Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mart '07

 
Kategori
Edebiyat
 

İzmir'den Sunay Akın geçti (2)

İzmir'den Sunay Akın geçti (2)
 

Doyumsuz gösteri tüm keyifli anları ile devam ediyordu. Biz de hem eğleniyor hem de bilgi dağarcığımıza oldukça değerli ve hoş yeni tuğlalar ekliyorduk.

Duyduğumuzda ağzımızın açık kaldığı konuyu paylaşmak istiyorum şimdi. Fatih, Rumeli Hisarı’nda çalışırken, topografyanın elverdiğince, Rumeli Hisarını kendi imzasına benzetmişti. İstanbul’u alamasaydı, şehrin kenarına imzasını atıp geçmiş olacaktı, diye paylaşıyordu bu güzel bilgiyi.

Devam eden bölümde gene bir sürü konuda kendi üslubu ile aydınlatmaya devam ediyordu bizleri. Okuduğumuz birçok dünya klasiğinin aslında broşür niteliğinde, özetin özeti olduğundan bahsediyordu. Örneğin 12 ciltlik Don Kişot’u kaç kişinin okuduğunu soruyordu(bu kitap için önerisi Kazım Taşkent yayınları). Alis Harikalar Diyarında’nın öyküsünden tutun, tarihin ilk ve en büyük fotoğraf makinesi olan ve bir kez çalışıp, ilk trenin resmini çeken (1900 yılında) Mamut’la da tanıştırıyordu bizi.

Fransa’daki ilk uçak tanıtımı için davet gelir. Meraklı olan Ali Rıza Paşa kendisi gitmek ister. Giderken, gelecekte bir şeyler yapabileceğine inandığı genç bir subayı da yanına alır. Gösteri uçuşundan sonra, pilot boş olan arkasındaki koltuğu göstererek binmek isteyen var mı diye sorar. Genç Türk Subayı hevesle atılır. Gözlüğü takar hazırlanır, tam uçağa binecekken, Ali Rıza Paşa kolundan çekiştirir. Binmesini istemez. Genç sinirlenir nedenini sorar. “İçimde kötü bir şeyler olacağına dair bir his var binmeni istemiyorum” cevabına iyice sinirlenir ama karşı da çıkamaz. Uçak havalanır ve bir müddet sonra yere çakılır. Ali Rıza Paşan’nın uçağa binmesini engellediği genç Mustafa Kemal’dir.

Sonra Cumhuriyetin 10. Yıl Kutlama Törenlerinden bahsetmeye başlar.Neden bu kadar özenle ve coşku ile kutlanan güne ait tek bir görüntü var bunu hiç sordunuz mu kendinize dediğinde, bütün salon hayır diyordu. İşte sizin orada, benim burada olmamın nedeni bu, soru sormak diyordu. Bize hep cevaplar öğretilir. Ama asıl önemli olan cevaplar değil, soru sorabilmektir.

Almanya’da kimsesiz 11 yaşındaki çocuk, yatakhanenin penceresinden çarşafları düğümleyerek kaçar bir gece. Bir gemiye atar kendini. Onca liman gezer ama İstanbul’a geldiğinde denize atlar ve yüzerek Kız Kulesine çıkar. Almanlar geri ister, ama çocuk dönmek istemez. Padişah vermeyip evlatlık edinir. Yıllar sonra Berlin Antlaşmasında imzası olan üç paşadan birisi olan Mehmet Ali Paşa, çarşafları düğümleyerek kaçan bu küçük çocuktur. Evlenip çoluk çocuğa karışmış, dört kızı olmuştur. Kızlarından Leyla’nın da bir oğlu olur. O da “hepinizin içinde ham bir taş var, onu yontun insanı bulacaksınız“ diyen Nazım Hikmet’in dedesidir. Kimlerin hayatları kimlerin hayatlarına düğümler atıyor daha kim bilir.

Eğe bir ülke şairlerini siyasetçilerden öğreniyorsa batıyor demektir. Kendi değerlerine bu kadar düşman olan bir ülke daha var mıdır? Ama yöneticileri dama değil de santranç oynayanlar olsa, böyle olmaz diyerek bu bölümü de noktalıyordu.

Hemen bunun ardından Tevfik Fikret’in “Kavonozdaki Yürek” isimli şiirini paylaşıyordu kendi süslemeleri ile.
Hayat bilimdir diyordu. Herkes kabı kadarını doldurur. Son anımızda bile hayatı güzelleştirmek elimizde diyordu. Bir cana can katarak. Bizim gibi kültürlü ve aydın bir millete bu kadar az organ bağışlamak yakışmıyor diyordu. Kültür DNA’ larımıza ters bu durum. Aydının nerede olduğu belli olmuyor diye devam ediyordu. Doğuda konuşma yapmak için gittikleri bir şehirde, bastonuna yaslanarak yürüyen dedenin aydınlığını anlatan bir hikayeden bahsettikten sonra, hariçten gazel okuyayım mı şimdi size içimden geldi deyip başlıyordu anlatmaya.

Küçücük bir köyde, bir kadın bir adama sevdalanır. Bakarlar olacak gibi değil kaçmaya karar verirler. Bir akşam sessizce evlerinden çıkıp güçleri yettiği kadar koşarlar gecenin karanlığında kaybolmak isteyerek. Bir süre sonra kadın sevdiğine seslenir. “Çıktığımızdan beridir ayakkabım ayağımı acıtıyor, dayanamıyorum artık durup da bakayım” der. Durup baktığında ayağını rahatsız edenin, ayakkabısının içindeki bir topar para olduğunu görür. Kaçacağını anladığı karısının, mağdur olmasını istemeyecek kadar insan sevgisi ile dolu bu yüce yürek kime mi aitti, Aşık Veysel’e. Bence, Aşık Veysel’in sazının telindeki sevda nağmelerinin ölümsüzlüğü, sevgi anlayışını bu derece yücelten yürekten dökülmüş olmalarından sanırım. Böyle bir yürek taşımak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Ondandır zaten herkes de Aşık Veysel olamıyor.

Ülkemizde çocuk ruh sağlığı denilince ilk akla gelen isimlerden olan Atalay Yörükoğlu Hocayı da andık gecede. “Hocam bu çocuk bir garip, diğerlerinden farklı, diye kolundan tutulup getirilen çocukları ben alıp, çocuk odasında oynuyordum. Anne ve babalarını tedavi edip gönderiyordum” dediğini anlattığında, herkes gülmeye başlamıştı çoktan. Zamanında kendisinin de Sayın Yörükoğlu’nun hastası olduğunu, ailelerin telaşa kapılmaması gerektiğini söylüyordu. Farklı olan çocuklar iyidir, mutlaka sanatla uğraşacaklardır diyerek, ailelerin yüreğine su serpiyordu.

Tarih sayfalarına geri dönüp bu sefer de Ömer Deniz ismini öğreniyorduk.Tahta oyuncaklar yapıp satarak hukuk okuyordu. Kendi karnını zar zor doyurduğu halde, yedi yaşındaki iş isteyen çocuğu kıramayıp işe almıştı. Bir gün bu çocuk, hiç oyuncağı olmadığını söylediğinde, bir gece hukuk kitaplarının arasında bu çocuk için sabaha kadar uğraşıp oyuncaklar yapmıştı. Sabah geldiğinde her yanı oynayan kuklaların kendisinin olduğunu öğrenen çocuk, büyük bir sevinçle arkadaşları ile bir sahne kurar ve başlarlar oynamaya. O çocuk hala sahnelerde oynar, Sayın Müjdat Gezen.

Çok büyük bir keyifle izlenen bu güzel gösterinin sonuna gelindiğinde, ısrarla şunu söylüyordun Sunay Akın. Uygarlık tarihinde tek bir ayrımı kabul ediyorum. Okuyanlar ve okumayanlar. Diğer ayrımları asla kabul etmiyorum.

Bu tadı damağımızda kalan paylaşımı Sayın Sunay Akın bir amaç için gerçekleştiriyordu. “Gelin bir cana can katalım” diyordu. Ege Organ Nakli Derneği ile el ele verip bu güzel amaç uğruna yollara düşmüştü. Bir şeyi görmezlikten gelirseniz yok sayarsınız, bu büyük sorun insan olmanın bilinci ve halk bilinciyle çözülür ancak diyordu. Kim bilir bizler de kimlerin hayatına düğüm atmak için buradayız. İnsanlık sevgisi ölmesin içinizde. Öldükten sonra başka canlarda can bulmak en büyük insan sevgisidir. Hayatımın son anında da hayata güzellik katmak istiyorum dileğinizi yakınlarınızla paylaşın, diyordu. Tüm inanmışlığı ile tüm coşkusu ile, tüm o insanlara umut olmanın heyecanı ile.


Ege Organ Nakli Derneği yetkilileri de oradaydı ve birçok bilgiler verdiler bizlere. Çok etkilendiğim ve unutulmaz gecelerimin arasında yerini alan bir geceydi. Ve döndüğümde eşime, ben de hayatımın son anında da hayata güzellik katmak istiyorum diyordum. Ben de organlarımı bağışlayarak, son anımda canlara can katmak istiyorum derken, içimde hissettiğim sıcacık akan duyguyu tariflemem mümkün değil.

Not: Elimden geldiğince paylaşmaya çalıştım bu güzel geceyi ama anlatamadığım daha çok konu var. Üstelik sahnede izlemek bambaşka bir keyif. İmkan bulursanız mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Bir de çok gündemimizde yer almayan organ nakli konusunun ne kadar önemli bir insanlık sorunu olduğunu düşünmenizi rica ediyorum. O geceden öğrendiğim, bu konudaki düşüncelerinizi mutlaka yakınlarınızla paylaşmanız gerektiği. Sevgilerimle.

 
Toplam blog
: 75
: 1357
Kayıt tarihi
: 27.12.06
 
 

Her daim doğa ile yaşayan biriyim.. Çünkü işim doğa ile iç içe olduğu gibi evimizde de doğa ile bera..