Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ekim '15

 
Kategori
Deneme
 

İnsan insanın cansuyu - insan insanı öldüren silahtır

İnsan insanın cansuyu - insan insanı öldüren silahtır
 

İnsan bazen kalabalıklarda, bazen bir başınadır.


İnsan sosyal bir varlıktır. Öteki insanlarla birlikte yaşar. Uzun süreli yalnızlık insana zarar verir.

Bu genel inanç ve anlayıştan yola çıkarak ve insanın ilişki hallerine aşırı iki uçtan bakıp duruma göre insanı yaşatan can suyu, duruma göre de onu öldüren silah olabileceğini düşünerek söylenecek çok şey var.

Belki de bu sözler içinde geçmişte söylenmemiş ya da önemli olduğu halde çok az dile getirilmiş olanlar da var.

Her durumda konu insan olduğu için herkesin ilgisini çekebilecek bir şeyler ille ki var.

Öyleyse başlayalım bu konuda kapıları açmaya, aklımızın odasında neler var, göstermeye.

Bizim bizim kapılarımızın ardındaki akıl odalarımızın ve o odaların içlerinde bulunanların siz bu yazıyı okuyan dostlarımızın kapılarından, akıl odalarından ve o odalarındaki varlıklarından farklı olduğunu; bizim vaktiyle düşünüp,bulup buluşturup odalarımıza koyamadıklarımızın da sizlerde olduğunu; sizin bu anlamdaki katkılarınızla bu yazının çok daha önemli, anlamlı ve yararlı olabileceğinin bilincinde olarak başlayalım.

Yalnızlık demişken ve hazır dün gece TRT Belgesel kanalında bu konu ile ilgili bir program izlemişken oradan başlayalım işe. Yaşlanmış, eşlerini yitirmiş insanların konu alındığı belgesel alabilen izleyicisi için çok fazla esin verebilecek bir çalışmaydı.

Bizden önceki kuşağın çocuklarını büyütüp evlendirirdikten, ayırdıktan; eşlerini yitirdikten sonraki yalnızlıkları konu ediliyordu. Onların bazen dobra dobra, bazen üstü kapalı yaptıkları yalnızlık vurgusu gelip insan vicdanımızın bir yerlerine değip duruyordu.

“Bu gördüğünüz evde onlarca kişi birlikte yaşardık. Her taraftan insan sesi gelirdi. Çocuklar, yaşlılar, orta yaşlılarla her an etkileşim halindeydik. Büyüklerimiz öldü. Küçüklerimiz evlendi, gitti, eşimi yitirdim. Şimdi bu evde tek başımayım. İçeride dolaşırken sanki o günlerin seslerini duyuyor gibi oluyorum. O günlerde birlikte yediğimiz yemekleri düşünüyor, şimdi tek başıma yiyemiyorum” diyordu yaşlı bir adam.

Bir başkası bulunduğu yörede geçmişte yoğun olarak kullanılan tahtayla, iple, zincirle, deriyle imal edilen her şeyi yaparak geçimini sağladığını, çocuklarını o paralarla büyüttüğünü söylüyor, kışların çok yoğun geçtiği memleketinde soğukların yalnızlıkla bir araya gelince çekilmez olduğunu vurguluyor bu arada yumuşak karda yürürken batmamak için ağaç dalı, deri bağcıklarla yaptığı eklentiyi ayağına takıp, av tüfeğini eline alıp karlı bir günde dışarı çıkarak hala avlandığını, zor da olsa öyle yaşadığını gösteriyordu

“Eşim artık sağamaz hale gelince on yıl evdeki inekleri ben sağdım” diyordu bir başkası. Sonradan sağamaz hale gelince de bir bir satmıştı hayvanları. O da eşini yitirmişti ve yalnızdı. Neyse ki, diğerlerine göre daha sağlıklı gözüküyordu.

Bir başkası yaşadığı yeri terk edip düşlerini kurduğu “taşı toprağı altın olan İstanbul'a” gelmişti. Vaktiyle gecekondu yapmıştı. Şimdi de ömrünün sonunda “keşke becerebilsem de, geldiğim yerlere dönebilsem” diyordu.

Elbette bu belgesele konu olan yaşlı adamlar kadar da belgesele konu olabilecek yalnız, yaşlı kadın vardır. Elbette yine çok sayıda belgesele kaynaklık edecek başka yaş gruplarından, başka konumlarda insanlar da vardır.

Yurdunu, yuvasını terk etmek zorunda kalıp yaban ellerde yaşama tutunmaya çalışan binlerce mülteci her gün ekranlara düşüp durmuyor mu? Onlar da var.

*

Farklı konumlarda, farklı inanç ve beklentilerle, farklı bilgi ve becerilerle duruyoruz yaşamın içinde. Bu farklılıklarımız doğal olarak her gün, her saat, her an farklı yerlere taşıyor her birimizi. Bedensel ve düşünsel anlamda farklı yerlerde bulunuyoruz.

Sayısız şey bu süreçlerde birbirini etkiliyor. Bu etkileşimler sonucu aktif, pasif, sevinçli, hüzünlü, durgun oluyoruz. Beklentilerimiz, beklenti düzeylerimiz değişiyor. İnançlarımız, inanç düzeylerimiz değişiyor. Sevinçle hüzün aşırı uçları arasında gidip gelirken kimi istasyonlarda fazlaca bekliyoruz.

İyi kötü ekonomik sorunlarımızı çözdüğümüz inancındaysak, monoton da olsa bizi rahatsız etmeyen bir düzenimiz, yaşam biçimimiz varsa çoğumuz orada demir atıp duruyoruz.

Demir atıp durduğumuz yer çok az insan için diğer insanların hakkıyla düşünüldüğü, sorumlulukların tereddütsüz kabul edildiği bir yerdir. Yani çoğumuz günlük yaşam alışkanlıklarımızı bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde oluştururken diğer insanlara karşı sorumluluklarımızı hafife alırız, önemsemeyiz. Bunun bize bir yük olacağı duygusuyla ya da geçmişte yaşanmış kimi bizi rahatsız eden şeyler, geçmişte söylenmiş ve aslında hiç işitilmemiş ya da çoktan unutulmuş olması gereken kırıcı sözler nedeniyle yaparız.

Bazen gündelik yaşamın içinde koşuştururken farkında olduğumuz halde ve sırf yetişemediğimiz için ihmal ederiz kimi sorumluluklarımızı. Hasta büyüklerimizi ziyaret etmekte geç kalırız. Çocuğumuzun okul etkinliğine katılamayız.Düğünleri, yas günlerini, dini bayram ziyaretlerini bazen bile bile kaçırırız.

Herkesin şu ya da bu nedenden ötürü sorunlarının olduğu bu dünyada tek sorunlu insan olarak kendimizi görme eğilimimiz vardır. Başkalarının da sorunları olabileceğini, o sorunların onlar için çok ağır olanlarının bir kısmını bizim küçük bir müdahale ile çözebileceğimizi bilmeyiz.

Tanıdık biri bunalım geçirdiğinde, intihar ettiğinde uzun zamandır görüşmediğimizi, gereken moral ve desteği esirgediğimizi düşünüp günlerce ve bazen ömür boyu vicdan azabı çekeriz.

İş, güç engel olur yaklaşmamız gereken insanlardan uzak kalmamıza; alışkanlıklarımız, yanlış ve kötü bağlantılarımız engel olur.

Yaşamın içine, bazen incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere dalıp gitmelerimiz engel olur.

Duruma göre başkalarının bize samimi olarak destek vermesini beklerken bizim destek verebileceklerimizin de aynı beklenti içinde olabileceklerini hiç aklımıza getirmez, getiremeyiz.

Oysa insan sosyal bir varlıktır. Oysa biz her birimiz yaşamın içinde hem alıcı, hem de verici durumundayız. Alma hakkımız olduğu gibi verme sorumluluğumuz da var.

Biraz zaman, biraz samimiyet, biraz sıcaklık, biraz iyilik vermek aslında bize de iyi gelecek şeyler.

Vermeden önce verilebilecekleri, verilmesi gerekenleri görmek, görebilmek de bir erdem.

Bir dosta, yakına, akrabaya, komşuya, düşküne yanında olduğunu hissettirmek ne güzel şey. Samimiyetimizi, sıcaklığımızı onlara aktarmak; gözlerimizin içine bakan bir çocuğun başını okşamak ne güzel şey.

Ve ne yazık ki çoğumuz çok iyi yapabilecekken yine çoğumuzun bunlardan uzak olması ne garip şey!

*

İnsanın insanı öldüren bir silah olması mı?

Onu uzun uzun anlatmaya gerek var mı?

Şöyle bir çevremize bakıp birlikte dersler çıkarsak. Kendi aile bireylerimize, komşularımıza, hemşerilerimize. Farklı fikirlerden, inançlardan, eğilimlerden olanların birbirlerine ettiklerine. Gelin kaynana kavgalarına, miras kavgalarına.

Tabii atların tepinip eşeklerin ezildiği bölgelerdeki gizli ya da açık savaşlara. Yıkımı tetikleyen iç çatışma eğilimlerine.

Hani söz buraya gelmişken “Suriye'de at kim, eşek kim” şeklinde bir soru da sorabilirsiniz.

Bütün bu söz ve söylemleri kendi kapılarınızın arkasındakilerle açıklayabilir, bizleri aydınlatabilirsiniz.

Bir paylaşım süreciyse yaşamak, bizim gibi siz de aklınıza, vicdanınıza değen şeyleri yazıp paylaşabilirsiniz.

Okuruz ve çoğalırız, okuruz ve öğreniriz. Bazen okurken güler, bazen ağlarız. Bazen dudak büzüp geçeriz. Sizin şu an yapmakta olduklarınızdan birini yaparız yani.

E, haydi!

23.10.2015

11:23:10

 

 
Toplam blog
: 284
: 245
Kayıt tarihi
: 21.06.14
 
 

Yaşadığımız evrenin oldukça zengin bir yer olduğunun farkındayım.  Bu zenginliğin çok az bir kısm..