Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ocak '16

 
Kategori
Güncel
 

İstanbul neden Diyarbakır’a ağlamıyor?

İstanbul neden Diyarbakır’a ağlamıyor?
 

Aslında doğru soru, Türkiye’nin batısı neden güneydoğusuna ağlamıyor olmalıdır.

Gerçekten de ağlamıyor mu?

Bunun cevabını vermek için, 1980 darbesine kadar geri gitmemiz lazım. Bilindiği üzere o darbenin tüm ağırlığı sol kesimin üzerine binmişti. Bu sol kesimde de, günümüzde Beyaz Türkler olarak anılan kent kökenli eğitimli kesimler çoğunluktaydı. Belki bunların hepsi aynı derecede solcu veya sola yatkın değillerdi, ancak işkence görüp idam edilen solcu gençlerle en çok empati kuran onlardı. Sağ ve muhafazakâr kesimde örneğin daha çok, “yaşın yanında kuru da yanar” eğilimi ağır basıyordu.

Bu söz konusu eğitimli kentli kesim, aynı zamanda Atatürkçü veya batılı liberal hayat tarzına da en yakın olan kesimdi. Ancak onların Atatürk anlayışı kesinlikle Kenan Evren’in taklitçi anlayışıyla uyuşmuyordu, hatta bununla en çok onlar dalga geçiyordu. Atatürk imajının her açıdan en çok zarar gördüğü zaman dilimiydi o günler. Bazı sol kesimlerin Atatürk’le ilgili aşağılayıcı söylemleri bugünkü bazı muhafazakârlarınkine rahmet okutacak cinstendi.

Atatürk imajı ikinci ağır darbeyi ise 28 Şubat süreciyle birlikte yedi. Şeriat karşıtı söylemler eşliğinde resmi bayramlarda örneğin Hülya Koçyiğit’in zamanındaki kısa saçlı haline benzer bir genç kızın ekranda abartılı çocuksu bir gururla and içmesi (galiba Hürriyet’in reklamıydı), baygınlık geçirten cinstendi. Hatırlıyorum, o dönemlerdeki dost sohbetlerinde gençlerin Atatürk’e olan ilgisizlikleri birçok ebeveynin ortak derdiydi (nasıl ki şimdilerde muhafazakâr kesimler kendi gençlerinin başörtüsü gibi kazanımları yeterince ciddiye almamalarından yakınıyorlarsa). O süreçteki militarist laik söylemler yüzünden Atatürk’e mesafeli durmaya başlayanların sayısı ayrıca sadece gençlerde yaygın değildi.

Özetle, Atatürk’ün en çok övülüp göklere çıkartıldığı dönemler, aslında ondan en çok kopulduğu dönemler oldu.

Her anlamda.

Belki de (Erbakan dönemiyle birlikte artan) bu katı militarist söylemler yüzünden, AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllardaki daha liberal ve demokrat gözüken yaklaşımları, kendi tabanının dışında da karşılık buldu. Tam olarak o yıllar, Atatürk kavramının kendi içinde en dipte olduğu yıllardı. Kentli eğitimli kesimlerden de, Atatürk’ün geçmişte kaldığı, CHP’den bir halt olamayacağı, AKP’nin en azından genç ve vizyon sahibi bir parti olduğunu dile getirenler az değildi. Bu dönem aynı zamanda CHP’de Deniz Baykal’ın en katı laik söylemlerinin, yaşlı kodamanlarının ve parti içi diktasının hüküm sürdüğü yıllardı.

AKP iktidarının bu ilk döneminde, her şeye rağmen toplumun büyük kesimi henüz bu kadar kutuplaşmamış ve birey bazında bu kadar radikalleşmemişti. Tüm komşu ülkelerle de, düğün dernek yakınlığındaydık.

Her ne kadar Deniz Baykal’ın özel hayatının usulsüz kayıtları ve Gezi olayları kırılma noktaları olarak görüldüyse de, günümüzde laikler olarak anılan ve batılı liberal yaşam tarzını benimsemiş olan kentli eğitimli kesimlerin kendilerini sıkışmış olarak hissetmeye başlamaları, askerlerin ve onlarla ilintili olarak gözüken kesimlerin üzerine gidilmesiyle başlamıştır. Bu onların asker sevdalarından ziyade, AKP kadrolarının becerilerinin dışında gözüken imkanlarla, ülkenin hayati ve sarsılmaz olarak görülen bir kurumunun adeta derdest edilmesinden duyulan kaygıdan kaynaklanıyordu. Bu konuda her ağzını açan da, anında hain ve terörist ilan ediliyordu.

Diğer taraftan muhafazakârlar ile Kürtler arasında, kendini beğenmiş, elitist, ırkçı ve militarist Beyaz Türkler olarak adlandırılan laik kesime karşı bir güç birliği yapılmış gibiydi. Bu kentli kesimlerin batılı liberal hayat tarzı, Atatürk tarafından zorla empoze edilmiş tek tip insan modeli olarak sunuluyordu. Bunun karşısında muhafazakârların bu ülkenin geçmişiyle ve gelenekleriyle bağdaşan demokrat dindarlığı ve Kürtlerin özgür bırakılan kimlikleri sunuluyordu. Batı’nın da AKP’ye bu kadar olumlu yaklaşmasının temel nedeni, demokrat dindarlıklarından ziyade, Kürt kimliğinin tanınmasıydı.

Sonuçta Atatürk ve Atatürkçüler ülkenin ve milletin tüm öz değerlerini bastırmış ve eğreti duran sahte batılı bir kimlik oluşturmuşlardı. Ne var ki, özellikle de kentli eğitimli kesimler bu kimliği çok benimsemişlerdi ve zorlama olarak da görmüyorlardı. Hatta Türkiye’nin bölgede en istikrarlı ülkeyi oluşturmasının ana nedeni olarak da bu dünyaya açık yaşam tarzlarını görüyorlardı.

İşin diğer bir ilginç yanı, Batı’nın inatla görmezden geldiği bu gelişmiş kentli kesimleri ilk defa muhafazakâr AKP iktidarında tanıması ya da keşfetmesiydi. Avrupa’daki gurbetçilerden ne kadar farklı bir profil çizdikleri, tüm dünya medyasına konu oluyordu. AKP’nin ben farklıyım demesiyle, dünya Türkiye’nin pek bilinmeyen gelişmiş kesimlerini fark etmeye başladı. Nasıl ki askerin Atatürk’e aşırı sahip çıkması ters teptiyse, AKP’nin de onu dışlaması ters tepti. Atatürk ve sunduğu yaşam tarzı, Kemalistlerin dışındaki geniş kesimler tarafından da bilinçli bir şekilde sahiplenmeye başlandı.

Devamındaki Gezi olayları, iktidar ve onun tabanı tarafından bir darbe girişimi olarak görülse veya gösterilmek istense de, tüm dünyanın gözünde Türkiye ilk defa bu olayla gerçek anlamda “muasır medeniyet” seviyesine ulaştı. Konu hem bir şehir parkı hem de onun ötesiydi. Bir ülkede insanlar yeşil alanlarına sahip çıkarlarsa ve bunu yaparken, eğitimli kesimleri kendiliğinden bir araya toplarlarsa, bundan etkilenmeyecek bir dünya coğrafyası yoktur. Bu aynı zamanda laik kesimin, bu kadar horlanmasına ve çarpık gösterilmesine karşı olan da tepkisiydi. Sonradan devreye giren (tüm dünyada olduğu gibi) radikal unsurların dışında, bu protestolara katılanların büyük çoğunluğu gerçekten de barışçıl insanlardı. Herkesin çoluk çocuk Gezi Parkı’nı şölene dönüştürdüğü noktada, o zamanki Başbakan Erdoğan’ın uzlaşmacı tavrı, Türkiye’ye her anlamda çok puan kazandırabilirdi. Gezi olayları, dünyanın Beyaz Türkleri keşfettiği ve sevdiği dönüm noktası olmuştur.

Protestoların bu kadar sert bastırılması veya bu kadar düşmanca algılanması, laik kesimde derin bir küskünlüğe neden oldu. Protestocu gencin kendi arkadaşları tarafından linç edilmesi, camide bira içilmesi, Kabataş’ta yarı çıplak erkeklerin genç bir anne ve bebeğine saldırmaları gibi yalanlarının onlara bu kadar kolay yakıştırılmış olması ve sonrasında özür dilenmemesi, bu küskünlüğü perçinledi.  Bunun devamında muhaliflere karşı son derece acımasız ve hukuksuz davrananların, kendi içlerinde birbirine düşmeleri ve bunun sonucu ortaya çıkan yine usulsüz kayıtlarının içeriklerinin bu denli görmezden gelinmesi, hayal kırıklığının son noktası oldu.

Yeri gelmişken yazmadan edemeyeceğim, dindarın dindara düşmanlığı bugüne farklı toplum kesimleri arasında gördüklerimizin hepsini gölgede bıraktı.

Sonuç olarak toplumda tepkisini en bilinçli veya yetkin olarak dile getiren kesim, her şeye rağmen halen çoğunluğunu Beyaz Türklerin meydana getirdiği laik kesimdir. Bu onların kusursuz ya da eksiksiz olduğu anlamına gelmiyor kesinlikle, hatta toplum genelindeki cehalet ve bilgisizlik onlara da yansımış durumda. Ancak eğitimli ve bilinçli olanların oranı onlarda daha fazla. Soy, sop, para ve unvandan bağımsız gerçek elitlerin toplamı en çok laik kesimde. Bu yüzden de ülkenin güneydoğusunda olanlara kesinlikle ilgisiz değiller, hatta çok üzülüyorlar. Ama artık sesleri o kadar kısıldı ki ve küskünlükleri o kadar derin ki, ilgisizmiş gibi gözüküyorlar. Doğru dürüst bir haber kanalları dahi kalmadı, salt Halk TV ve Ulusal TV ile de bu işler yürümüyor.

Ülkemizde karşılıklı önyargılar çok fazla ve her kesimde mevcut. Ancak her şeye rağmen Atatürkçü laik kesim, doğru anlatıldığı zaman bu önyargılardan kurtulmaya en yakın olan kesimdir. Birçok arkadaşımdan, biz dindarlarla (ve Kürtlerle) beraber yaşamaya hazırız, ama asıl onlar bizimle yaşamak istemiyor, yaşam tarzımızı ve varlığımızı yok etmeye çalışıyorlar sitemlerini duyuyorum.

Ne laik kesim Sözcü ve Emin Çölaşan, ne de dindar kesim Akit ve Hasan Karakaya gibilerinden ibarettir. Ayrıca laik kesimin içinden gelip de, iktidara yaranmak için Beyaz Türklere saldıranlar, mal ettikleri tüm kötü vasıfları aslında en çok kendilerinde barındırıyorlar. Beyaz Türk gibi gözükmemekten de çok korkuyorlar. İşin aslı da şudur ki, mecbur kalsalar dindar Esmer Türklerle bir saniye bile bir arada yaşayamazlar. Çoğunluğunda en ufak bir samimiyet yok. Ama ülke kutuplaşmasına katkıları çok.

Diyeceğim, İstanbul aslında Diyarbakır’a ağlıyor. Bu yöntemle de hiçbir sorunun çözülmeyeceği gibi katmerleşeceğini de biliyor. Ama derin bir suskunluğa bürünmüş durumda. İstanbul’u İstanbul, İzmir’i İzmir ve Ankara’yı da Ankara yapanlar susunca, diğer herhangi bir kesimden de ses çıkmıyor.

Atatürk derseniz, çoğunluğun doğru anladığından emin değilim. Putlaştırma ile şeytanlaştırma arasında gidip geliyoruz. Sevmeyebilirsiniz, ancak ülkemize kurumlar ve kurumsal bir kimlik kazandırarak her şeye rağmen bugüne sağlam bir şekilde ayakta kalmasını sağlamıştır. Laik kesimin de bu ülkenin lokomotifi olduğu yadsınamaz. Onları arkasına almayan, herhangi bir konuda başarılı olamaz.

Global açıdan bakarsak, Türkiye’nin batısı Avrupa’ya dâhil olmuş ve gelişmiş durumda. Hayat her türlü devam ediyor. Dünyada olduğu gibi, ülkeler bazında da tüm olumsuzluklar hep en zayıf bölgeleri vuruyor. Bu yüzden de İstanbul bir anlamda Amerika, Diyarbakır da Afganistan gibi. Aradaki fark da gittikçe açılıyor.

Peki, bunun tüm suçlusu laikler mi?

Hala kutuplaştırmaya devam mı?

Zuhal Nakay

 
Toplam blog
: 102
: 618
Kayıt tarihi
: 24.08.13
 
 

Mimar / Blog Yazarı ..