Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ocak '07

 
Kategori
İzmir
 

İzmir İzmir

İzmir İzmir
 

İnmekte olduğumuz merdivenli yolun kenarında ne hikmetse yeşermiş yaseminden iki çiçek koparıp bana verdi. - Bak kıymetini bil dedi "normalde alık İtalyan kızlarını tavlamak için, romantik Türk erkeği numarasını yaparken oyunun bir parçası olarak kullanıyorum bu ritüeli ama bu kez başka. Sen biliyorsun bu yasemin kokusunun bizi nerelere götürdüğünü.

Çiçeğin bizi götüremediği yerin uzağındayız biz şimdi. Dalaman’dayız. İtalyanların yine İtalyanlar için işlettiği bir tatil köyünde çalışan bir avuç Türkten ikisiyiz. Ben ve Kaan. Kaan benim toprağım, asker ağzı ile. Karşıyakalı yani. Köye ilk geldiği gece beni de Türk ekibin kalanı gibi Ankara Üniversitesi dil tarihten sanıp “Sen de mi Ankaralısın?” diye sormuştu. “Yok be yahu, ne Ankarası? Karşıyakalıyım, İzmirliyim ben, sen baksana bana, hiç Ankaralı tipi var mı bende?” dedim. Çevremizdeki Ankaralılar bir hayli içerlediler tabii ki benim bu söylerime ama biz, “toprak” olduğumuzu keşfetmiştik böylece.

Topraklığımız İzmir’li oluşumuz ile sınırlı değildi üstelik bir de Karşıyakalıydık ki bu konsepti çevremizdeki, İstanbullulara, Ankaralılara ve de bilumum İtalyanlara anlatmak biraz vaktimizi aldı. İstanbullu arkadaş olayın mantığına akıl sır erdiremeyip, “niye şimdi siz nereli olduğunuz sorulunca Karşıyakalıyım diyorsunuz ki üstüne üstlük hem de marifetmiş gibi ben anlamıyorum bunu, ben de Sarıyer’de oturuyorum ama sorana İstanbulluyum diyorum, Sarıyerliyim demiyorum. Ne alaka” demişti. Ben de bilmiş bir tavırla cevap verdim. Tamam, işte sen Sarıyer’de oturuyorsun. Ama biz Karşıyaka’da yaşıyoruz. Bu yüzden Karşıyakalıyız. Bunu anlayıp konuya sempati duymak veya bu tavırdan nefret etmek için bile İzmirli olmak gerekir zaten dedim. Konuya vakıf olmaya çalışan İtalyan çocuklardan birisi, “eğer, siz ikiniz aynı yerden geliyorsanız ve geldiğiniz yerdekiler de size benziyorsa, ben bundan sonra orada yaşamak istiyorum zaten, bu kalın kafalı İtalyanlarla yaşayacağıma, adını söyleyemediğim bir şehirde kafa dengi insanlarla yaşarım daha iyi” dedi ve çıktı işin içinden.

Yasemin ağacının dibindeyiz. Gözlerimi kapayıp çiçeğin kokusunu derin derin içime çektim, tatlı bir Mayıs öğleden sonrasında, apartman kapısı önünde, çantamda anahtar aranırken ön bahçeden gelen yasemin kokusunun yüzüme yerleştirdiği bir gülücük ile buldum kendimi. Yaseminler hep mi bu kadar güzel kokarlar yoksa Mayısın on dördü gibi tatlı bir İzmir öğleden sonrasına karıştığı için mi eşsizdir kokuları? Hele yaseminlerden birkaç hafta sonra kendini rüzgâra veren hanımelleri vardır ki, onlar kelimelerle anlatılmaz.

Kalbini, şehr-i İstanbul'a kaptırmış olan bir arkadaşım, öyle bir şehir ki orası demişti bir seferinde, adamı şair eder, sanatçı eder. Bak mesele yok denecek kadar azdır İzmir için yazılmış roman, ama İstanbul öyle mi ya?

Değil. İstanbul’un şiirleri, romanları, her milletten âşıkları vardı. Bir devri kapatmış bir diğerini açmıştı ama benim insan olarak minnetim İzmir’eydi. Tam büyümeye durduğum yaşlarda ufak bir Güney şehrinden kalkıp geldim buralara. Çocukken yapılan yolculuklar, terk edilen yurtlar, insan ruhunda yaralar açar, benim hiç öyle yaralarım olmadı.

İzmir’e geldiğim zaman ben yerimi bulduğumu hissettim. Sanki içimde bir parça eksikti ve bir parça eksikti İzmir’de ve biz birbirimizi tamamladık.

Bazen bir insanın kaderinde bir diğerine ait olmak veya bir toprağa ait olmak vardır. O aidiyet duygusunu tamamlayacak yeri, ,insanı bulana kadar anlatılmaz bir boşluk hissi ile savrulur durursun. Benim savruluşum İzmir ile sona erdi. Hayatın öylesine başında ve öyle ufak bir yaşta “tamam” dedim, aradığım ve beni arayan topraktayım şimdi kök salabilirim.

Bu şehrin aydınlığı havasına karışmıştır, İzmir'de onunla nefes alıp verirsiniz. İnternette oradan oraya sürüklenen, kumru, gevrek, boyoz konulu, İzmir kızlarının güzelliğinden bahseden e-postalar bir yana, bambaşka bir ruhu vardır bu şehrin, insanı şair veya sanatçı eden değil belki ama aşık eden kendine.

Bu aşkı anlamak için, yeni yetmeliğinin ilk filmlerini Deniz sinemasında görüp "haftasonu Alsancak'a inmek" için anne - babadan üç gün öncesinden izin almak, arkadaşlara dershane çıkışı Sevinç'in önünde randevu verip kordon boyunda aylaklık etmek, Karşıyaka yalı'da bisiklete binip yelken klübünden denize açılan havalı çocukları seyretmek, bayramlık bakmaya kemeraltına gitmek, hıdırellezde ateş üzerinden atlayıp buzlu badem ve kaynamış darı yemek, deniz kıyısında koştururken derin derin yosun ve iyot solumak, Mayıs dedin mi akşam yemeklerini ma-aile balkonda yemek, pazarları kahvaltıya Güzelbahçe'ye kaçmak, yazları, Çeşme'ye, Foça'ya, Ada'ya denize gitmek gerekir.

Yeni yetmelik yerini ilk gençliğe bıraktığında bu ağır mesaiye bir de Buca Dokuz çeşmeler'de öğrenci kıraathanelerinde, önünde okey ıstakası tek taşa dönmek, üniversite şenlikleri sırasında devasa kampüslerde kaybolmak, sırt çantalarına kutu bira istifleyip, ömründe hiç görmediğin kendin gibi zırzop adamlarla bağıra çağıra şarkı söylemek, Eko'da bira - patates yapmak, Efes Güneşi'ne sade gazoz katıp beyaz leblebi eşliğinde demlenirken körfez vapurlarına bakakalmak eklenir.

Herkesin İzmir’e ait hikâyeleri birbirine benzer. Yollar, bir sokakta, bir sinema çıkışında, bir birahanede mutlaka kesişmiştir. Bir İzmirli hemşeri ritüeli olarak, geçen güne minnetle anlatırsın hikâyeni diğerine. Dedim ya, onca yabancının içerisinde, bulduğum toprağım ile İzmir öykülerimizi kahkahalar içerisinde paylaşırken hiç kimse anlamadı bizim gerçekten neden bahsettiğimizi. Kendimize ait bir dili tutturmuş, bize ait bir toprağın hikâyesi üzerine konuşuyorduk çünkü.

Ruhu başka bu şehrin dilinden dökülenler de başka olur. Denizin bizi ayırdığı ama ruhumuzu bölemediği bambaşka insanların dili karışır dilimize. Bazen biz, kendimizi anlatmak için sadece bizim anlayabileceğimiz cümleler kurarız. Yaşamayan anlayamaz.

Telaş içerisinde, gürül gürül akan bir hayatın kıyısında sükûn içerisinde beklemeyi öğretti bu şehir bana. Ve hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, denizin üzerinde kızıl batan güneşi ve şehrin üzerine yeni doğan ayı seyredebilmek için hep on dakika ayırmasını. Evlerin balkonlarının insan ruhlarının aydınlığına ve diğer insanların hayatlarının samimiyetine açılan pencereleri olduğunu ve bu nedenden dolayı o balkonlarda vakit geçirilmesi gerektiğini burada öğrendim. Ve yine bu şehir öğretti bana bir efe ekâbirliği içerisinde akağaç kavunu ve Bergama tulumu alçakgönüllülüğündeki rakı sofralarına oturup anason ile yürek yarası sağaltmayı.

Bizim kubbeleri göğü kaplayan tapınaklarımız, debdebesi cihanı tutmuş saraylarımız, yalılarımız yoktur. Samimiyet dolu bir alçakgönüllülük içerisinde yaşar burada her şey. Zamanın zorbasına yenik düşen her tarih parçası, yerine şekilsiz bir beton yığını dökülen her bir nazenin yalı, kaynar asfaltın altında can veren tramvay yolları ve Arnavut kaldırımları için gözyaşlarını hep içine akıtır bu şehir, dışına kanadığı hiç görülmemiştir.

Sonra, güneş tatlı bal gibi ışığını döker ruhlarımıza ve sevinçli bir haber gibi gelir İzmir'e bahar. Daha önce de söylediğim gibi önce yaseminler yollar haberini, ardından sarılı beyazlı hanımelileri gelir.

İnsan ruhuna ağırlık yaptığı görülmemiştir bu şehrin. En büyük acılarını yaşar, en korkunç savaşlarında yenilir, ruhunun en olmadık yerlerinden onulmadık yaralar alırsın ve göğüs kafesinde inanılmaz bir sancı ile yuvarlandığın uçurumun milyonlarca kilometre dibinden karanlığa kaldırmışken başını bir akşamüstü Konak vapurunda akıp giden denize bakarken bulursun kendini. Her şeyin geçeceğine dair bir his hasıl olur birden, nasıl bildiğini anlamaz, sadece inanırsın.

Bu şehrin aydınlığı havasına karışmıştır, nefes aldıkça aydınlığına karışır insanlar. Ve kilometrelerce uzakta, tek bir kendini beğenmiş yaseminin kokusu getirir koca şehri insanın ayağına, taşıyla toprağıyla, ruhuyla ve aydınlığıyla

 
Toplam blog
: 6
: 1473
Kayıt tarihi
: 01.07.06
 
 

Şimdi zaman, tüm korkunç cadıların, acımasız kralların, vahşi kurtların, kötü kalpli üvey annelerin,..