Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mart '19

 
Kategori
Tarih
 

Hüseyin Köycü

 
HÜSEYİN KÖYCÜ'YE EN KALBİ DUYGULARIMLA!.
Muhterem Efendim!
Evvela mahsus selam eder, ellerinizden öperim.
Bilmem haberiniz oldu mu; gittiğinizden beridir çok şey değişti buralarda. Üzülerek söylemeliyim ki, gökyüzümüz her geçen gün biraz daha siyaha boyanıyor..
 
Üzerimizdeki uyuşukluğu, tembelliğı, miskinliği bir türlü atamadık! Tıpkı eskiden olduğu gibi, yine üretmiyor ve sadece tüketiyoruz. Nereye bakarsanız bakın, bizim tasarladığımız tek bir ürün bile göremezsiniz. Son kırk yıldır konuştuğumuz tek konu, kızlarımız başlarını örtsünler mi, örtmesinler mi? Ne komik değil mi?
Anlayacağınız, yeniden eski türküleri çığırmaya başladık..
Zemheri ayazlarında ve Allahuekber Dağlarında kalmış gibiyiz.
Önümüz düşman, arkamız cehalet..
 
Yüzümüzü medeni dünyaya dönmüştük ya hani, şimdi nereye doğru koştuğumuzu söylesem, vallahi inanmazsınız! Düşünün ki, kendisini özgürleştirenle, köleleştirmek isteyen arasındaki o büyük farkı göremeyen birçok hanım, televizyonlara çıkıp; “Atatürk’ü sevmiyoruz, ama Humeyni’yi seviyoruz!” diyorlar. İngiliz, Fransız, Yunan işgali devam etseymiş daha iyi olurmuş.. Zavallı çocuklar! Cariyeliği meşru saydıklarına göre, neye talip olduklarının farkında bile değiller.
 
Aah efendim ah! Kalkıp onlara, cumhuriyete gelinceye kadar neden bir tek hanımefendinin bile medreseye sokulmadığını, bırakın seçme ve seçilme hakkını, neden iki kadının şehadetinin bir erkeğe denk düşmediğini ve daha binlerce başka soruyu sormuyoruz, soramıyoruz.
 
Eskiler Mankurt derlerlermiş; günlerce aç ve susuz bırakılan, türlü işkencelerden geçirilen esirler, sonunda özgürlük duygularını keybedip, kendilerine bir dilim ekmek ve bir tas su ile yaklaşan katillerine bir ömür boyu minnet duymaya, onları efendileri olarak görmeye başlarlarmış. Hafızaları mı silinirmiş ne!..
 
Ah bir bilseniz efendim, yokluğunuzun bizi nelerden mahrum bıraktığını. Leyla’sını kaybetmiş Mecnunlar gibiyiz. Hücresinde bir mahkûm nasıl hasretse güneşe, şimdi ışığınıza öylece hasretiz. Çok korkuyoruz, umutlarımız bir-bir tükeniyor. Ceylanları vurulmuş dağlara; allı turnaları kovulmuş, gelincikleri, çiğdemleri, mor sümbülleri sökülmüş yaylalara döndük.
Oysa ne çok şey hayal etmiştik biz sizinle! İnsanlığın biriktirdiği ne varsa müşterisi, değer adına yaratılmış ne varsa, ölümüne takipçisi olacaktık. Zenginlikten, insanlıktan, bilimden, sanattan pay alacak, pay verecektik. Tam da başarmak üzereydik ki, oldu mu şimdi ya?
 
Bizi böyle boynu bükük bırıkıp gitmeden önce, demişsiniz ki; “Bu hayırlı teşebbüsümde muvaffak olamadım!.. Yapmak istediklerimin yüzde birini bile yapamadım!..”
 
Doğrusu efendim, sözleriniz yüreğime fazlasıyla dokundu.
Henüz çocukluk günlerimde, okumak dendi mi aydınlığa yürümek gelirdi aklıma. Tanrısal bir ayrıcalık bellemiştim okumayı. Sebebini şimdi daha iyi anlıyorum. Sizin coğrafyanızdı, çocukluğumun geçtiği topraklar sizin nefesinizle efsunlanmıştı çünkü.
 
Müsterih olunuz efendim! Bir ölümlünün yapabileceği her şeyi yapmıştınız aslında. Arkanızdan gelenlerin gücü, sizin kutsal yürüyüşünüzün hızına yetişememiş olabilir. Eski ezberleri terennüm eden kitleler, yeni sözleri bellemekte zorlanacaklardı nitekim.. Neylersiniz ki, “hasis, menfaatperest ve hüsnüniyetten yoksun yöneticiler,” bizim kadim dertlerimizdendir.
Halkını aydınlatabilmek için kendisini ateşlere atan siz değil miydiniz? Gecenizi gündüzünüze katıp, bir aşkın peşinde koca bir ömrü tüketen. Yüreğinizi, vuslatın neredeyse imkânsız olduğu o büyük sevdalara açtığınızda, kim bilir belki de bu kadar çok ızdırap çekeceğinizi düşünmemiştiniz. Öyle çetin, öyle külfetli bir yolculuktu ki çıktığınız, Kafdağı’nın ardına varmanız daha kolay olurdu belki de.. Tıpkı her seferinde yeniden hayata dönen Zümrüdü Anka gibiydiniz; sizden sonra gelenler onurluca bir yaşam sürebilsinler diye yandınız, yandınız!
İşte tam da o nedenledir ki, bütün bir “Orta Şark’ın” en aydınlık yüzüydünüz.
 
Daha fazlası olabilir miydi?
Hâşâ, sizin başaramadıklarınızı, bu coğrafyada kimse başaramazdı? Büyük dönüşümler yüzlerce yılda ancak sağlanabilirdi çünkü. Siz ikinci örneksiniz, sosyal bilimler gerçeğini ters yüz eden.. Hani birinci adam şöyle demişti, “Az zamanda çok ve büyük işler başardık!”
Doğrudur efendim, sizler başardınız!
 
Heyhat, ömrünü sadece kendini kurtarmaya adamış bizim gibi adamların, sizi anlayabilmesi ne mümkün. Düşünün ki, ceviz tarımı yapmaları hususunda kendi köylülerimi ikna edememiştim. Arazi boş, toprak mümbit, devlet meccani destek veriyordu üstelik. Her yıl iki-üç ton ceviz veren tam üç yüz yıllık iki ağacı, kerestesi iyi para ediyor diyerek kesmişlerdi iyi mi. Başarısızlık tam da böyle bir şeydi işte. Büyük sevdaların altından kalkamadıktan sonra, sahip olduklarımız neye yarar ki?
 
Ben daha çok, içinizdeki o büyük evreni merak ediyorum efendim; derin duygularınızı, manevi yükselişlerinizi, kayboluşlarınızı, yeniden hayat buluşlarınızı, insani-kâmil oluşlarınızı merak ediyorum. Yüreğiniz bu kadar büyük yangınlara, sevdalara, acılara, baskılara nasıl dayandı efendim? Kendinize binlerce hedef tayin etmiştiniz. İnsanı içten içe yiyip tüketebilecek sonsuz heyecanlarınız vardı. Beklentilerinizi, kavuşma arzularınızı nasıl dizginleyebilmiştiniz? Sahi, memleket sevdasının yakıcılığına nasıl dayanmıştınız?..
 
Giriştiğiniz savaş efendim, öyle-böyle değildi. Binlerce yıllık dertlerimize, birkaç on yılda derman bulmaya çalışmıştınız. Aklı özgürleştirmek, sanıldığı kadar kolay değildi. Taşa söz geçerdi de, ezberlere asla. Peki ama siz ne yapmıştınız da, ardınız sıra yürüyebilecek canlar bulmuştunuz? O çorak toprakları, nasıl olmuştu da gül bahçesine çevirmiştiniz?
 
Rüzgârınız o kadar sert esmeseydi, belki eli öpülesi babam, kendinde beni okutma gücü bulamayacaktı. Aydınlığa yürümek, ne de olsa bir cesaret işiydi.
 
Size borçluyum efendim!
Kahramanlık sadece savaşta elde edilen bir şey değildir. Demem şu ki, bu satırların yazarı savaşı asla sevmez, işgalciyi, isyancıyı hoş görmez. “Vurduk-kırdık” edebiyatından oldum olası hazzetmemiştir. Bir arada yaşamanın erdemine, lakin savunma hakkının da kutsallığına inanmıştır. Eli kanlı ve silahlı saldırganları vatan topraklarından söküp atmanın meşruiyetini kimselerle tartışmaz. Kavgada haklı taraf elbette ki her zaman kendisini savunanlardır. Ve yine sizden öğrendik ki, savaş dediğin fukaralığa ve cehalete karşı verilmelidir. Kazanılmış zaferlerin en büyüğü ise, aklı ve bireyi özgürleştirmektir.
 
Henüz yirmi bir yaşındaydınız hani.. Oltu ve Kars’taki milis teşkilatlarının en genç, en ateşli ve en gözü pek direnişçisiydiniz. Akabinde Kars’ta kurulan “Güney Batı Kafkas Hükümetinde” görev almıştınız.. “Meclis İdare Amirliği” ve “Kars Bölgesi Müstahkem Mevzi Komutanlığı”, hiç kuşkusuz kariyerinizin zirveleriydi. İngilizler Kars milis teşkilatını dağıtınca, tekrar Oltu istikametine yönelmiş ve yirmi bir yaşında, “Allahuekber Cephesi Kumandanlığına” atanmıştınız. Bizim aklımızın alacağı şeyler değil bunlar efendim!. “Oltu İkinci Şura Cemiyeti” ve kurucusu olduğunuz “Serbest Gençler Teşkilatında” yürüttüğünüz faaliyetlere, Avunder ve Kaymaktepe Cephelerinin komutanlığını da eklemiştiniz. Dünya üzerinde bir benzeriniz var mıydı bilmiyorum, ama askeri eğitim almamış genç bir teşkilatçının cephe kumandanı olması, bugün bile hayrete mucip bir hadisedir.
 
Köylümüz Mahmut Usta anlatırmış; Göle’den gelecek sızmalara karşı, hani şu Anadolu’nun kilidi olan Kaymaktepe’de (Karınca) tam iki yıl boyunca kahramanca direnmişsiniz. Bayburt’ta bulunan Halit Paşa’ya tam kırk atlı ile ancak haber uçurabilmişsiniz. Çünkü dağlar, Ermeni çeteleri ve eşkıya kaynıyormuş.
 
Kuşkusuz hepsi de çok önemli işlerdi. Her birisi tek başına, bir insanı kahraman yapmaya yetip-artacak büyüklükte. Ve fakat gerçek kahramanlığınızı savaş sonrası göstermiştiniz.
Düşmanla bir arada yaşamak belki mümkündü, ancak cehaletle asla.. En çok ondan çekmiştik çünkü. Kocaman örtülü Köyünde, ne yol, ne su, ne de bir okul vardı. Beş bin yıl öncesinin ilkel tarım toplumları neyi nasıl yapıyorduysa, onlar da aynısını yapıyordu. Bütün bir Anadolu böyleydi. Hele de savaşın getirdiği yıkım, ki dayanılır gibi değildi. Daha savaş yıllarında Churchill; “Onlar düğmelerini bile dikemezler” diyerek bizimle dalga geçmişti ya hani, aslında doğruydu söyledikleri. O nedenledir ki, insanımızı bilimle, kitapla, sanatla, marifetle buluşturmak istemiştiniz.
 
Sizin ve Mustafa Kemal’in mesela, savaş sonrası yaptıklarınız, hep daha bir sevimli, daha bir erişilmez gelmiştir bana. İşgalcilere karşı kahramanca direnen birçoklarının, savaş sonrasında kendi köşelerine çekilip, cumhuriyete ve aydınlamaya omuz vermedikleri, veremedikleri pekala doğrudur..
 
Öyle demiştiniz; “Savaşlarını, medeniyete ulaşmak için eğitim alanında devam ettirip sonuca ulaşanlar, gerçek kahramanlardır.”
Doğrudur efendim, siz benim gerçek kahramanısınız!.
 
Şenkaya’ya tam on iki farklı alanda el sanatları hocası getirtmiştiniz. Dokuma tezgâhları harıl-harıl çalışmaya başlamıştı. Sergiler, panayırlar, ağaçlandırma bayramları, şiir günleri, tiyatrolar düzenliyordunuz. Halka açık şirketler, kooperatifler kuruyor, ekonomik ve kültürel kalkınmanın evrensel gerekleri neyi emrediyorsa eksiksiz yerine getiriyordunuz.
Hadi açık konuşalım; şu Erzurum’daki üniversite mesela, tam elli yıldır yüz binlerce mezun verdi. On milyarlarca dolar harcama yaptı. Binlerce akademisyene, sen profesörsün, sen doçentsin, sen doktorsun dedi. Ve fakat halkın önüne, şu sizin “Sarı Karton” projesinin cüssesinde bir tek reel pratik koyamadı.
 
Daha 1919 yıllarında yepyeni eğitim-öğretim metotları denemiştiniz. Ki ülke henüz düşmandan bütünüyle temizlenmiş değildi. Yabancılar eliyle açılanları ve paralı olanları saymazsak, belki de Anadolu’da kendi alanındaki ilk özel öğretim kurumuydu. Parasını cebinizden verip öğretmen getirtmiştiniz. Köyünüzün her yanı doğal bir eğitim platosu gibiydi; neredeyse bütün bir yirmi dört saat durup dinlenmeden çalışıyor, akademik etkinliklerin yanında, seminerler, bilgi yarışmaları, spor müsabakaları düzenliyordunuz. Belki de “Orta Şark’ta” ilk defa, kızlar eğitim görüyordu. İnsanlığın biriktirdiği ne varsa, tıpkı bir sünger gibi hepsi vakumlansın ve Örtülü’nün üzerindeki o karanlık örtü bir an önce kalksın istiyordunuz.
Cumhuriyetle birlikte nihayet devlet sizi gördü, çığlığınızı duydu. Önce ilkokul açtı köyünüze, sonra ortaokul ve lise.. İlçe oldunuz, Şenkaya adını aldınız, belediyeniz kuruldu, sağlık eviniz açıldı, yolunuz yapıldı, suyunuz geldi. Ve fakat varınızı-yoğunuzu harcamış, gıdanızdan kesmiş, temel ihtiyaçlarınızı ötelemiş ve sağlığınızı kaybetmiştiniz.
 
Ah efendim! Bizlere aydınlık bir dünya bırakabilmek için yıldızlara bile kafa tutmuşken, tevazu gösterip, kurduğunuz partiye bile UFAK demiştiniz!
Hem kaldı ki, sevgili torununuz Koptagel Bey bunların hepsini bir-bir anlatmış. Doğrusu okurken kendimden utandım. Sağda-solda eğitim bilimleri araştırmacısı olduğumu söylüyorum bir de. Hemen yanı başımdaki büyük reformcuyu, eşsiz dava adamını anlayamamış olduktan sonra, ne ayıp, ne ayıp!
 
Türk Aydınlanma Hareketi’nin Doğu’daki tek aksiyoneriydiniz oysa! Emsaliniz, bir benzeriniz yoktu. Yaptığınız her bir iş için, hakkınızda binlerce araştırma yapılmalı, adınıza kürsüler kurulmalıydı. Heykelleriniz dikilmeli, sözleriniz kutlu bir mesaj gibi dilden-dile, gönülden-gönüle dolaşmalıydı. Ve sosyal bilimler bu topraklarda, gerçekliğiniz üzerinden yürütülmeliydi. Neylersiniz ki, yaptıklarınız orada öylece dururken, biz ülkeyi hala tercümelerle, ezberlerle idare ediyoruz.
Değil mi efendim, aslında taa başından beri biliyordunuz; küçük adamların büyük gölgelerine bakarak, güneşimizin batmak üzere olduğunu..
 
Sizden yoksun kalanların ahları ne zaman tutar bilemem, ancak bir kısım cahil ve muhteris adamların hoyratlığıydı, ayak oyunlarıydı, bütün bir vatan toprağını aydınlık yüzünüzden mahrum bırakan. Keşke Mustafa Kemal, kendisi gibi büyük ideallere sahip sizi daha yakından tanıyabilseydi. Memleket ufkunu, sizin yüksek şahsiyetinizden istifadeye açabilseydi keşke.
Ne güzel yakışırdınız, Gazi’nin hemen yanı başındaki makamlara.
 
Şu Karslılar’a, Erzurumlular’a, Oltulular’a da vahlar olsun; hala anlayamadılar ya!
Bir heykel ne ki, bir caddeye isim vermek ne ki, vefa ne ki?
 
Rahat uyuyunuz efendim!
Siz başardınız, lakin başarısız olan bizleriz!
Hiç kuşkusuz, adınız her geçen gün daha da büyüyecek.. Ektiğiniz tohumlardan bir gün, milyonlar-milyonlar dirilecek. Ve kutsal öğretiniz gönüllere, her dem bir abı hayat gibi akacak..
 
Sonsuz yolculuğunuzda Tanrı sizi utandırmasın, bizi de fikirlerinizden uzak düşürmesin!
Baki selam eder, ellerinizden öperim efendim!
 
 
Not: 2011 yılında yazılmıştır..
 
Toplam blog
: 19
: 679
Kayıt tarihi
: 01.03.11
 
 

1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan Köyünde dünyaya geldim. İlkokulu doğduğum..