Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Kasım '08

 
Kategori
Sinema
 

Issız adam

Issız adam
 

Issız adam, ezber bozan bir hikaye değil ama yine de acılı lezzetiyle iz bırakan güzel filmlerden.


Her sinemaseverin gönlünde filmografisini beğeniyle takip ettiği bir yönetmen vardır kuşkusuz. Çağan IRMAK da ilk uzun metrajlı filmi Bana Şans Dile ‘den sonra yazıp yönettiği Mustafa Hakkında Herşey, Babam ve Oğlum son olarak Ulak filmi ile daha 38 yaşında izleyicinin genel geçer beğeni sıralamasında “ o yapmışsa iyidir” şeklinde hak edilmiş bir başarı gösterdi.

Irmak, yönetmen-senarist olarak bu namını daha da perçinlemek için kolları sıvamış ve bu kez ISSIZ ADAM filmiyle metropol hayatında yaşanan bir aşkın çıkmazlarına düşmüş.

Babam ve Oğlum'da gözyaşı döktürmeye müsait sahneleri uzatmadan geçiştiren Çağan IRMAK, son filminde bu kez, daha uzun sahnelerle seyircinin sakınmadan kendini koy vermesini istiyor gibi. Ne de olsa gözyaşı döktüren filmler seyirciyi yakalamış ve izlenmeye değer film kategorisinde hala hatırı sayılır bir yere sahip.

Üstelik konu da gayet müsait: AŞK

Hayatını artık, aradığı o kitap ismiyle söylersek, “çılgın kalabalıktan uzak” bir kıvamda yaşamayı seçmiş bir kadınla , o kalabalığın tam ortasında yaşayan “ıssız bir adam”ın hikayesi, Beyoğlu’nun arka sokaklarında bulunan sahafçıda kesişir.

Ve seyirciyi hoyrat, duygusal, tutkulu, acılı, med-cezir ve nihayetinde gözyaşıyla yoğrulmuş kısa ama hızlı bir aşkın serüveniyle peşinden sürükler.

Bir yanda, sahibi olduğu restoranında en büyük zevki yaptığı yemekleri müşterilerinin ilk lokmayı ağızlarına götürdüklerinde yüzlerinde oluşan memnuniyet ifadesiyle tadan , işindeki başarısını disiplinine ve çok sevmesine borçlu , eski 45 liklerin koleksiyonunu yaparak hızlı yaşadığı hayatı bir nebze yavaşlatma hissiyle dolu, lüks bir evi, arabası, ortalamanın üzerinde bir konfora sahip hayatıyla para karşılığı yaşadığı beraberlikler dışında kadınlarla paylaşımdan uzak bir adam...

Alper… Aynı zamanda başkalarının çocuklarında uzaktan uzağa babalığı deneyimleyen ancak onun gereklerini yerine getirmekten uzak yapısıyla bundan hep kaçan , içe dönük, sıkılgan, sorunlu bir karakter.


Diğer yanda tecrübeyle sabit kırık aşk hikayeleri biriktirmiş, bir dönem medya sektöründe çalışmış, kirli insan ilişkilerinden, kalabalıktan sıkılarak , küçük bir dükkan açıp çocuk konfeksiyon atölyesi kuran, huzuru eski model ama vazgeçemediği fotoğraf makinesinde, sahaflarda ki kitapların arasında yaşanmış ikinci el hayat hikayelerinde bulan yirmilerinin sonlarında ruhu yorgun bir kadın.

Ada…

İki kahramanın taşıdığı bu eskici ruh, onları buna müsait bir mekan olan sahafçıda karşılaştırıyor.

Hayatı belki de geriye sarıp yavaş çekim yaşayabilme hissiyle tadabilmek için nostaljik şarkıları seven, o müziğin anaforunda kendini bulmayı uman Alper, özgürce ve sıra dışı yaşadığı birlikteliklerde duygudan uzak sadece cinsel hazlarını doyurmaya dönük bir hayatı bilinçli olarak tercih etmiş gibidir. Ta ki, Ada’yı görene kadar.

Ada, ismiyle özdeş ana karadan uzakta bir hayatı kendine seçerek mutlu olmayı hedeflerken Alper’i bulur karşısında. Sahafta komik bir ânın oluşturduğu atmosferle birbirlerini görürler. O ilk bakışın sıcaklığı çarçabuk kaybolup gidecekken Alper, ısrarcı ve kendine aşırı güvenli bir yaklaşımla önceleri Ada’yı kazanmak değil, elde etme peşine düşer.

Ada, sonu hüsranla bitecek bir hikayeyi yaşayacağından emin olmasına rağmen, bile bile lades diyerek kendini çelişkiler ve içine sinmeyen bir aşkın girdabına düşmekten alıkoyamaz.

Gerisi çok hızlı gelir. Daha ilk yemek yedikleri gecede bir kadını ruhen paramparça edecek kadar çarçabuk elde etmeye dönük yaşanan o cinsel birlikteliğin üzerine kurulan bir aşk ne kadar sağlam olabilir ki sorusu çakılır insanın zihnine. Tüm bunlar uçuruma dolu dizgin koşturan bir aşkın emareleri değil midir?

Soruların cevaplarını , yine seven bir kadının sözlerinde, bakışında, aşkı yaşayışında bulursunuz. Ada, içini derin bir fay hattı gibi çizen o ilk kırıktan sonra bile bütün bu tekinsiz soruların üzerine gitmek yerine, birlikte yaşadıkları adamın evine izler bırakıp , derleyip toparlar, annesiyle tanışıp onun büyük sevgisini kazanır. Alper’in fevriliklerini, annesine hiç gösteremediği sevgisini, ketumluğunu törpülemeye ve dengelemeye çalışır.

Çünkü seviyordur. Her şeyin farkında bir zekaya sahip olması , yine de yaşanacaklardan kendini alıkoymaya yetmeyecek, seven bir kadının üstesinden gelemeyeceği –reddedilmek, aldatılmak dışında- hiçbir şey yoktur dercesine sevdiği adama; hoyrat sevişmelerin yerine dokunmayı , gözlerden kaçırdığı bakışlarının yerine derin bakmayı, aşkın yaşanası tensel iklimini öğretecektir.

Ve sevdiğine bakarak yüzüne şimdiye dek yazılmamış güzel bir şiir yazar gibi ‘mavi bir telaş’ bırakıp lokması boğazında düğümlenircesine terk edilecektir. Bu yazgıyı kendisi seçmiş "kanında mikrop taşıyan birine" gönül vermiştir.

Diyaloglarda ince bir zekayla harmanlanmış küçük esprilerin dışında, asıl üzerinde durulması gereken belki de dillere takılacak kimi sözlerdir herhalde.

Irmak, Babam ve Oğlum filminin afişinde de filmden geçen can alıcı bir cümleyi afişine kazımış, “ona bir oda ver baba! Gidecek yeri yok” demişti.

Şimdi başka bir hikayeyle yine sinemada buluyor izleyici kendini.Bu kez afişte “Sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün” diyor. Basit gibi görünen sözlerin gerisinde şefkatli bir dokunuş, merakı kaşıyan bir güdüyle gidiyorsunuz

ISSIZ ADAM'a...

Ve çıkışta…

Şiirsel ve akılda kalıcı replikleriyle , finalde iki kahramanın birbirinin gözlerinin içine bakarak dillendirdikleri iç sesleri ve sarılışlarıyla kendi hikayenize dönüp yüzleşiyorsunuz.

Gözyaşlarıyla…!

 
Toplam blog
: 80
: 1644
Kayıt tarihi
: 02.12.06
 
 

..