Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Nisan '18

 
Kategori
Yurtdışından Bildiriyorum
 

İtalya’yı, İspanya’yı Çoktan Sollayıp Geçtik

İtalya’yı, İspanya’yı Çoktan Sollayıp Geçtik
 

“Çıkarları için insanları kullananlara, döneklere, /ikiyüzlülere ve insanlığın düşmanı diye özetleyebileceğim /herkese hakkımı helal etmiyorum.”
H. Hüseyin YALVAÇ
(Berfin Bahar Dergisi)

 

                1980’li yılların ortaları… Aylardan Temmuz… Eşim Güler ve henüz 10 yaşlarında olan kızım Dilem Gözde ile birlikte Latviya adlı bir Rus gemisiyle Akdeniz turuna çıkmıştık. (1)

                Gemimiz, Yunan adalarından Mikanos’a uğradı önce. Sonra Adriyatik kıyılarını yalayıp geçerek sabah saat 09.00 sularında İtalya’nın Napoli Limanı’na yanaştı.

                Karaya ayak basmadan, gemi hoperlöründen, “Dikkat dikkat! Sayın yolcular…” diye başlayan bir duyuru dinledik önce:

                “Biraz sonra karaya çıkıp gün boyunca şehri gezeceğiz. En başta şunu özellikle hatırlatmak istiyoruz: Napoli, hırsızlık ve kapkaç olaylarının sıkça yaşandığı bir şehirdir. O nedenle, mümkünse gruptan ayrılmayın. Ayrılacak olsanız bile ara sokaklara ve tenha yerlere girmeyin. Ana caddelerde kaldırımın yoldan uzak yanlarını tercih edin. Özellikle bayanlar, çantalarına sahip çıksın. Yanlarına çok para ve kıymetli takılar almasınlar. Çantaları kesinlikle ellerinde ve kollarında taşımayıp boyunlarına assınlar.” diye sıkı sıkıya uyarıldık.(2)           

“Vay anasına!” dedik kendi kendimize, “Ulan burası nere? Medeni dedikleri, uygar dedikleri Avrupa değil mi ?” diye şaşırıp kaldık. (3)

                O yıllarda biz, Avrupalılar kadar uygar olamadığımız için, ülkemizde bu tür olaylar yaşanmıyordu henüz! (4)   

                 Geçen 30 – 35 yılda, öyle çalıştık, öyle çalıştık ki, İtalya’yı, İspanya’yı fersah fersah geçtik bu konularda. Sanırım, itiraz eden olmaz, bu düşünceme.  Tanrı’ya şükür, fazlamız var, eksiğimiz yok!

                Nerden mi aklıma geldi; otuz küsur yıl önceki bu anım?

                Bizim, vapurla Akdeniz turumuzdan yaklaşık 10 yıl sonra, bir Türk ailesinin de yolu İtalya’dan geçmiş. Beyefendi, benim gibi tembellik yapmayıp gördüklerini ve duyduklarını yazmış.

                Şöyle bir göz atıp bakalım; geçen 10 yıl içinde bir şeyler değişmiş mi İtalya’da? Uygarlık derecesi artmış mı, eksilmiş mi?

                Eşiyle birlikte önce Milano ve Palermo’yu gezip tozan yazar, Floransa’ya geçer sonra…  Söz şimdi O’nun:

                “Floransa, İtalya’nın sanki kalbiydi. Sanatın merkeziydi. (…) Şehrin tam ortasında gerçekten harika bir kilise gördük. Özellikle dış mimarisini hayranlıkla izledik. Çok güzel bir yapıydı. Bir sanat şaheseriydi. Daha sonra Davut heykelini ve diğer heykelleri gördük. Dikkatlice inceledik. Mermere âdeta can verilmişti. İnsan vücudunun damarlarından tüm ayrıntılarına kadar hepsi düşünülmüş, yapılmıştı.  Baktığınızda karşınızda bir mermer heykel değil, âdeta canlı bir insan görüyordunuz. Hayranlıkla izliyorduk.”

                Sonra İfuzi Müzesine geçerler. Oradaki izlenimlerini de şöyle dile getirmiş yazar:

                “Yine büyük değerleri hayranlıkla izledik. İnsan yeteneğinin nasıl doruğa çıktığını, yaratıcı gücün sınırlarının nerelere kadar dayanabileceğini ve sanat deyince, yaratıcılık deyince insanoğlunun neler yapabileceğinin örnekleriydi; buradaki eserler. (…) Müzeyi gezdikten sonra şehirde yine bir tur attık. İçindeki nehirler, köprüler ve mimarisi güzel eski eser evler, resmi binalar gerçekten harikaydı. Şehri seyretme keyfi doyumsuzdu. Floransa’yı çok sevmiştik. İyi ki geldik, iyi ki gördük.”

                Floransa’dan sonra, başkent Roma’ya gitmek isterler. İstasyona gidip trene binerler.  Yanlarında onlara yoldaşlık eden Kenan adında bir bey de vardır.

                O yıllarda işçi grevlerinin çok sık yaşandığı bir ülkedir İtalya. Grev kararı alındığı anda, nerede olursa olsun, hemen dururmuş tren. Böyle bir bilgi verildiği için kendilerine, biraz endişelenmişler ama bir aksilik olmadan varmışlar Roma’ya.

                Söz yazarda yine:

                “Roma Tren İstasyonu son derece güzel, tarihi bir istasyondu. Binaları sanat eseri gibiydi. Trenden inmeden önce Kenan bizi bir hususta uyardı:

                “Burada kapkaç ve hırsızlık had safhadadır. Hâkime Hanım, siz çantanızı boynunuza asın; kolunuzu sıkıca çantanızın üstüne koyun. Valizlerinizi bana verin.” dedi.

                “- Hayır, bir tanesini ben alayım, birini sen al.” dedim.

                “- Hayır, kesinlikle vermem. Ben önden gideceğim, siz arkamdan gelin; beni kollayın.”

                “- Kenan ne oluyor? Dünyanın en önemli medeniyet merkezlerinden birine gelmedik mi? Dağ başında mıyız? Eşkıya mı basıyor?” dedim.

                “- O dediklerinden de kötü. Şimdi istasyonun dışına çıktığımızda göreceksiniz.” dedi.

                “Kenan büyük bir titizlikle çantaları sımsıkı tutmuş, önümüzden gidiyordu. Ben ve eşim O’nu takip ediyorduk. Birimiz sağında, birimiz solunda ama üç dört adım gerisinde gidiyorduk. Gerçekten de istasyon binasının dışına çıktığımızda, özellikle Kuzey Afrikalı tipinde birçok insanın, kurtlar gibi, yolculara ve bize baktığını gördük. Her an çantamızı ve valizimizi kapmaya hazır bir vaziyette duruyorlardı. Kenan’ın haklı olduğunu düşündük.”

                İstasyondan çıkar çıkmaz hemen bir taksiye atlayıp kalacakları otele giderler. Önceden haberleştikleri Marko, otelde onları beklemektedir. Ertesi gün, Marko ve eşi ile birlikte Roma’yı gezerler:

                “Özellikle papalığa ait Vatikan Kilisesini gezerken sanatın, insan dehasının nasıl bir yaratıcı güce sahip olduğunu ve ne kadar güzel eserler ortaya koyabileceğini bir daha gördük. Kilise hârika bir yapıydı. Şehrin ortasında beyaz bir anıt gibi yükseliyordu. Özellikle iç görünüşü hârikaydı. Hayranlıkla gezdik, izledik, inceledik. (…) Kilise değil, sanki bir sanat müzesiydi. Tavanlardaki nakışlar, işlemeler akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Burası, dünyanın sanat merkeziydi sanki.”

                Kiliseden üç saatte çıkabilirler ancak. O güne kadar gerek ülkemizde, gerek öteki Avrupa ülkelerinde böylesine güzel bir eser görmediklerini düşünürler. Bu kilisenin yapımı asırlarca sürmüş. Başlaması ile son şeklini alması yaklaşık 450 yılı bulmuş.

                Marko ile birlikte Roma’da unutulmaz iki gün geçiren yazar ve eşi, artık Türkiye’ye dönecektir.

                Marko, “Sizi havaalanına götüreceğim.” deyince, “Hiç zahmet etme. Biz bir taksiye atlar, havaalanına gider, oradan devam ederiz.” der yazar ama Marko güler:     

                “- Burası Türkiye değil. Yolda taksi şoförü sizi soyar.” demesin mi?

                Haklı olarak hayret eder yazar:

                “- Ne demek o? Taksi şoförünün müşterisini soyduğu nerde görülmüş? Niçin soysun ki bizi?” diye sorar.

                “- Soyar, bal gibi soyar. Burası İtalya. Asla güvenemem, hiçbir taksi şoförüne. Havaalanı buraya oldukça uzak… Kesinlikle güvenmeyeceksiniz, taksi şoförüne. Çok kolay soyarlar adamı. Onun için sizi kendi arabamla götürüp uçağa bindireceğim. Ancak o zaman rahat eder içim.” deyince, direnmekten vazgeçip yelkenleri suya indirir yazar.

                Solcularımız,  Sözcü ve Cumhuriyet gazetesindeki birkaç yazar, “Avrupa ülkelerinden çok çok geriyiz hâlâ.” diye üzülüp durur. Bana sorarsanız, “kapkaç”ta İtalya’ya henüz yetişememiş olabiliriz ama “Çiftlik Bank” örneğinde olduğu gibi, akıl ve zekâ gerektiren konularda İtalya’yı da, İspanya’yı da çoktan sollayıp geçmişiz biz.

                Buyursun, varsa itirazı olan!

 

 Hüseyin Erkan                 

 

 (1) Gerçekten de 1984 ya da 1985 olmalı Babacık! İlkokul 3’ten 4’e geçtiğim yıldı. (Dilem Gözde)     (2) Aynı anonsu İspanya’nın liman kenti Barselona’ya inmeden de yaptılar. Çok iyi hatırlıyorum; çok korkmuştum. Bir an önce ülkemize dönmek ve kendimi güvende hissetmek istemiş, oralarda yaşamadığım için de mutlu olmuştum. (D.G.) 

(3) Tabii, o yıllarda, kafede, restoranda bir masaya oturduktan sonra, tuvalete giderken, ya araba anahtarı, ya da çantamızı bırakırdık masada, başkası oturmasın diye. (D.G.)

(4) Evet, Avrupa Birliği’ne girmek adına neredeyse Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleriyle cinayette, boşanmalarda başa başız artık… Dahası, birçoğu da nal topluyor arkamızdan. Ne mutlu bize! Baya bir azimli olduğumuz apaçık ortada! (G.D.)

NOT: Bu yazıdaki anılar, Turan Eren’in “Üç Dilek” adlı eserinden alınmıştır.

                

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..