Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Temmuz '09

 
Kategori
Felsefe
 

İnsanca Pek İnsanca

İnsanca Pek İnsanca
 

Nietzsche’nin <ı>İnsanca Pek İnsanca kitabındaki özellikle de ahlak kavramına yaklaşımı, ahlak değerlerinin insan psikolojisinin bir ürünü olduğunu gösterme çabasıdır. Başka bir deyişle, ahlak değerleri, bir şekilde bize verilmiş ya da insanlar tarafından keşfedilmiş metafizik doğrular değildir demek istemektedir. Nietzsche bu eserleriyle bir bakıma ahlak değerleri sisteminin izlerini sürmeye çalışmaktadır; bunu da şu iki ana başlığa yayabiliriz:

1- ahlak eylemlerinin gerçek kaynağının psikolojik analizi

2- ahlak değerlerinin gerçek kökenleri üzerine tarihi

Bu çalışmada öncelikle ele alınacak nokta ahlak değerlerinin kökeni üstüne Nietzsche’nin yaklaşımı olacak. Nietzsche eylemler iyi ve kötü(fena) olarak adlandırmıştı. İyi bir eylem basitçe geleneklere uyan bir eylem olarak kabul edilmekte, kötü ise bunun tam tersi olarak düşünülmektedir. Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir. Bu gelenekler nasıl oluştu? 39’da şöyle der Nietzsche: “Başlangıçta, nedenleri hakkında herhangi bir kaygıyı taşımak yerine, yalnızca onların yararlı ya da zararlı sonuçları hakkındaki bir değerlendirmeden hareketle tek tek eylemleri iyi ya da kötü olarak adlandırırız. Ama verdiğimiz bu anlamların kökenini kısa bir süre sonra unuturuz…” Nietzsche şunu söylemektedir, başlangıçta bir gelenek vardı, bu gelenek iyi olan eylemlerle bir uyum içinde kabul edilmekte ve geleneği ortaya koyan nedenler sonra unutulmakta, sadece sonuçları devam etmektedir. Nietzsche 96’da bu söylediklerinin “yararlı ve zararlı sonuçlar”, “bir toplumun korunması” kavramlarıyla detaylı bir şekilde izini sürmeye çalışır. “Geleneğin kökeninin ne olduğu burada önemli değildir, o her koşulda iyi ve kötüyle ya da her yerde hazır ve nazır olan herhangi bir kategoride zorunluluktan bağımsızdı ama her şeyden önce bir toplumu, bir halkı koruma amacına hizmet ediyordu; yanlış yorumlanan, rastlantısal bir olaydan doğan her batı gelenek bizi, ahlaki olanın temeli olarak bir geleneği izlemeye zorlar; kendini o gelenekten koparmak tehlikelidir, hatta toplum için birey için olduğundan daha zararlıdır”

Adalet kavramı ele alındığında, toplumun korunmasıyla ilgili olarak Nietzsche’nin yapmış olduğu değerlerin kökeni üzerine analizini 92’de oldukça iyi bir şekilde görebiliriz:”… yaklaşık olarak eşit güce sahip olan insanlara dayanır; açıkça ayırt edilebilen bir üstünlüğün olmadığı ve çatışmanın her iki tarafa da etkisiz hasarlar verdiği bir yerde, uzlaşmaya gitme ve her iki tarafın taleplerini görüşme düşüncesi doğar; mübadele niteliği adaletin orijinal niteliğidir.”

Burada Nietzsche’nin bir savaş örneğinden yola çıktığını ve savaşın her iki tarafa sadece yıkım getireceği anlaşıldığında, adaletin aslında bir değişim eşitliği olduğunu söylemektedir. Ama dikkat edilmesi gereken nokta, sadece eşit güç ve pozisyonlara sahip iki taraf arasındaki bir değişimdir bu. Bir tanesinin güçsüz olduğu durumlarda böyle bir eşitlik olamaz. Bu konu ileride ele alınacaktır.

Nietzsche 96. bölümde toplumlar arası politika ilişkilerinde, adalet temele alındığında çıkan durumu açıklamaktadır. Savaş örneğinden yola çıkarak, savaşan iki taraf askeri güç açısından kısmen eşitlerse, her iki taraf da bir şeylerden vazgeçmeye -toprak ve malzeme gibi- diğer taraftan bir şeyler koparmak için vazgeçebilirler. Aslında 20.yy.da İran-Irak Savaşı buna güzel bir örnek olabilir. Birbirlerine askeri güç açısından eşit iki ülke yıllarca küçük toprak kayıpları ve kazançları ile savaşıp durdular.

Nietzsche’nin aynı bölümdeki şu saptaması da oldukça önemlidir: “Adaletin izi doğal olarak sağgörülü kendini-koruma yaklaşımına dek uzanır; yani böylesi bir düşüncenin egoizmine dek: “Niçin boşu boşuna kendime zarar vereyim ve buna rağmen amacıma ulaşamayayım?”

Toplumun korunması ancak bir ilişki içinde eşit ve adil olan eylemlerin öne çıkarılmasıyla olabilir. Bu şekilde olan eylemler de toplumun korunmasını tehdit etmediği için kabul edilebilir. Nietzsche’nin sözlerinden böyle bir şey çıkabilir, ama sanırım Nietzsche’nin böyle bir kaygısı yoktu. Çünkü şu sözleri aslında Nietzsche’nin neyi eleştirdiğini çok iyi ortaya koymaktadır. “İnsanlar kendi entelektüel alışkanlıklarına uygun olarak, sözüm ona adil ya da hakkaniyetli eylemlerin özgün amacını unuttukları için ve özellikle de çocuklar binlerce yıl boyunca böylesi eylemlere hayran kalacak ve onları taklit edecek şekilde yetiştirildikleri için, adil bir eylemin bencilce olmayan bir eylem olduğu görüntüsü adım adım ortaya çıkmıştır.”

Bu noktaya başka bir bakış açısı getirmeye çalışalım. Dini açıdan baktığımızda, isimsiz olarak birisine maddi destekte bulunmak şüphe götürmez iyi bir eylemdir. Çünkü din (İslamiyet, Hıristiyanlık gibi) fakirlere yardım etmeyi buyurmuştur. İslamiyet’te fitre ve zekât bu amaçla yüceltilmektedir. Fakirlere yardım etmek neden gereklidir diye sorduğumuzda dindar kişi, çünkü Tanrı öyle emretmiştir deyip işin içinden çıkar. İyi, kötü, adil gibi kavramlar bir bakıma bize ne şekilde verilmiş ya da öğretilmişse, bizler aynı eylemleri tekrarlayarak kabul edilen ahlaki değerlere uyumlu olarak hayatımızı idame ettirmekteyiz.

Nietzsche’nin 99, 103, 104. bölümleri ahlak ve ahlaki değerleriyle ilgili saptamalarının öne çıktığı bölümlerdir. Ahlak insanları egoistçe eylemde bulunmakla suçlar. Nietzsche’ye göre böyle bir suçlama olamaz, çünkü ona göre egoist olmayan bir eylem mümkün olamaz. Ancak ahlaki değerlerin temelinde genel bir fayda, yani toplumun korunmasına yönelik bir fayda söz konusu olabilir. Çünkü bazı eylemler toplumun yararına bir süreç gösterebilir. Bu bağlamda karşımıza yeni bir problem çıkar. Eğer egoist olmayan eylemler söz konusu olamazsa, o zaman toplumun yararını da gözeterek, eylemlerimizi nasıl düzenlemeliyiz? Eğer toplumun kurallarına ya da kanunlara itaat etmezsek karşımıza ceza çıkar ki bu da hiç kimsenin arzuladığı bir şey olamaz. 105’te şöyle der Nietzsche: “Eğer ceza ve ödül ortadan kalksaydı, bizi belli eylemlerden uzaklaştıran ve belli eylemlere yönlendiren en güçlü nedenler de ortadan kalkacaktı…” Açık bir şekilde ortaya konmuştur ki, kişilerin bencilce yapacakları topluma karşı eylemler cezalandırılacaktır. Öyleyse toplumun yararına olduğu düşünülen değerler bütünlüğü, aslında bireye zarar veriyorsa o zaman ne yapılabilir?

Bence, Nietzsche bununla ilgili olarak 99’da güzel bir noktayı değerlendirmiştir: “Her türlü ahlakın temeli, ancak daha büyük bir birey ya da kolektif birey (örneğin devlet ya da toplum) bireylere boyun eğdirdiği, böylece onların içinde bulundukları yalıtılmışlıktan çıkarıp bir ortaklık olarak örgütlediği zaman kurulabilir. Güç ahlaktan önce gelir, gerçekten de, bir süre için ahlakın kendisi güçtür, diğerlerinin zorlama olmaya, acıdan kaçınmak için sığındığı bir şeydir. Daha sonra gelenek haline, çok daha sonra özgür itaat haline ve nihayet neredeyse bir içgüdü haline gelir; ardından, uzun bir süre boyunca alışılmış ve doğal olmuş her şey gibi, hazla ilintili hale gelir. Şimdi ise erdem olarak adlandırılmaktadır.” Başka bir deyişle, bir tür toplum biçimlendirildikten sonra, bireylerin ahlak değerleri de buna göre biçimlendirilebilir. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: bireyler bir araya gelip kendi bireysel yararlarını toplum yararına yönlendirmekten çok, bireyler tek bir grup içinde yaşama zorlanıp daha önceden biçimlendirilmiş ahlak değerlerine uygun yaşamaya mecbur bırakırlar. Her ne kadar bireylerin egoizmi bir şekilde işlevlerini sürdürse de toplum içindeki bireyler bilirler ki toplumun ahlakına zarar verdiklerinde kendileri herkesten fazla zarar görecektir.

Bu saptama sürü insanıyla ilgili yapılan değerlendirmelere çok uygun düşüyor gibi gelmekte. “Sürü insanının tek yaptığı, bu morale boyun eğmektir. Yapıp ettiklerini yöneten, olayları ve durumları kendi gözleriyle görmesine dayanan kendi değerlendirmeleri değil, geçerlikte olan moralin değer yargılarıdır. Çeşitli davranışların değeri kesindir; her tek insan bu değerlendirmeye bağlıdır. Bu moral değer yargılarına aykırı bir davranışta bulunulduğunda – bu davranış, ister bu moralin ötesine adım atan bir davranış, isterse de bu morale göre geride olan bir davranış olsun, her iki durumda- kişinin rahatı kaçar, yaşama hakkı tanınmaz ona: çünkü o “ahlaksız”dır; çünkü o “kötü insan”dır” (Kuçuradi,1999: 27-28)

Nietzsche’nin moralin tarihi orijini üstüne ilk düşüncelerini, bu kitapta 45’de bulabiliriz. 45’de (iyi ile kötünün ikili tarih öncesi) Nietzsche efendi ve köle arasında bir ayırım yapar. Bu ayrımla temel olarak da iyi ve kötünün iki farklı başlangıcına gitmeye çalışır. “Her şeyden önce, kabilelerin ve kastların ruhunda. İyiliğe iyilikle, kötülüğe kötülükle karşılık verme gücüne sahip olan ve gerçekten karşılık vererek saldırıya geçen ve yüzden hem iyi hem de intikamcı olan herhangi biri, iyi olarak adlandırılır; güçsüz olan ve karşılık vererek saldırıya geçemeyen biri ise kötü olarak değerlendirilir.”

Yöneticilere (kural koyuculara) göre, iyiler karşılık verme gücüne sahip olanlardır. Bir bakıma kendilerini iyi olarak adlandırmalarını intikam alma kapasitelerini ortaya koyan bir ifade olarak kabul edebiliriz. Başka bir deyişle iyi ifadesi onların kendilerinden intikam almaya güçleri yetmeyenler üzerindeki bir üstünlüğüdür. Kötüler güçsüz olanlardır. Öyleyse iyi güçlünün, kötü ise güçsüzün karşılığıdır.

Nietzsche’ye göre köleler bir tür yığındır. Ait olma duygularından yoksundurlar ve güçsüzdürler. Eğer köleler kendi başlarına bırakılırlarsa kuvvetli bir toplum oluşamaz. 99’da Nietzsche’nin söylemek istediğini şu şekilde özetleyebiliriz: köleler aslında kuvvetli olanlar tarafından, yani efendiler, toplumun içine zorla sokulmalıdırlar. Kendi başlarına bırakılamayacak kadar güçsüz ve zayıftırlar.

Bu noktada, Nietzsche’yi şu şekilde eleştirebiliriz: Bir yandan, moral değerlerin toplumun korunmasıyla ortaya çıkacağını ileri sürerken, diğer yandan korunmayla hiçbir ilgisi olmayan temel değerlerden iyi ve kötünün ikili tarihini verir. Çünkü efendilerin kafasında iyi aslında onun bize sunmak istediği gibi şekillenmemektedir, aslında bazı özelliklere sahip olmanın zevkini sürmektedirler efendiler.

Diğer yandan Nietzsche ahlakın ortak faydada temellendiğinden de asla vazgeçmez. Birçok şeyi köle efendi ayrımı bağlamında görmeye başlamış olan Nietzsche ahlak kavramının temelinde, toplumun korunmasını görür.

Buraya kadar Nietzsche’nin <ı>İnsanca Pek İnsanca kitabındaki ahlak üstüne, daha doğrusu ahlak duygusunun tarihi üstüne olan düşüncelerini görmeye çalıştık.

Şimdi ise, Nietzsche’nin daha önceleri, özellikle de <ı>Tragedyanın Doğuşu’nda üzerinde durduğu bilim ve sanat konusundaki değişimini göreceğiz. Burada romantizme karşı bilim ruhunu, bilimsel bilgiyi, bilimsel yöntemleri, katı düşünce, aydınlanma ruhunu övdüğü dikkat çekmektedir. Bunu da özellikle aşağıda giriş cümlelerini sıralayacağım bölümlerde yapar:

36 - İtiraz_

37 - Yine de_

130- Dinsel kültürün etkileyici ısrarı.

110- Dindeki gerçek (hakikat).

265- Akıl okulda.

Nietzsche önceki yazılarında, sanatı daha yüksek bir etkinlik olarak ele alıyordu. Bilim adamı ancak özgür olduğunda bu yüksek etkinliğe ulaşabilirdi. Ama şimdi, sanatı tehlikeli görmektedir. Çünkü sanat aklın daha önemli işlerle uğraşması önünde bir engeldir. 153. bölümdeki giriş cümlesi son derece etkileyicidir; “Sanat düşünürün kalbini iki büklüm eder.”

162.bölüm daha da ilginçtir. “Kibirden doğan dahi kültü.” Burada Nietzsche dikkatimizi şu noktaya çeker: Mükemmel bir sanat yapıtı ancak bir dâhinin işidir. Buna inandığımız andan itibaren, bilim adamının sitemli, metotlu çalışmasına yeterince değer vermemiş oluruz. Şöyle der Nietzsche: “Yalnızca dâhininki değil, her türlü insan etkililiği şaşırtıcı ölçüde karmaşıktır, ama hiçbiri mucize değildir. –Öyleyse, yalnızca sanatçının, hatibin ve filozofun dahi olduğu, yalnızca onların sezgiye sahip olduğu inancı nereden kaynaklanır?”

Nietzsche daha önceleri sanatçıyı yücelterek, onların bir bakıma tragedyayı yeniden canlandırarak, sanatın daha da iyi olacağını savunurken şimdi ise sanatçıları zayıf ve tehlikeli görmektedir. 239’da bu durum çok belirgindir: “İnsanlık için dilediğimiz hem daha iyi gelecek aynı zamanda birçok açıdan zorunlu olarak daha kötü bir gelecektir, çünkü yeni, daha üstün bir insanlık düzeyinin daha önceki tüm düzeylerin erdemlerini kendi içinde birleştireceğine ve böyle bir düzeyin örneğin en üstün sanat biçimini yaratacağına inanmak ham bir hayalden başka bir şey değildir.”

Nietzsche bazı noktalarda daha da ileri giderek sanatçıyı hayatı boyunca çocuk kalacak birisi olarak görür (147). Bana göre, 272. bölüm bu kitabın içinde en önemli yerlerden biridir. Son cümlesine baktığımızda bunu daha iyi anlarız:” İnsanlığın herhalde otuz bin yıl boyunca uğraştığı bir dersin özetidir bu.” Bu bölümden çıkan genel sonuç şöyle özetlenebilir: İlk başta dinle yola çıkarız, devamında metafizik bir felsefeye bağlanır ve sonra da sanatın etkisi altına gireriz. En son ulaştığımız nokta ise bilimdir. Başka bir deyişle, sanat aslında bir köprü vazifesi görür. Din ve bilim arasındaki yolculuğu tamamlamaya yarar bu köprü.

Her ne kadar Nietzsche sanattan vazgeçmiş gibi gözükse de, sanatı da tamamen yok sayma gibi bir gayesi yoktur. Olsa olsa onun bir kavram karşıtlığıdır bu, sanattan bilime geçiş.

 
Toplam blog
: 116
: 1883
Kayıt tarihi
: 24.10.06
 
 

Emekli Deniz Öğretmen Subayım. Felsefe ve yabancı dil eğitimi üzerine çalışmaktayım. Yazmak ise b..