Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Hüzünbaz yanılsamalarda aşk vardı sanki - II

Hüzünbaz yanılsamalarda aşk vardı sanki - II
 

Belki de umutkâr hezeyanlarda hüzün vardı !

"Bıktım usandım artık şu sorumsuz davranışlarından. Haftada bir lütfen gelip oğlunu köfteciye götürmekle baba olduğunu mu sanıyorsun sen? Barış erkek çocuk ve babasına benden çok ihtiyacı var. Ben kadın halimle ne kadar anlayabilirim onu. Sevgilinle biraz daha az dolaş da oğluna vakit ayır Savaş."

"Kabalaşma Aslı. Her cumartesi alıyorum ya onu. İmkan bulduğumda hafta içi de geliyorum. Ama bazen aksıyor işte, ne yapayım. Nasıl bir iş tempom olduğunu biliyorsun. Daha az nafaka ödeseydim de daha az çalışsaydım. Ben de insanım."

"Çocuğuna verdiğin üç kuruş mu batıyor? Annem olmasa ne yapacaktın? Senin verdiğin para kreşe mi yeter, giyimine mi? Merve Hanım'ın babası zengin, yağdırmıyorlar mı sana?"

"İyice zıvanadan çıktın sen! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Az mı hakkım var Barış'ta? Sana ne benim yaşantımdan. Ben senin hayatına karışıyor muyum? Kiminle kırıştırdığını soruyor muyum? Madem ben iyi bir baba değilim, oğluna lâyık bir baba bul sen de."

"Haddini bilmez terbiyesiz adam! İnsan oğlunun annesine böyle mi seslenir! Seni tanıdığım güne lanet olsun. Seninle evlenmek hayatımın en büyük hatasıydı."

Bütün aşklar çiçek isimleriyle başlar, hayvan isimleriyle biterdi !

Oysa ne büyük bir aşkla evlenmişlerdi. Aslı, ablası gibi mantık evliliği yapmamış sevdiği adama sarılmıştı. Savaş'la üniversitede aynı sınıftaydılar. Bazen dersi asar -Cankurtaran'a- Erol Taş'ın Kahvesi'ne inerlerdi. Genellikle de bu, mikro ekonomi dersinde olurdu. Hatta hocanın, nedir Aslı'yla Savaş'ın benim dersimle alıp veremediği diye hayıflanmasını da arkadaşlarından öğrenirlerdi. Savaş'ı çok seviyordu. Esmer, uzun boylu ve çok yakışıklıydı. Kibardı da. Zaman zaman onu elinden almaya yönelik hemcins saldırıları oluyorduysa da kolayca bertaraf etmeyi bilmişti hep. Savaş'ı ailesiyle de tanıştırmıştı. Nedense babası pek hoşlanmamıştı; ama küçük kızı da pek bir kıymetlisiydi ve ona çok güvenirdi. Savaş'ın ailesi Anadolu'da yaşıyordu ve ancak kep giyme töreninde tanışabilmişti. Nur yüzlü annesinin elini öperken içine huzur dolmuştu. O doğru erkekti ve artık ailesini de gördükten sonra bundan adı gibi emin olmuştu.

Savaş'ın askerliği süresince nişanlı kalmışlardı. Bu arada ünlü bir holding'in finans departmanında da iş bulmuştu. Arkadaşlarından ve müdüründen çok memnundu. Mutluydu işinde. Tek hüznü, Erzurum'da askerliğini yapan Savaş'ın yokluğuydu. Ayda bir onu ziyarete giderdi. Mis kokulu erkeğinin yerinde, parka-postal arasına sıkışmış ter kokan bir erkek olurdu. Sivilken günde iki kez yıkanan Savaş, askerde ancak haftada iki kez yıkanabildiğini söylemişti. Olsundu, o Savaş'ının her kokusunu özlemle içine çekerdi.

Askerlik biter bitmez iş aramaya koyulmuştu Savaş. Aylarca bulamamıştı. Bir an önce evlenebilmeleri için iş bulması şarttı. Sonunda bir Lojistik firmasında Harekât Memuru olarak çalışmaya başlamıştı. İşletmeci adam hareketten ne anlayacaktı ise diye de mızırdanmışlardı. Oysa seçme şansları yoktu.

Mevsimin ilk karının düştüğü gün evlenmişlerdi. İncecik saten gelinliğinin içinde titremişti. Arkadaşlarının alkışları ısıtmıştı salonu. Babasıyla birleşen gözleri usulca çağlamıştı.

Savaş harika bir eş olmuştu. Sabahları gamzelerinden öperek uyandırıyor, akşamları çiçeksiz gelmiyordu. Dünyanın en mutlu kadını olduğunu düşünüyordu. İlk senelerinde korunmuşlardı ve bir akşam yemekte hamile olduğunu söylediğinde sanki soluğu durmuştu Savaş'ın. Konuşamamıştı bir süre ve gözleri yaşarmıştı. Sonra da karısının incecik beline sarılmış, minnetle öpmüştü.

Zor geçmişti hamileliği ve Barış 2 kilo doğmuştu. Çok iyi bakılmalı ve beslenmeliydi. Sütü oldukça azdı. Ama Savaş çok yardımcıydı. Gece mamalarını hazırlıyor, Barış'ın altını dahi temizliyordu. Sonra da o yorgunluk ve uykusuzlukla işe gidiyordu. Üstelik hiç serzenişte bulunmuyordu.

Babası da artık damadını çok seviyordu. Bir keresinde, "Eşini çok iyi seçmişsin kızım." dahi demişti.

Kanuni izin hakkı dolunca Barış'a bir Cici Abla bulmuşlardı. Annesinin bir tanıdığının kızıydı. Üniversiteyi kazanamamıştı ve Barış'a bakarken de sınava çalışabilirdi. Savaş'a şirketi araba vermişti ve önce -yorulmasına kıyamadığı- karısını işe bırakıyor, sonra da kendi işine gidiyordu. Köprüyü geçmek ölümdü aslında ve ona kalsa en rahatı vapurla Beşiktaş'a geçmekti ve işi de zaten iskeleden iki adımdı; ama Savaş istemiyordu. Belki de hiç akmayan trafikte canı sıkılıyordu!

Mutluluklarındaki ilk çatlak bir Eylül akşamı oluşmuştu. Arkadaşlarıyla buluşan Savaş gece yarısından sonra gelmişti ve onu öperken aldığı kokuyu sabaha kadar anlamlandıramamıştı. Savaş'ın iş arkadaşları erkekti. Belki de ceketini vestiyere vermiş ve hemen yanında asılı bayan giysisinden koku sinmişti. Şüphelerinden utanmıştı. Akşam elinde kocaman bir gül buketiyle gelen Savaş'ına aşkla sarılmıştı. Annesiyle babasının kucaklaşmasına Barış da gülmüştü.

Cinsel hayatlarında bir gerileme olmuştu. Yoksa artık Savaş onu arzulamıyor muydu! Evet, doğumdan sonra biraz kilo almıştı; ama arkadaşları o kadarcık kilonun ona çok yakıştığını söylüyordu. Eskiden Savaş sevişmek istediğinde önce ayaklarını dokundurur, sonra da boynundan öperdi. İşte o an erkeğinin olmak için dayanılmaz bir arzu duyardı.

Artık ayakları dokunmuyordu Savaş'ın! Bir keresinde kedicik gibi boynuna sırnaşıp sormayı denemişti. Mazereti aşırı yorgunluğu ve iş stresiydi. Savaş'ı anlamalı ve sabırla beklemeliydi. Aslı'sını eskisinden daha fazla arzulayacağı günler uzak olamazdı.

O günler bir türlü gelmiyordu. Ama Barış'a olan ilgisinde bir eksilme yoktu Savaş'ın. Bazı akşamlar yine arkadaşlarıyla buluşuyor, gece yarısından önce de dönüyordu. Bir daha da parfüm kokusu almamıştı. Baharın gelmesiyle birlikte Barış'ı şehir dışına, çiçekleri-böcekleri tanımaya götürmeye başlamışlardı. Evliliklerinde adını koyamadıkları bir şeyler yitmişti ve Allah'tan Barış bunu anlayamayacak kadar küçüktü.

Bir akşam yemekte, hafta sonu İzmir'de bir seminere katılacağını söyledi Savaş. Şirketten dört arkadaş arabayla gideceklerdi. Pazar gecesi de döneceklerdi. Bavulunu özenle hazırlaması çok hoşuna gitti. Sadece bir gece için üç gömlek, iki pantolon, üç çift ayakkabı çok göründüyse de gözüne, giyimine meraklı kocasının arkadaşlarına hava atacağını düşündü. Şirketin İzmir tesislerinin misafirhanesinde kalacaklardı.

Arkadaşlarının yanında mahcup etmemek için Savaş'ı hiç aramadı; ama Savaş onu aradı. Sesi iyi geliyordu erkeğinin. Yolculukları da keyifli geçiyordu ve karısını, oğlunu çok özlemişti. Cumartesi gün boyu seminer nedeniyle aramamış, akşam 8'de iyi geceler demek için aramıştı. Çok gürültülü bir yerdeydiler ve muhtemelen sarhoş olurlardı. O haliyle de Aslı'sını arayamazsa çok üzülürdü ve erkenden iyi geceler demek istemişti. Ne düşünceli bir kocası vardı ve onu çok seviyordu.

Pazar gecesi dönmüştü Savaş. Yüzü gülüyordu ve karısını önce gamzelerinden sonra da dudaklarından öpmüştü. Oğlunu da kucağına almış, gerdanından ısırmıştı. Barış da katıla katıla gülmüştü.

Birbirlerine sarılarak uyumuşlardı o gece. Uzun uzun öpüşmüşler; ama sevişmemişlerdi.

Çiğdem telefonda, seninle mutlaka konuşmak istiyorum dediğinde bir anlam verememişti. Kaç yıllık arkadaşıydı ve ilk kez onu bu kadar telaşlı görüyordu. Hastaneden çıkıp geleceğine göre konu önemli olmalıydı. Öğle yemeğinde Hanedan'da buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İş yerinden birkaç yüz metre uzaklıktaki lokantaya girdiğinde Çiğdem'in geldiğini görmüş, çok şaşırmıştı. Ta Maslak'tan hem de ondan önce gelmesi iyice endişelendirmişti. Yol boyunca yürürken de düşünmüştü. Sorun evliliğinde miydi yoksa işinde mi! Büyük ihtimalle işinde sorun vardı; ama koskoca doktora nasıl yardımcı olabilirdi.

Nasılsın, iyi misin faslı çabucak geçmişti ve Çiğdem'in Savaş geçen hafta sonu neredeydi Aslı demesiyle de ciğerleri soluk alıp verememe konusunda ihtilaf sürecine girmişti. Bu nasıl soru Çiğdem? Savaş İzmir'de iş gezisindeydi demişti. Çiğdem'in yüzündeki acıma, üzüntü, çaresizlik ifadelerinin hepsini aynı anda görmüş, ürkmüştü. Titreyen eliyle telefonunu uzatan Çiğdem, sana anlatıp anlatmamak konusunda çok düşündüm; ama sen benim canım arkadaşımsın ve asla üzülmeyi hak etmiyorsun Aslı. Geçen hafta sonu ben de İzmir'de bir kongreye katıldım ve kaldığım otelde Savaş'ı gördüm. Yalnız değildi demişti.

Ayfon'un kocaman ekranında görünen erkek Savaş'ıydı da omzuna kolunu attığı sarışın kadın kimdi? Çiğdem'e bakmıştı boş boş, olanı-biteni anlamak istercesine ya da istemezcesine! Elini tutmuştu arkadaşının. Pazar sabahı kahvaltıda bir kare daha çektim demiş, onu da göstermişti Çiğdem. Kız başını hafifçe geriye atmış, Savaş da boynunda öpüyordu. Uzun uzun Üsküdar'a baktıktan sonra fotoğrafları kendi telefonuna aktarmış ve sadece sağol Çiğdem diyebilmişti. Hiç de ağlamamıştı. Ağlamakla geçmezdi.

Savaş'a üç gün boyunca hiçbir şey söylememişti. Ama dördüncü günün sabahı kahvaltıda, beni aldatıyor musun Savaş diye soruvermişti. Karısının emin olmadan hiçbir şey söylemeyeceğini bilen Savaş bir şey diyememişti. Başını önüne eğmişti.

Bir ay sonra boşanmışlar, birbirlerine iyi şanslar dilemişlerdi.

Mahkeme Barış'a 400 lira nafaka bağlamıştı ve haftada bir kez de görme hakkı vermişti Savaş'a.

Tek maaşa kalmıştı ve masrafların altından kalkması zor görünüyordu. En sevindiği gelişme ise artık işine vapurla gidip gelecek olmasıydı. Babası da arabasını vermiş, iskeleye arabayla gider gelirsin kızım demişti. Annesi de Barış'a bakabilecekti. Allah'tan çok yakın oturuyorlardı. Keşke ablası da İstanbul'da yaşıyor olsaydı. Yanında olsaydı. O'na öyle ihtiyacı vardı ki...

İlk aylarda Savaş'a oldukça mesafeliydiler; ama Barış babasını çok seviyordu ve onun mutluluğu için gerginliği biraz yumuşatmışlardı. Bazı hafta sonları birlikte gezmeye gidiyorlar, mutlu aileyi oynuyorlardı; ama ne eskileri açıyorlar ne de özel yaşamlarını sorguluyorlardı. Çocukları vardı ve onun üzülmesi gerekmiyordu.

"Aslı Hn lütfen odama gelir misiniz" dedi telefondaki ses. Az önce annesiyle konuşmuş ve Barış'ın öksürdüğü haberini almıştı. Ne kadar çok hasta oluyordu bi'tanesi ve bademcikleri hemen iltihaplanıyordu. Allah'tan dedesi yanlarına gidiyordu ve doktora götürecekti.

Ersin birkaç ay önce Koç Grubu'ndan transfer edilmiş, iyi eğitimli, bilgili, yerinde duramayan bir işkolikti ve de yeni müdürüydü. Otuzlu yaşlarının ortalarında olmalıydı. Bekardı. Kırlaşmış şakakları ve sportmen vücuduyla kızlar arası sohbetin baş misafiriydi. Neden yalnız olduğu en büyük merak konusuydu. Muhtemelen sevgilisini özenle gizliyordu. Kızların geyik muhabbeti bitmezdi.

"Hayrola, yüzünüzden düşen bin parça!"

"Oğlum rahatsız biraz da, ona üzüldüm Ersin Bey."

"Geçmiş olsun. Çıkın isterseniz."

"Annem yanında. Babam da gidiyor, doktora götürecekler. Ben de gitsem yapacağım farklı bir şey yok. Yine de teşekkür ederim."

"Aslı Hn, önemli bir konuyu paylaşacağım sizinle. Arkadaşlarla da siz konuşursunuz. Ay başında Levent, holding binasına taşınıyoruz. Yavaş yavaş toparlanmaya başlayın lütfen."

"Öyle mi? Hay Allah!! Çileli ulaşım günleri başlıyor desenize. Ne güzel, vapurla püfür püfür gidip geliyordum, kitabımı da okuyordum."

"Sizin eviniz Altunizade'de, değil mi? Bana çok yakınsınız. Beraber gider geliriz, merak etmeyin. Ama yol boyu sohbet mi ederiz yoksa kitap mı okursunuz, siz karar verirsiniz."

Bunu söylerken yemyeşil gözlerini kırpmadan bakıyordu genç adam. Dudaklarında bir gülümseme yoktu; ama yüzünde vardı. Erkek gözlerini okumaktan vazgeçeli öyle uzun zaman olmuştu ki.

Ersin Bey'i bekletmemek için ne kadar erken inmek istese de onu kapının önünde bekler buluyor, özür dilemekten de helâk oluyordu.

"Allah aşkına Ersin Bey, her sabah 5 dk erken iniyorum; ama yine de sizi benden önce gelmiş buluyorum. Yakında holding'in kapılarını biz açacak kadar erken gitmiş olacağız ofise. N'olur bir gün de ben beklesem sizi."

Gülmüştü adam. Hiç bu kadar güzel erkek gülüşü görmemişti. Gülerken gözleri kısılıyor, yemyeşil ormanlarına hapsediyordu insanı.

Çoğu erkek gibi o da futbolu seviyordu; ama bu konuda sohbet için Aslı doğru kişi değildi. Allah'ı var, Savaş da futbolu hiç sevmezdi. Yine de o çıldırtıcı trafikte konuşacak konu bulmakta zorlanmıyorlardı. Ekonomiyi, memleketin hallerini, adaletsizliği, hedeflerini, şirketin gelecek planlarını konuşuyorlardı. Kitap okumuyordu.

Bir sabah, "Eşiniz ne iş yapıyor Aslı Hn?" dedi aniden.

Milyarlarca hücre taarruza geçti sanki. Hepsi birbirine soruyordu verilecek cevabı. Dışarı baktı bir süre. Emindi, Ersin Bey ona bakıyordu.

"Aslı Hn, iyi misiniz? Üzdüm sizi sanırım. Özür dilerim, yanıtlamak zorunda değilsiniz."

"Önemli değil Ersin Bey. Herkesin bildiğini sizin bilmemenize şaşırdım sadece. Biz eşimle ayrıldık. 4 yaşında bir oğlum var. Adı Barış." diyebildi, boğazındaki düğüme rağmen.

"Üzüldüm. Demek oğlunuzun adı Barış. Hafta sonları benim de canım sıkılıyor yalnızlıktan. Cumartesi günü sinemaya götürelim mi onu. Sonra da Mc yeriz, ne dersiniz?"

"Oo, siz öyle zararlı şeyler yer misiniz?"

"Ara sıra çocuk da olmak lazım."

"Çok iyi olurdu Ersin Bey; ama cumartesi günleri babası alıyor."

"Anladım. O zaman biz de pazar günü Turkuazoo'ya gideriz."

"Sahi mi? Barış'ı götürmeyi çok istiyordum ben de. Çocukların nelerden hoşlanacağını çok iyi biliyorsunuz."

O pazar Aslı ve Barış'ın dışında Nimet Hanım'la Hayrettin Bey de katıldılar onlara. Ersin gelmeleri için çok ısrar etmişti. Baba kız şaşkın bir mutlulukla bakışmışlar, Nimet Hanım'ın da gözlerinin içi gülmüştü. Köpekbalıklarını, palyaço balıklarını, ahtapotları gördükçe çığlıklar içinde bir gün geçirdi Barış. Ersin Abi'sini çok sevmişti. Sırtından inmiyordu. Aslında hepsi Ersin'i çok sevmişti. Nimet Hanım kızına mânâlı mânâlı gülümseyip duruyordu. Onca balığı gördükten sonra bir de Florya'da balık yediler! Barış yedikleri balıkların akvaryumdan mı geldiğini sordu. Aslı, Ersin'in gözlerinde Savaş'ın Barış'a mama hazırlarken gözlerinde çakan ateşi gördü. İşte o zaman, baba olmanın öz-üveyden apayrı bir kavram olduğunu anladı.

Barış babasıyla her buluştuğunda Ersin Abi'sini anlatıyordu; ama Savaş bunu Aslı'ya sormuyordu. O da Savaş'a Merve'yi sormuyordu. Aralarında asla konuşulmayan; ama hep var olan soğuk savaş onları gizli bir hüzne boğuyordu.

Her geçen gün Ersin'e daha da alıştığını, bağlandığını hissediyordu. Sadece ona karşı değil, oğluna ve anne-babasına karşı da ne kadar iyiydi. İstese çok daha güzel ve sorunsuz ilişkiler yaşayabilecekken, çocuklu bir kadın ve ailesiyle vakit geçirmekten hoşlanıyordu. Evine ilk gidişinde çok şaşırdı. Yalnız yaşayan bir adam için inanılmaz temiz ve düzenliydi. Son derece de sade döşenmişti. Salondaki kütüphanenin üzerinde ters dönmüş bir çerçeve vardı. Ne olduğunu sormadı. Bir dahaki gidişinde ise yoktu. Mutfakta tam bir sihirbazdı Ersin. Ne zaman salatayı yaptığını ne zaman Fajitas'ı pişirdiğini anlayamaz, şarap kadehini de elinde bulurdu. Barış'ın babasında kaldığı hafta sonları birlikte doğa yürüyüşlerine katılmaya başlamışlardı. Dağ-bayır dolaşmaya bayılıyordu Ersin. O'nun bu enerjisine akıl sır erdiremiyordu. Onca koşturmadan sonra pazartesi işe gidecek enerjiyi nasıl buluyordu! İşe beraber gidip geliyorlar, öğle yemeklerini birlikte yiyorlardı. Arkadaşları imalı bakmaya başlamışlardı. Emindi, bekar kızlar kendileri dururken Ersin'in dul ve çocuklu bir kadınla birlikte olmasına çıldırıyorlardı.

"Aslı, yarın akşam yemeğe çıkalım mı?" demişti Ersin, sabah işe giderken.

Çok sevinmişti. Aslında nadiren akşam çıkıyorlardı. Çünkü Barış annesini özlüyordu ve Nimet Hanım da geç olmadan evine dönmek istiyordu. Aslı'nın dışarı çıkacağı geceler de mecburen kalıyordu. Ama Ersin'i seviyordu Nimet Hanım. O nedenle de bir şey demiyordu.

O sabah her zamankinden erken uyandı. Barış koynunda uyumuştu. Öptü, yatağına götürdü. Akşam için ne giymesi gerektiğini düşündü. Abartmamalıydı. Yemeğe işten gideceklerdi ve kim bilir kızlar gün boyu onu bakışlarıyla nasıl yiyecekti. Gri döpiyesini ve beyaz blûzunu giydi. Pembe inci kolyesini de taktı. Akşam bir düğmesini daha açardı. Anne olmasına rağmen göğüsleri hâlâ küçük ve dikti. Bir keresinde Ersin'in kaçamak bakışını yakalamıştı ve hemen sonrasında sen çok güzel bir kadınsın Aslı demişti. Bu iltifat çok hoşuna gitmişti. Hangi kadının gitmezdi.

Annesinin gelmesiyle çıktı. Ersin Bey gelmiş kızım, seni bekliyor demişti.

Her zamanki gibi çok şıktı genç adam. Arzuyla bakıştılar. O hüzün saklı yemyeşil ormanlardan hiç çıkmamak, Muson yağmurlarının her damlasına sarılmak istiyordu. O'na doğru uzandı -en sevdiği yerden- burnunun hemen yanından öptü.

Gün boyu sadece öğle yemeğinde görüşebildiler. Ekip arkadaşları da yanlarındaydı. Ayrı toplantılara koştular. Akşama doğru koridorda karşılaştıklarında, bir şirkette ne kadar çok toplantı yapılıyorsa işler o kadar kötü gidiyor demektir dedi Ersin ve kafasını sallayarak uzaklaştı. Çalışırken dış dünyadan kopuyordu, Aslı'yı bile görmüyordu gözü. Bayılıyordu Ersin'in baş döndürücü temposuna.

Vogue'da yer ayırtmıştı Ersin. Bunda Beşiktaşlı olmasının da etkisi vardı. Ama Aslı'nın yanında futboldan hiç söz etmezdi. Daha önce birkaç kez barına gelmişlerdi; ama ilk kez yemek yiyeceklerdi. Boğaz manzarasının güzelliği baş döndürse de o, Ersin'in gözlerine bakmayı tercih ederdi. Hem gülümsemesini istiyordu hem de gözlerini görebilmek; ama gülünce saklanıyorlardı.

Köşeye hazırlanmış masada, içinde tek bir kırmızı gül olan vazo vardı. Oturdukları anda, nereden çıktığını anlayamadığı bir gülü daha uzattı ona Ersin. Çok mutlu oldu. Demek ki bu akşam en ince ayrıntısına kadar programlanmıştı.

"Aslı'cım, ne yiyelim bu akşam?"

"Seçimi size bırakıyorum beyefendi. Yalnız, ben kurt gibi acıktım."

"Pekala, kremalı domates çorbasıyla başlıyoruz. Ardından, çok acıkan güzel anneye Robespierre ve bana da Marine Tavuk Pirzola."

"Robespierre de ne Ersin?"

"Immm!! Bayılacaksın. İnce ince dilimlenmiş, çekirdek karabiberli bonfile. Vogue'un, Zagat Survey'e göre dünyanın en iyi restaurantlarından biri olarak kabul edildiğini ve İstanbul'un en zengin şarap menüsüne sahip olduğunu biliyor muydun?"

"Henüz şarap seçiminizi görmedik bayım."

"Bakalım bu gecenin anlam ve önemine uygun ne seçebiliriz!"

Bu gecenin anlam ve önemi !

Boğaz Köprüsü ışıl ışıldı; ama o, Ersin'e bakmayı seviyordu. Yemek menüsünü bırakmış, şarap menüsünü inceliyordu. O'nun için basit ve zor iş diye bir ayrım yoktu. İlgilendiği her konu ayrı bir proje konusuydu. Bay Mükemmel'di o.

"Evet, bu gecenin as solisti Moulis en Médoc 95 olsun."

Dünyanın en önemli işini başarmışçasına mutluydu. Arkasına yaslandı ve siparişleri teklemeksizin saydı garsona. Deneyimli garson marine tavukla da mı kırmızı şarap içileceğini sordu. Aldığı cevap tam da Ersin'ceydi !

"Bu gece hanımefendinin gecesi. Robespierre ve Médoc onun. Bana kalan da ihtişamlı güzelliği izlemek."

Şaraplarından ilk yudumu alırken, evimle-işim arasına sıkışmış tekdüze yaşamımda gökkuşağı oldun Aslı. Hiç kaybolma istiyorum. O nedenle de yağmurlar hiç dinmesin. Ben hep sana doğru koşayım. Mevsimler dahi değişti sanki seninle. Ne soğuğu hissediyorum ne de sıcağı. Gözlerindeki ateşin arkasındaki hüznü görebiliyorum. Beni çeken de oydu işte. Herkes gözlerimi beğenir; ama arkasındaki yalnızlığı kimse göremez. Bence sen gördün derken, elini tuttu Aslı'nın.

Nemliydi gözleri. Kim demişti erkekler ağlamaz diye. Ne kadar duygusal bir erkekti. O'na sevdiğini haykırsa hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdi. Özel yaşamıyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Sormamıştı. Anlatmasını beklemişti. Ters çevrilen çerçevede kim vardı!

"Aslı, ben seninle ilgili her şeyi biliyorken, hatta aileni dahi tanımışken sen benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun. Sormuyorsun; ama merak ettiğini biliyorum. Ailem Eskişehir'de yaşıyor. Babam Eskişehir'in sayılı tüccarlarındandır. Kendi alaylıdır; fakat çocuklarını çok iyi okutmuştur. Biz üç kardeşiz ve birbirimize çok bağlıyızdır. Buraya gelmeden önce ben de Eskişehir'de Koç Grubuna bağlı bir şirkette çalışıyordum. Bilmeni istediğim bir konu daha var. İlk ve son kez anlatacağım. Evime geldiğin ilk günü hatırlıyor musun? Kütüphanenin üzerindeki ters çevrilmiş çerçeveyi fark ettiğini biliyorum. Sen dışarı bakarken çevirmiştim. Eski bir fotoğraf vardı o çerçevede. O'nu çok sevmiştim. Birlikte büyümüştük. O'nunla yaşlanacağımdan da emindim; ama demek ki tanrı benimle aynı fikirde değilmiş. Ailelerimiz de bizi birbirimize çok yakıştırıyordu. Herkes mutluydu. Sonra birden değişmeye başladı. Daha az görüşmeye ve konuşmaya başladık. O dönemde çok seyahat ediyordum ve bir seyahatimden döndüğümde kız kardeşim abi sana bir şey göstereceğim dedi. Doktorlar Caddesi'nde bir erkekle el ele görmüştü onu ve resmini çekmişti."

Bir erkekle el ele yürüdüğünü görmüş, resmini çekmişti !

Merakla dinleyen gözlerinde acı bir gülümseme oluştu. Titreyen eliyle tuttuğu kadehi ağzına götürdü, tekrar Ersin'e döndü.

"Gülümsedin mi, bana mı öyle geldi Aslı?"

"Sana öyle geldi Ersin'cim. Lütfen devam et."

"Ayrıldık! Biliyor musun, itiraz bile etmedi. Arkasını döndü ve gitti. Küçücük şehirde birbirimizi görmememiz mümkün müydü! Yeni erkek arkadaşıyla da görüyordum onu ve yüreğim kanıyordu. İlk sene çok kötü günler geçirdim; ama zaman acıların en iyi ilacıydı. Nefret etmeye bile değmezdi. 10 seneden fazla geçti üzerinden. Sonrasında kısa süreli ilişkilerim oldu; ama bir daha da kadınlara tam olarak güvenemedim. Ta ki seni tanıyıncaya kadar. Her kadında ayrı ayrı olabilecek birçok özelliği taşıyan bir kadınsın sen. Çok güzel, akıllı, alımlı, edalı, güçlü, öz güveni yüksek ve üstelik de anne. Anneliği kadına çok yakıştırırım. Bambaşka bir güzellik verir. Bunu da ancak çocukları seven bir erkek görebilir. Ayrıca, gamzelerini ortaya çıkaran gülmene de bayılıyorum. Barış'ı çok seviyorum Aslı. Anne-babanı da çok seviyorum. Çünkü ben sana ait olan her şeyi çok seviyorum. Çünkü ben seni çok seviyorum."

Ağlamak istiyordu. Karşısındaki duygu yüklü erkeğin boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Tanrının hikmetine şükrediyordu. O yaralı bir erkekti. Ama yaralarını sarmış, mutluluğu arıyordu. Karşısındaki kadının kabuk bağlamış yaralarını da görebiliyor, o kabukları öpüyordu.

Yemekleri soğumuştu.

Karabiber taneleri gözyaşlarına kucak açıyordu.

"Aslı'cım, iyi misin?"

"Sen harika bir erkeksin Ersin. Canım benim. Mutlu etmeyi öyle seviyor ve hak ediyorsun ki. Ben ne kadar şanslı bir kadınmışım ki tanrı seni çıkardı karşıma. Benim de bir hikayem var aslında ve anlatmalıyım sana." derken, gözlerini sildi mendiliyle.

"Hayır canım, hiçbir şey anlatmanı istemiyorum. Merak da etmiyorum. Sen çerçeveyi gördün diye anlattım ben de. Yoksa hep merak edecektin. Seni ve Barış'ı çok seviyorum. Bundan sonraki yaşamımda da sizden ayrılmak istemiyorum. Eşim olmayı kabûl edersen çok mutlu olacağım. Benimle evlenir misin Aslı?" derken; küçük, siyah kadife kutuyu Aslı'ya doğru uzattı.

Sanki gözyaşları donup kalmıştı. Ellerinin titremesi de durmuştu. Ve sesler dahi kesilmişti. Karşısında oturan adama ve kutuyu uzatan eline bakıyordu. O an Ersin kutuyu açtı ve tektaşın ışıltısı gözleriyle buluştu. O'nun gibi bir erkeğin dünyada var olmadığını düşünürdü. Bir günü diğerine uymuş, onu hiç şaşırtmamıştı. Üzmemişti de. O ve Barış mutlu olsun diye ne yapacağını şaşırıyordu.

"Seni seviyorum Ersin. Sen mükemmelsin. Kadın ruhundan anlayan, çocukları seven, müşfik, iyi kalpli, güven veren; çektiği acılardan doğan mutluluğu paylaşabilen ve asla pes etmeyen bir erkeksin. Ve de çok yakışıklısın. Bir kadın başka ne arar! Senin eşin olmaktan gurur duyarım."

Ersin de nemli gözleriyle ayağa kalktı ve yüzüğü Aslı'sının parmağına taktı. Sonra da öptü dudaklarından hafifçe.

Keyifle içtikleri Espresso'ya Creme Brulee eşlik etti.

O hafta sonu mutluluklarını Nimet Hanım ve Hayrettin Bey'le paylaştılar. Çok mutlu oldu yaşlılar. Sen zaten bizim oğlumuz gibiydin dediler. Aslı'nın, sen-ben ve Ersin Abi'n birlikte yaşasak nasıl olur fikrine Barış çok sevindi. Yaşasınnn çığlığıyla Ersin Abi'sine sarıldı.

Artık yirmili yaşlarında değillerdi ve gecikmeden evlenmeliydiler. İstanbul'da evlenecekler, Capri'ye balayına gideceklerdi.

Sonraki cumartesi günü de erkenden Eskişehir'e doğru yola çıktılar. Aslı Ersin'in ailesiyle tanışacaktı. Ersin telefonda bahsetmişti ve oğlunun evlenmesinden ümidi kesmiş annesi de çok sevinmişti. O gece kalacaklar, ertesi akşam da döneceklerdi. Çok heyecanlıydı Aslı. Savaş'ın annesini çok severdi. Boşanmalarına rağmen ilişkileri kopmamış ve hep Aslı'dan yana olmuştu. Yeniden evleneceğine onun da çok sevineceğinden emindi. İnşallah Ersin'in annesiyle de iyi anlaşırlardı. Pamukova'da kısa bir mola verdiler.

"Ya beni beğenmezlerse Ersin? Başımdan bir evlilik geçtiğini biliyorlar mı? Üstelik bir de oğlum var. Sen hiç evlenmemişsin! Daha farklı bir izdivaç yapmanı istemezler miydi?" dedi Aslı.

"Haklısın Aslı'cım. Saadet Hn seni beğenmezse, evlenemeyiz! Kusura bakmazsın o zaman, değil mi?" derken, gülmemek için dudaklarını ısırıyordu.

Aslı'nın gözlerindeki nemli acabaların hızla artan sayısı karşısında daha fazla dayanamadı.

"Benim gül yüzlü yarim, inci gamzeli prensesim; bu yürek senden başkası için atar mı bundan sonra sanıyorsun. Saadet Hanım seninle ilgili her şeyi biliyor, merak etme. Onlar da benim mutlu olmamı istiyorlar artık. Ne kadar modern ve sağduyulu bir ailem olduğunu göreceksin. Birbirinizi çok seveceğinize de eminim bi'tanem."

Saat 11'e doğru vardılar. Eskişehir'in hemen dışında -cennet gibi doğanın içinde- Batıkent'te oturuyordu Ersin'in ailesi. Üçer katlı rengârenk binalar masallardan kaçmış gibiydi. Hava inanılmaz temizdi; ama serindi de.

Ilık bir heyecanla, el ele yürüdüler binaya. 

Kapıyı açan genç kız, abiiciim diye sarıldı Ersin'in boynuna. Sonra da Aslı'ya hoş geldiniz dedi, gülen gözleriyle. En az abisininkiler kadar güzeldi gözleri. İçeriye doğru birkaç adım attı. Yaşlı karı koca yüzlerinde sımsıcak bir ifadeyle kızlarını kucaklamaya hazır gibi duruyorlardı.

Ersin'in, "Hayatım; kardeşim Buse, annem Saadet Hanım, babam Fikret Bey ve abim Çağrı." demesiyle, bakışlarını babanın hemen arkasında duran erkeğe çevirdi.

Bu kaçıncı çarpışıydı o gözlere!

Kaçıncı duruşuydu dünyanın! Kaçıncı kısılışı seslerin, kaçıncı kahredişiydi tanrının!

Yerinden çıkacakmışçasına atıyordu kalbi.

Omzuna sarıldı Ersin.

Şaşkındı güler yüzlerdeki mânâ!

Ve yüreğindeki sızıyla tutundu babasına Çağrı. Sağanağa teslim olmamak için çırpınan gözlerini kırpmadan bakıyor, makûs seremoninin rüya olmasını diliyordu.

"Bak aşkım, bu abim var ya benden de romantiktir. İnanmazsın, geçen yaz İstanbul'da, vapurda bir kadın görmüş; o günden beri kadını sayıklıyor! Anlayacağın, körkütük aşık! Her fırsatta da İstanbul'a koşuyor. Sakın gülme, çünkü fena kızıyor; Üsküdar'dan Beşiktaş'a, Beşiktaş'tan Üsküdar'a vapurla gidip-geliyor! Yani, müstakbel yengemizi tekrar göreceğinden emin. Ama kadın ortalarda yok. Bir kez daha görse, ayaklarına kapanıp aşkını haykıracakmış. Biz de gazeteye ilan verelim diye takılıyoruz, değil mi abicim?"

Yaşamda kesin mutluluk yoktur. Her mutluluk kendi acısını taşır ya da başka bir acıyla birleşir!

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..