Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Temmuz '07

 
Kategori
İlişkiler
 

İkna edilebilirlerden misiniz?

İkna edilebilirlerden misiniz?
 

“Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olabildiği bir ülkede, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının hiçbir abes tarafı yoktur” dedim ve kıyamet koptu.

Aldığım cevap şuydu; “nasıl böyle bir şey düşünebilirsin, Kenan Evren Cumhuriyetin değerlerine bağlı, Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık, Türkiye’nin batıya dönük yüzünü benimsemiş birisiydi. Belki çok ileri gitmedik ama en azından ülkeyi geri götürecek bir şeriat riski yoktu.”

Ben açıkçası şok oldum ama daha da kötüsü karşımdaki kişinin benim söylediklerim karşısında şok olmasıydı. İkimiz de sol görüşlüydük. O aktif siyasetin içindeydi, ben ise teorik olarak sol görüşlerin takipçisi idim. Ve ortak bir kültürün içinden geliyorduk.

Ancak bulunduğumuz nokta, hiç de ortak bir kökenden geldiğimizi ifade etmiyordu. Benzer bir rotayı takip ettiğimizi zannederken, bambaşka hedeflere ulaşmıştık. Ben “demokrasi” dedikçe o yüzünü ekşitiyor, o “vatan” ve “ulus” dedikçe benim rengim dönüyordu. Çünkü ben “vatan” ve “ulus” kavramlarının arkasına gizlenen başka bir niyeti, o “demokrasi” kavramının ardına saklanan başka bir amacı sezinliyordu.

Bu ise, kullandığımız kelimelere aynı anlamları yüklemediğimizin en büyük göstergesi idi. Zaten aynı dili kullanmayan iki insan konuşamazlar, üslubuna göre tartışamazlar. Yalnızca bağırırlar, çünkü fikrin ikna edici olma vasfı kalmamıştır, sadece ses tonu aracılığı ile dayatılabilir bir nesneye dönüşmüştür. Bizde uzun bir zamandır bunu yaşıyorduk. Hafif ses tonları ve kinayeli ifadelerle başlayan sohbet, kulakların kapatıldığı ama boğaz tellerinin en titreşimli çalıştığı geçirimsiz bir diyaloga dönüşüyordu.

Bu noktada “geçirimsizlik” kelimesinin çok yerinde kullanıldığını söylemem lazım. Geçirimsiz olan artık asıl beyinlerimiz olmaya başladı. Beyinlerimiz kendi kendine yeten varlıklara dönüştü. Beynin giriş ve çıkış noktalarına da, sıkı güvenlik sistemleri yerleştirmiş durumdayız. Bünyeye aykırı bir veri girişi olduğunda bütün ziller ötüyor, lambalar yanıp sönmeye başlıyor. Kapılar sonuna kadar kapanıyor ve girmeye zorlayan yabancı veri karşısında müthiş bir direnç gösterisi başlıyor.

Girmeye çalışan verinin, bünyeye uyumsuzluğu kesinleşince, önce yalanlama devreye giriyor. “Aslında öyle bir şey yok”. Veriler belgelerle desteklenince, kısmi bir yalanlama çabası başlıyor, verinin abartı olduğu, ya da aksi yönde kısıtlı ve süzgeçten geçirilmiş olduğu iddia ediliyor. “Evet, öyle bir şey var, ama sen onu çıkarına uygun bir şekilde yontmuşsun”. Veri saldırıyı sürdürüp de, gerçekle bağlantılarını ispatlamaya başladıkça, bu sefer anlam bozulması yaratılmaya çalışılıyor. “Evet, haklısın öyle bir şey var, ama senin düşündüğün gibi değil, aslında bu çok gizli bir planın parçası ve esas ona hizmet ediyor”. Veri bu defa karşısındaki insanın düşünce sistemini kalibre etmek, ideal standartlara getirme uğraşına girişiyor. Önce makulü aramak gerektiğinden hareket ediyor. Ancak beynin silahları da bitmiş değil. Bu defa veriyi bütünden koparma uğraşına girişiyor, yani diğer bir anlam bozma çabası. “Yani şimdi münferit olayları önüme getirip koyma, bir insan hata yaptı diye, bir yerde yanlış adım atıldı diye bir fikri yargılayamazsın”. Veri son bir çaba ile bütün içindeki değerini ve anlamını ortaya dökmeye çalışıyor. Ancak beynin son salvosu, “hatasız kul olmaz” felsefesi oluyor, “Ne yani olmuş da ne olmuş, hem daha önce sizinkilerde şöyle şöyle yapmadılar mı?”. Yani son nokta kimin hatasının çok olduğuna dönük bir meydan muharebesine dönüyor ve sonucunda beyin mağlup olmamanın sevinci ile veri ise çürütülememiş olmanın gururu ile yollarına devam ediyorlar.

Son günlerde ikna olmak üzerine takmış durumdayım. Ben ikna olur muyum? Hani karşımdaki insanı ikna olmamakla suçluyorum ya. Peki, ben, karşımdaki insanda eksik gördüğüm bu vasfa, yani gerçeğe (o ana kadar reddettiğim şeye) boyun eğme vasfına sahip miyim? Açıkçası bundan çok emin değilim, yani şu an derin bir bilgi birikimi ile ördüğümü düşündüğüm görüşlerimin, şöyle bir sohbet, makale ya da peşi sıra birkaç haberle değişebileceğini zannetmiyorum. Yani yanlış düşündüğüme kolay kolay ikna olmam herhalde. Ve zannedersem bu hemen hemen herkes için geçerli. En cahilimiz için bile durum böyledir.

Ancak bu, asla ikna olmayacağım anlamına gelmez. Bunun kendimce ispatı ise benim fikri seyahatimin nereden başlayıp nereden ulaştığına (ve hala hala devam ettiğine) birebir tanıklık etmiş olmamdır. Yani değişmiş olmak, bu beceriye sahip olmaktır.

Gerçi biliyorsunuz bizim tartışma kültürümüzde “değişmek” ve “dönmek” kelimeleri de akraba olarak kabul edilir. Neyse, ister döneklik deyin ister değişim, fikirlerimin farklı görüşlere açık olduğunun bir ispatıdır bu bence. Ayrıca, bu değişim beraberinde hiçbir şeyi siyah ya da beyaz görmeme tarzını da beraberinde getiriyor. Çünkü fikirlerinde değişebileceğini bilmek, daha temkinli ve daha kontrollü davranmaya neden oluyor.

Yani ben, “Abdullah Gül asla cumhurbaşkanı olmamalı” diyen birisinin karşısında, “bir askerden kesinlikle cumhurbaşkanı olmaz” demem. Belki şık bulmam ama kişiliği ve fikirleri ile toplumda saygı uyandırmış, demokrasiye bağlılığını ispatlamış bir ordu mensubu veya emekli bir ordu mensubunun, meclisinde "hür iradesi" ile elbette cumhurbaşkanı seçilebileceğini düşünürüm. Ancak bir darbe ile yönetimi ele geçirmiş, Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik, işkencelerle ve insan hakları ihlalleri ile dolu, Türkiye’yi dünyadan yalıtan ve daha fazla yoksullaştıran dönemin sorumlusunun, Abdullah Gül’den daha iyi bir cumhurbaşkanı olabileceğine mümkün değil ikna olmam.

Hele ki, o dönemde tüm yaşanılanların, Atatürk ilke ve inkılâpları, cumhuriyet değerleri ve yüzünü batıya dönük bir anlayış adına yapılmış olmasına şiddetle karşı çıkarım.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..