Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '16

 
Kategori
Öykü
 

İstanbul hatırası...

İstanbul hatırası...
 

Neredeyse büyükçe bir tahta kutu iriliğindeydi.Yüksek, açılmış üç metal ayak üzerine oturtulmuş; dengeli. Arkasında siyah bir kumaş torba, arkası açık. Şimdi görülmeyen modası geçmiş bu fotoğraf makinasına hayretle baktığını hatırlıyordu. Krem kutusu büyüklüğünde metal bir kapakla kapanmış, ileriye doğru daralarak uzanan  körüğün ucundaki objektifin altında yazılı olan marka ismini heceliyordu. Bieritte...

 Arkalarında duvara asılı siyah örtünün üst tarafında çiçek desenleriyle bezeli, açıklığı aşağıya bakan yarım ay açıklığında pek de düzgün olmayan yazıda ne yazıyordu? İstanbul Harırası. Yok olamaz. O zaman İstanbul'da değillerdi ki. Kim bilir, belki de bayram tatili için gelmişlerdi. Rumelihisarı'nda oturan büyük halalara. Sahi öyle miydi? Hem kim getirmişti, dedesi olmalı. Yoksa Isparta'daki dayılarının yanına geldikleri yıl mıydı? Pek net hatırlıyamıyordu. Ya bayram günüydü, ya da bir gün öncesi.

 Açık başlı, şişman, yüzü terli ve asık, küçük gözlü fotoğrafçı geldi, örtünün iki yanındaki ayaklı koca ampullü lambaları yaktı. Ortalık ışığa boğuldu, gözleri kamaştı. Bir sıcaklık geldi enselerini yaladı. Sonra gitti fotoğraf makinasının arkasındaki torbaya soktu başını adam. Objektifin önündeki kapağı sol elini uzatıp açtı, baktı, kapattı tekrar. Geldi iskemlede hafiften yan oturan kadını biraz düzeltti. Geçip uzaktan küçük, kirpiksiz, çipil gözleriyle dikkatle baktı. Öte yanlarına geçip bir de oradan süzdü. Tekrar gelip küçük erkek çocuğu öne aldı. Daha büyük olanı kadının sağına, kızı soluna yerleştirdi. Gitti tam karşıdan bir kere daha baktı.

-Böyle daha iyi oldu.

 Gitti tekrar makinenin arkasına, çerçeveli cam bir sürgüyü oturttu bir yere, sesi işitildi. Sade, açık krem bir döpiyes giymiş genç kadın gözlerinde belli belirsiz bir hüzün gölgesi, dudak kıvrımlarında yarım kalmış, kırık, acılı bir tebessüm, kız çocuğu neredeyse başını örten sarkık, açık pembe tafta bir kurdele ve gözlerinde şaşkınlık, küçük erkek çocuk kısa pantolonlu lacivert bir bahriyeli kıyafeti ve sapsarı saçları, büyük erkek çocuk yandan ayrılmış ve itinayla tarnmış saçları, kareli gömleği, kısa kadife pantolonu ve şimdi ışıklarda daha bir parlayan bayramlık ayakkabılarıyla bir eksikliğin kırgınlığında kıpırtısız kaldılar. Büyük çocuğun gözleri makinanın markasından, yan taraflara takılmış vesikalık eski resimlere gidip gelirken uzanan sol el objektifin önündeki kapağı açtı. İri, derinlikli siyah bir göz belirdi ışıltılı. Arkadaki cam plağa ters görüntüleri düştü. Donup kaldılar.

-Kıpırdamayın. Gülümseyin, çekiyorum, çekiyorum, çek...

-Çeksene be. Ne zamandır içmiyorsun. Konuşmuyorsun da...

 Dalmıştı. Masanın camının altına gelişigüzel yerleştirilmiş resimlere. Kimlerdi? Grup resimleri, vesikalıklar, gülenler, düşünceliler, üzgünler. Bir bilinmez geçmişte şimdi sararmakta olan, bilinmez bir yaşam hikayesi gibiydiler. Donup kalmışlardı sararan resimlerinde.

 Dışarıda ışıklar altında kentin akşam gürültüsü akıp geçiyordu. Hemen önlerinde yolun öte tarafında denize uzanan iskeleye akşam vapuru ışıklar taşıyarak geldi yanaştı. Tornistan dalgaları kıyıdaki balık satıcılarının sandallarındaki ışıkları yükseltip alçaltarak düşürdü beyaz köpüklere. Aydınlığa aniden girip sonra kaybolan martı beyazlıkları göründü anlığına. Sonra titreyen sulara yansıyan ışıklar duruldu. Vapurdan çıkanlar acele adımlarla değişik yönlere karanlığa ve şehrin homurtusuna dalıp kayboldular. Gözlerini önüne çevirdi. Önünde daha el sürmediği tekir tava tabağı, roka salatsı, kavun ve beyaz peynir, karides söğüş öylece duruyordu.Eli üstünden bir yudum anca alınmış, yanları buğulu, yer yer domurcuklanıp aşağıya süzülen damlacıklarla dolu rakı bardağına uzandı. İsteksiz...

 İçerisi karmaşık bir gürültü, yükselip dağılan bir sigara dumanı bulutu ve böyle yerlere has yanık yağ, kızarmış balık, alkolle karışık ağır bir kokuyla dalgalanıyordu. Cızırtılı bir kaset çalardan yükselen kim olduğunu çıkaramadığı, ne dediğini anlamadığı, ama bir yerlerine gelip gelip inatla vurmasını hüznünden çok iyi anladığı yanık bir kadın sesi, bir eski acıyı söylüyordu. Rumca olmalıydı...

-Hadi çek sağlığa. Biliyor musun somurtup duruyorsun deminden beri. Muhabbetine doyum olmuyor.

-Yok be, somurttuğum filan yok. Her zamanki halim. Resimlere daldım, bir eski bayram sabahını hatırlattılar bana.

 Kapı açıldı. İçeriye gürültüden öce sigara dumanını ve kokuyu alıp dibe, ocağa doğru iteleyen taze bir deniz kokusu girdi. İskeledeki vapur peşpeşe iki keskin düdük sesiyle atılan palamarları içeriye alınıp, arkasında köpükler bırakaraka ışıklarını alıp karanlığa süzüldü.

-Yorgo; sen bize bir yarım daha getir. Soğudu bunun balıkları, tazele. Daha açılamadı bizimki.

-Hemen pasam...

-Hadi neşelen biraz. Hem yarın bayram.

-Öyle ya, yarın bayram...

-Kıpırdamayın. Gülümseyin, çekiyorum, çektim.

 Objektifi kapattı. Kafasını siyah torbadan çıkardı, elinde çerçeve içindeki cam plak arkadaki karanlık odaya doğrulurken seslendi.

-Resimler iki gün sonra hazır olur, alabilirsiniz.

 Kalktılar, el ele tutuşup dışarıya çıktılar. Aradan kaç sene geçmişti. Uzun olmalı çok. Gözleri yeniden camın altındaki resimlere takıldı. Başı dönüyordu hafiften.

-Hadi çek, gülümse biraz...

 Şehrin akşam sesleri azalmıştı dışarıya çıktıklarında. Karşı kıyı göz kırpan ışıklar altında yıkanıyordu,Minarelerin şerefelerideki ışıklar kolye gibi görünüyordu uzaktan. Büyük bir gemi ışıklarını gümüşten konfetiler gibi suya döküp karanlıklar içinde boğazdan çıkarak Marmara'ya süzülüyordu. Uzaklardan kentin hafiflemiş uğultusu arasında vapur düdükleri duyuluyordu. Deniz kokuyordu. Ayrıldılar. Gülümsedi nedensiz...

Akın Yazıcı

23 Mayıs 2013/İzmit

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..