Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '07

 
Kategori
Mizah
 

Herkes kendi nasibini yer

Herkes kendi nasibini yer
 

Önceleri hepimiz alay etmiştik onunla. Oturduğu evin altındaki boş ve harap dükkanla üç ay uğraşmıştı Darendeli. Boya, badana derken, buldu buluşturdu bir döner makinası ve dükkanı açtı sonunda. Bu köpoğlusu dükkanına isim de uydurmuş: "Ali Baba"!

İşte başımıza ne geldiyse bu Darendeli Ali alçağının yüzünden gelmiştir. Ne zaman ki "Fabrikada çalışmakla olmuyor." diyerek çıkışını verdi ve bir dönerci dükkanı açtı, ocağımızı da batırdı bu Darendeli.

Kasabamız yirmi bin nüfuslu... Biz Türkler nereden baksan üç yüz hane. Dernek sayısı beş; üç mescit, bir de spor kulübümüz var. Kasabamızın kağıt fabrikasında çalışıyorduk çoğumuz. Kasabamızın ismini sormayın, söylemem. Gelip yüzümüze tükürürsünüz; o yüzden saklı kalsın.

Her neyse efendim, bu Darendeli Ali Dükkanının açınca "hayırlı uğurlu olsun'a" gittik tabii... Hepimiz biliyorduk ki Darendeli bu işi kıvıramaz. Üç, bilemedin beş ay sonra pes edecek ve süllüm püklüm fabrikaya geri dönecek. E tabii geri alırlarsa.

Gel zaman, git zaman aradan altı ay geçti. Ne zaman dükkanının önünden geçsek dükkan tıklım tıklım dolu. Almanlar kapının önünde bir kuyruk yapmışlar ki sormayın gitsin. Paraya para demiyordu Darendeli. Evlerde, mescitlerde, derneklerde ve fabrikada konuşulan tek konu Ali Baba... Ali Baba köşeyi dönmüş... Ali Baba para basıyor... Ali Baba parayı koyacak yer bulamıyor...

Aradan bir sene ya geçti, ya geçmedi. Ali Baba altına son model bir Mersedes çekti. İç güveyi damadını da fabrikadan çıkartıp dükkanın başına geçirdi. Ali Baba patron olmuştu artık. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Lacivert renkli son model Mersedes herkesin aklını başından aldı. Ali Baba denen alçak parayla oynarken, biz diğer Türkler de fabrikalarda sürünüyorduk üç otuz paraya. Bizim millete bir bıkkınlık, bir yılgınlık geldi ki sormayın gitsin. Sabahın köründe, elde azık fabrikanın yolunu tutan ayaklar sanki geri geri gidiyordu. Herkesin dilinde, "Fabrikada çalışmakla olmuyor" lafı.

İşte böyle bozgun günlerinde duyduk ki, çalıştığımız fabrikanın en kıdemlilerinden Hacı Nusret Efendi, sessiz, sedasız ve de sebepsiz fabrikaya çıkışını vermiş. Çok şaşırmakla birlikte durumu, iki ay sonra "Hacı Baba" dönercisi açılınca anladık. Sessiz ve derinden gitmişti Hacı Nusret Efendi.

Hacı Nusret dönerci dükkanını tam Ali Baba'nın karşısına açmıştı ve ismini de "Hacı Baba" koymuştu. Yüklü bir hava parası vererek elde ettiği bu dükkanda, Ali Baba'nın 6 marka verdiği döneri Hacı Baba 5 marka veriyordu. Yer yerinden oynadı tabii. Bizim kasaba yine çalkalandı.

Ali Baba'nın kısa zamanda köşe dönmesini çekemeyenler Hacı Baba'yı, Hacı Baba'dan gıcık kapanlar ise Ali Baba'yı arkalıyorlardı. Kimileri Hacı Baba'yı ayıplarken, kimileri de "Olur mu efendim, herkes kendi nasibini yer!" diyerek destekliyorlardı. Evet, Ali Baba bir ilki gerçekleştirmişti ama Hacı Baba'nın döneri hem bir mark ucuz, hem de Hacı'nın deyimiyle "helal etten" yapılıyordu.

Ali Baba-Hacı Baba rekabeti yaklaşık bir sene sürmüştü ki, ardı ardına üç döner dükkanı daha açıldı kasabamızda. Artık döner 4 marka satılır olmuştu. Her zaman ilkleri gerçekleştiren Ali Baba, "Bir döner alan bir lahmacun bedava" kampanyasını başlatarak satışlarını artırmıştı ama diğer dükkanları da aynı yöntemi uygulayınca aradaki fark kapandı.

Hacı Baba, helal etten imal ettiği dönerini "kar olmasın nam olsun" şiarıyla 3.50'den satmaya başladığında kasabamızdaki dönercilerin sayısı 7'ye, dönerin fiyatı da anlaşılmaz bir şekilde 3 marka düşmüştü. İş çığrından çıkmıştı gayri. Çalıştığımız fabrika otomasyona yönelip isteğe bağlı tazminatlı çıkışlar vermeye başlayınca, biz Türkler-in de ne denli "girişimci" oldukları gözler önüne serildi.

Baktım, olacak gibi değil, fabrikanın verdiği tazminatlı çıkışlardan ben de yararlanarak, kasabamızdaki ilk Türk marketini açtım. Bu arada fabrikadan aldığım para yetmemiş, hanımı zar zor ikna ederek kolundaki -ölümlük, dirimlik- altınları da bozdurmuştum. İlk başlarda işler iyi gitmişti ama sonradan su koyuverdi. Almanlar gramla, bizim Türkler ise torba torba alışverişi seviyorlardı. Seviyorlardı ama "Yaz deftere, ay sonunda alırsın" demeye başladılar. Üstüne üstlük, kısa zamanda 3 Türk marketi daha açılınca işler iyice sarpa sardı.

Biz de başladık rekabete tabii..."Şimdi al ay sonunda öde!.. Şu kadarlık alışveriş yapana beş ekmek bedava!" diye... Ne var ki diğer market sahipleri de bizim dümen suyumuza gidince iyice karaya oturduk. Vergisiydi, kirasıydı, sigortasıydı derken, memleketteki iki katlı evi ve babadan kalma tarlayı da satmak zorunda kaldık. Senelerin birikimi heba olmuştu.

Ben, "Lanet olsun" deyip bu işlerden elimi ayağımı çektiğimde, kasabamızdaki durum anlatılır gibi değildi. Berberler, pantolon paçası kıvıran terziler, köşe başı manav tezgahları, incik boncuk ve uçak bileti satan eksportlar, helal kesim et satan kasaplar birbiri ardına açılıyor ve durmadan el değiştiriyorlardı.

Döneri 2 marktan satmaya çalışan döner dükkanlarını sayısı 9'a, gece yarısından sonra "kumarhaneye" çevrilen Türk restoranlarının sayısı da 5'e çıkmıştı. Veresiye defterlerindeki alacak yekünü birer servet düzeyine gelmiş 6 Türk marketi de henüz pes etmemişti.

Dedim ya, başımıza ne geldiyse bu Darendeli Ali alçağının yüzünden gelmiştir. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyip, efendi efendi çalışsaydı fabrikada, bizler de bu hallere düşmezdik. Artık sayıları bir hayli artan dernek ve lokallerde zaman öldürüyoruz. Sabahtan akşama kadar okey, maça kızı ve ellibir oynayıp, ay sonunda Sosyal Daire'den gelecek fakirlik parasını bekliyoruz.

Bakıyorum da gazeteler "90 bin Türk kendi işinin patronudur" diye yazıyor.

Okudukça neremle güleyim bilemiyorum.

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..