Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Haziran '10

 
Kategori
İlişkiler
 

Hulian'ın Düşleri (Altıncı Bölüm)

Hulian'ın Düşleri (Altıncı Bölüm)
 

Öner Samanlı, ilişkilerde tümbeklentiler sevgi ve mutluluklar üzerine kurulmalıdır dedi...(Ailem)


SAHİLE VURAN ANILARLA ŞİİRSEL SÖYLEŞİLER…

(ALTINCI BÖLÜM )

Her gece giderim o ateş yakıp da, sıcağında ısındığımız, aydınlığında, kırmızı şarabı içtiğimiz sahile…

Geçen süreçte kumlar yok etmiş görünse de…

Güzel anıların tanığı külleri, elimdeki okaliptüs ağacından kopmuş dal parçası ile eşelediğimde, göz kırparlar tozlu taneli, grili siyahlı, sanki yanmamış bir meşe edasıyla bana…

Sonra soluklanırlar derinden ve hüzünlerime ortak olarak gelirler dile…

Üzülme terk edilişler görecelidir ekseri, dürüstse yaşanılanlar kaygılanma görünür yakında “Sevgilim bak söz vermiştim ya, işte geldim” diye…

Tesellim olurlar, anılarıma saklı sevgilerimin külleri, işte bu tesellilerin umarında her gece…


Aaaaaa,


O da ne..?


Hani olur ya romanlarda, filmlerde, aynen ki, öyle….


Bir şişe var sahilde, kumlar üzerinde….


Aldığımda ellerime üstelik ağzı mantar tapalı, içine özenle rulo edilmiş yazılı kağıtların bulunduğu bir yetmişlik şarabın içilip de boşaltıldığı beyazdan yeşile çalan bir şişe…


Sanılarımca, bir yabancı memleketten atılmış olsa gerek, üzerinde bir kadın eli, kadının elinde kadehi…


Silinmiş olsa da kısmen okunup seçiliyor üzerindeki etiketi…


“ L’amour Vin de Rouge” yazısı ince ve zarif bir kadın elinin resmi üzerinde…


…arsilya diye yırtılmış bir kısmından anlaşılıyor ki, Marsilya….


Biraz daha heyecanım yatışsın istemiyle, “Fidel Amca” Küba’dan göndermese de, onun ülkesinden kaçak yollarla gelen, çikolata kokulu birde puro yakmıştım ya…


Birden içiminde yangın yeri olduğunu gördüm, kumların altından eşeleyerek çıkarttığım küllerin ortasında…


Elimi göğsüme koydum yüreğim yerinde çarpınıyordu…


Eğildim küllerin en ortasına koydum, bastırdım sağ elimin avuç içini kumlara abanarak…


Yüreğim küllerin ortasında atıyordu…


Fransızca el yazısı ile yazılmış notların göndereni tesadüfi birisinin, tesadüfi birisi ile buluşmasındaki son duraktı burası…


Akdeniz’in en doğusuna yakın yerde, yolculuğunun son durağında, çıktığı yolun son uğrağında, belli ki okuyanından da heyecanlı…


Yürek pırpırıltıları ile dizelenmiş anlatımların entelektüel bir Fransız ahenginde sıralanmış dizelenişleri….


Sanki dişleri henüz çürümemiş bir genç kızın, fosforlu gülümseyişinde ışıldayışları….


Bu inci dizelerinin üstelik son okunabilme tarihi de geçmemiş….


Ne şanslı şişeymişsin sen ki, kadir kıymet bilecek ellerdesin..


Ya sokaklardaki peş peşe gezen çöp toplayıcılarının eline geçseydin…


Hadi ağabey okusana yazılanları, amma sıktın be…!


Arkamı döndüğümde, kim o beni izleyen diye, ağaç gölgeleri ve okaliptüslerden üzerime dökülen yaprakların, gecenin dalga sesleri arasında bana sundukları sanımca bir hediye…


“Beni okuyan sen; Bu şişedeki şarabın tamamını birkaç dakika içerisinde içtim, ondan önce de, bir ‘Semilion’ içtiğimi biliyor musun..?


Ama şimdi seni de gördüğümü bilmelisin…!


Adım mı..?


Hulian..!


Bilmiyorum kimin eline geçecek bu yazdıklarım…?


Hala yaşıyor olmayacağım belki de…


Belki de, yaşamımdaki umarsızlıklar, bu şişenin içinde tutsak olacak ve yitecek Akdeniz’in derinliklerinde….


Bir adım yazılı, ne soy ismim var, ne telefonum, nede adresim…


Yaşamayı istemekten nedense öteledim kendimi…


Çünkü umut verdiğim sevgilime yalan söyledim…


Marsilya’dan ayrılıp, Paris yakınlarındaki “Lillé” ye yerleşecektim. Görevimi de orada devam ettirecek, emekli olacaktım.


O yıllardır aradığım, gözlerinde akan sularımın durduğu bir yağız erkeğim, kocam olmalıydı…


Geçmişimde yaptığım şanssız evlilik sonrası, kendi başıma çocuklarımı yetiştirmeye adadığım bir yalnız bedene artık zaman ayırmak üzere çıkmıştım onun yoluna….


Yıllarım çocuklarıma annelik ve babalık görevlerini tüm ağırlığı ile üstlenmemin bende yarattığı yorgun ve yılgınlığı atıp, mutluluk fistanım olarak, gelinliğimi giymek üzere yeniden yola devam diyerek…


Kimseyi takmadan, ne çocuklarıma, ne anneme, ne kardeşlerime verecek bir hesabım olmaksızın, üstelik hiç borcumun da olmadığı, alacaklarımın çok olduğu bir stabilize yoldan, tek şeritli de olsa asfalt yola çıkmanın umarıyla, çalmıştım hem kapısını, hem de yüreğini, yanına gittiğim “Lillé” de…


Söz insanın mıçından çıkmaz ki, benimde ağzımdan çıkan sözler di…


Kesinlikle Marsilya’dan, “Lillé” ye yerleşecektim. İşim evim ve çok sevdiğim erkeğimle mutlu bir yaşam benim olmalıydı…


“ Hulian dedi,


- Bak yazmıyorum, çizmiyorum seni Notere de götürmüyorum. İleride sakın bana vazgeçtim ben, sen Marsilya’ya gel demek gibi bir davranışa girmeyeceğine dair, namusun ve şerefin üzerine söz veriyorsan, evlenme teklifine evet diyeceğim” demişti, her şeyi çok iyi anımsıyorum.


Evet, Juann, namusum ve şerefim üzerine söz, benimle evlenirsen, hemen “Lillé” gelmek üzere işyerime yazılı başvuru yapacağım.


- Peki o zaman sadece sözüne inanıyorum, seni seviyorum ve evleniyorum….


Biliyor musun, “şişemin notları” bunları neden böylesine net anımsayarak yazıyorum.


Tıpkı “ Midas’ın Kulakları” masalı gibiyim.


Belki bir kuyuya, kuyudaki sazlığa değil itiraflarım.


Ama sende benim küçük kuyum ol şarap şişeciğim, kağıtlarım da olsun sazlar …


Bir süre sonrasında çocuklarımın ağır baskıları ile, Marsilya’dan uzaklaşmanın neredeyse imkansız olduğunu görmüştüm.


Oysa “Lillé” ye, Juann’a, her gidişimde, mutluluklardan uçuyor, uçuyor, kendimi kimi zaman Merih’te, kimi zaman Jupiter’de buluyordum….


Ben bir Hulian’dım…


Peki, böylesine gözümü kapatmış, sevda yoldaşı olmuştum da, madalyonumun diğer yüzündeki, makam, mevkii, şan ve şöhret bekleyişlerimi nasıl öteleyeceğimi neden derinliğine hiç düşünmemiştim…


“Lillé” den, Marsilya’ya her dönüşümde, arkadaşlarımla bu konuları gizli gizli tartışıyor ve çözümsüz kalıyordum…


Juann, ne demişti “Sadece sözüne güvenerek evleniyorum…”


Bende o sözün daima arkasında olacağımı söylemiştim…


Juann ile “Lillé” de küçük bir kasaba da, olsa mutlulukları yakalayacağımı biliyordum.


Ama çocuklarımdan küçük olanı, üstelik daha yirmisine yeni girmiş el bebek gül bebek, bir çorba bile yapıp da yiyebilecek becerisi olmayan bir zavallıyı benimle gelmek istemeyince, nerede ve kimlerle bırakabilecektim..?


Tanrım, ben Juann, ile yaşamımın bundan sonrasını mutlu yaşamak uğruna evlenmemiş miydim.


Kilisede şahitler huzurunda, “Kederde ve tasada, hastalıkta ve sağlıkta daima birlikte olacağız” diye yemin etmiş miydim.


Peki şimdi, bu minik yavrumu nasıl yalnız ve sahipsiz, kurda kuşa teslim edebilrdim..?


Beni bekleyen amirlik görevlerine atanmam, an be an iken, şimdi küçük bir kasabada, sıradan bir göreve nasıl katlanabilirdim…


İşte her şey bir anda oldu ve müthiş senaryomu yazdım…


Peki bu senaryonun kadın akristi nasıl olacaktım…


“Söz Namustur” denilen o büyük sözün geçerli olmadığına dair

Juann’a nasıl bir yalanı, allayıp pullayıp doğru olarak

sunacaktım…


Senaryom gereğince, Juann’ı bir süre aramayacaktım.


Nasıl olsa o da beni sık sık arayamayacağına göre, “Bana gereken önemi vermiyorsun” diyerek kavgaları başlatmam oyunun ilk halkası olmalıydı….


Yemin ediyorum ki bunu asla düşünemezdim. Ama vallahi insanın kendisinden zeki dostları da her zaman olmalı imiş bunu bu sıkıntılı sürecimde, akıl veren dostlarımla anladım…


Başarmıştım, artık oyunun ikinci bölümüne geçmenin sırası gelmişti…


Juann, ne yapıyordu… Romanlar, öyküler yazıyordu…

Romanlarının, öykülerinin kahramanları olan o kadın isimlerine takmalıydım…


Öyle de yaptım….


Yayınlanmış tüm öykülerindeki kadınların isimlerini alt alta sıralayarak, anlatılanların esasında bir öyküdeki hayali kişiler olmadığı ve bu kişilerle, ahlaksız ilişkiler içerisinde olduğunu iddia etmelere başladım…


Harika gidiyordu…


Juann’ın itirazlarına asla pabuç bırakır mıydım..?


Kısa süre içerisinde için için yansam da, geceler boyu bu yalancılığıma üzüntülerimden uykusuz sabahlasam da, kendimi aklayıp, Juann’ı, moklayıp bu senaryoyu başarı ile sonlandırmak zorundaydım…


Çünkü Juann ile olan ilişkimize ilişkin önemli bir sırrımızı, yalnızca bazı arkadaşlarım ve çocuklarım biliyorlardı…


Bu durumumu sık sık beni tehdit ederek kullanmaları ise canımı bezdiriyordu…


Çünkü ben onların dar günlerinin yaşam sevinciydim.


Geçen yıllarda, büyüğünün kendi sevgili yaşamını sürmek üzere beni bırakıp gittiği gibi, yarınlarda da, yakın yada uzak küçüğün de gitmiş olması, ben anne isem ödünü kendimden vermemin gerekliliğinde örtüşüyordu…”

Hulian’dan, o şiirsel sayfaları sonrasında okuduklarımdan gecenin ilerleyen saatlerinde, ayrılmak olanaksızdı…


Haklımıydı ki bilemiyorum….


Bunu hanım arkadaşlarım ile tartışmalıydım.


Ama bildiğim bir şey vardı ki,


Annelik duygusu ile babalık duygusunun arasındaki mesafelerin bir uzay boşluğu kadar olduğuydu…


Ben belki benzemeyen bir yalnızlığın botanik bahçesinde yetişmeyen çiçeklerimin yerine, yapmalarını koyarak ele güne karşı, bahçemi ihtişamla sergilerken, böyle yaşam süre ölçerinde olmamışlığın sadece meraklı bir şaşkınıydım.


Hem de çok,


Öncelerde olmuyordu, yalın çıplak okunmuyordu…


Gece şimdi istediğince hızlı yada yavaş yol aladursun…


Nasılsa birkaç sayfa daha okunmalarda, gecenin aldığım beş şişe “Gece Karası”nın yoldaşlığı, Hulian’ın anıları, sanki bir leziz mezenin tadıydı.


Demek ki adın senin;


Hulian,


Demek ki senin, ‘Dolunay Prensin’ var dı..


Bu umarlı söyleşi fırtınalarını estiren sahte bir yel değirmeni gibi…


Denize karşıyım…


Akdeniz’e karşıyım…


Akdeniz’in her daim karşısındayım…


Tüm bu karşı duruşların ardında inandığım o ki;


Sende bil ki, Hulian;


İnsan insan gibi anılmak istiyorsa eğer, asla yalan söylememeli…


Neden bu fiyaskolu duruşların…


Nasıl da doğru tanımlamalar…


Tıpkı “Midas’ın Kulakları”


Değil esasında olmalı bence, “ Hulian’ın Kulakları”


Biliyorum tüm anneler memeli, anneler ise asla ve asla yalandan gömlek giymemeli…


Üşürler, sonra emziremezler kesilince sütleri, ağlatırlar kesinlikle bezden bebekleri…


Sende katılır mısın bu sözlere,


Katılmazsan eğer, gel istersen, “Gece Karası” şarabı birlikte içmeye demek istesem de şimdi, biraz biraz yüreğim senden duyduklarımın gerçeğinde endişeli…


Hulian;


Ben bir kadının erkeğine sevgisini sınamak için bir öykü yaratmıştım yıllar önce.


Keşke onu okumuş olsaydınız, Juann ile birlikte…!


Bu öyküm geçiyor bir kentin sahilinde…


Bir erkeğin ölümlü sonunun hazinli öyküsünün betimlemesidir, ithaf edilmiştir tüm yalancı kadınlara…!


Tarlalarda doğru ekilse de insanlar için tohumlar, doğru biçilemez ise, olur hayvan yemi…


Sana onu sonra yazar ve atarım, “Gece Karası” şarabının biteceği şişeyle…


Hulian;


Bak şimdi sana karanlıkta göz kırpacağım…


Bakalım fark edebilecek misin..?


Hulian;


Öğretmen olduğumda Melendiz Dağının eteklerindeki bir köyde,

Masal anlatırdım çocuklarıma…


“ Uzak diyarları birinde,

Kavşak Deresi akarmış,

Bu derede aslanlar,

Boğdurulurmuş padişah olan kediye,

Birde orada yaşarmış,

Büyük bir yalancı,

Her gün kırk fili yutarmış ama,

Yine de doymazmış karnı..!”


Hulian;


Sevmeli Tanrı’nın yarattığı tüm varlıkları….


Sevmeli tüm yüreği boş kadınları, aramalı adam gibi adamı, aramalı erkek de Tanrı’nın kendisine eş diye bahşettiği o mükemmel meleği…


Melekler asla yalan söylemez biliyorsun değil mi..?


Her şeyin kainattaki tek sahibidir her daim, “Yüce Tanrı”…!


Sonra neden haram etsin ki adam gibi içiyor ve insanlık nasibinden uzaklaşmadıkça insana, ol “Yüce Mevla” şarabı…


İşte bu yüzdendir, bu aciz beşerin yıllarca ‘Ey Yaratanım, yaratılmışlığımdaki aczimle samimidir, itiraflarım’ dediği feryatları….


Karanlığa karşı her gece mum yakmak alışkanlıkları…


Sonra her ülkede, dünyanın her yerinde aynı değil mi sevgiler, aynı değil mi yalanlar..?


Sevmeyi bilenler, sevilirse, kıskanmaz ve kıskanılmazlar, çünkü öyle olanlar her şeyin ‘eminidir’ doğruda sevenlerin nefesi olurlar..!


Her zaman yerinden okunmalı, notalarından her deminde güzel bir şarkı…


Gökyüzünde oysa belirgin ve tektir


Hulian;


Çobanlığı olmasa da, ‘Çoban Yıldızı’..!


Ne demiş ol yüce Mevla kulu, Mevlana;


“Ya göründüğün gibi ol,

Ya da olduğun gibi görün”

Üstelik bunları söyleyen ve aktaran er kişi;


Fransa Hükümetince kendisine evvel zamanın birinde “Devlet Nişanı” verilmiş olan,

Laik ve aydınlık fikirlerinin ışığıyla aydınlanmacı şair ve yazarlığından ödün vermeksizin, Libya’da “Allah Dostu” unvanına layık görülmüş olan, “Trablusgarp Şiir Festivali” Sanat Ödülünü alabilmiş ilk “Türk”


Sık sık da, Arap Milletine postada koyan…!

Amma velakin de, dandikten;

Konstantinopolis Dükü, “Onners Samanli”

Öner SAMANLI


DİPNOT:

“ Yaşama Geldiğinde Zaten Hançerlenmişti Yüreği, İşte Bu Yüzden Suçu Yok Acılarda Kimsenin ”


“Şiirsel Söyleşiler” Betiğinden


*Mustafa Kemal Atatürk’e olan saygın hayranlığın tezahürü…


(Türkiye ve Dünyanın En Kapsamlı Atatürk Sitesi Kurucusu ve Editörü)

http://www.ataturksitesi.com/

Lütfen Ziyaret Ediniz, ettiriniz, internetten tüm mecralara linkini veriniz…!

 
Toplam blog
: 295
: 3087
Kayıt tarihi
: 22.08.08
 
 

Prof.Dr. Öner Samanlı, yıllarını eğitim ve öğretim faaliyetlerine adamış, birçok bilimsel makalen..