.”

 

İnanmayan gözlerle baktığımı görünce güldü.

 

“Yoksa sen beni ne zannettin Mâra?”

 

***

 

Babam bıyıklarını taradı az önce. Annem ayna tuttu ona. İkisi de gülmedi. Yine sıcak ve kuru bir rüzgar esiyor tepeden aşağı. Biz hala aynı biziz. Fakat ben biraz değiştim. Artık denizin ortasında çırılçıplak oturan bir Mâra var Vaha’da. Bu kadar tesadüf olamaz. Dalgalar gerçekmiş. Dantel gibi köpükleri de. Bir de kulakları okşayan bir uğultusu varmış denizin. Babam da görseydi keşke. Belki düzelirdi.

 

 Nenem de ölsün artık. Öksürükler içinde “Su” diye inleyip duracağına. Biriktirdiğimiz bütün sularla cenazesini kaldıralım.

 

“Mâra, benim su kadar aziz kızım. Şu gördüğün derin yarıklardan su akacak bir gün. Kenarlarında senin çocukların oynayacak. Sakın çamurlu entarilerini gördüğünde kederle asma yüzünü. Biz çok bekledik çamuru.”

 

Annem ağzını buruşturdu.

 

Yine soğuk bir gece tırmanacak eteklerimizden. Cam kenarları kumla dolacak. Babam kalkıp gitmesin diye üç kilit atacak kapıya annem. Nenemin başında dikilip, elindeki yastığı - soluk yüzünün bir karış yukarısında- kararsız bir  şekilde titretecek. Sonra gözyaşları içinde yatağına girecek.

 

Benim deniz kenarında oturan eşkalim üşüyor mudur öyle üryan?  Gözlerini açacak mı ay çıkınca? Beni bilecek mi? Onu alsam Bay K.nın Vaha’sından, şu su içen geyikli halının yerine assam. Babam ölür mü ki kahrından?

 

Annem yeleğinin cebinden kanlı bir mendil çıkarttı yine. Niye önce kahramanlar gider ki bu dünyadan?

 

Tanrım; senden buhranlı hayatlarımızın, bir kötünün günahtan evvel gördüğü kabus olmasını diliyorum. Bir kabus ki, kara çaputlu etekleriyle çatısına tünesin Mâra! Biz aslında hiç olmamış olalım.


...ENGİNDENİZ...

 

 
Toplam blog
: 28
: 814
Kayıt tarihi
: 14.06.10
 
 

32 yaşında bir belediyeciyim. Mahalli İdareler/ Fırat Üniversitesi mezunuyum. Tam bir roman delisiyi..