Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ocak '07

 
Kategori
İzmir
 

Şehrin ışıklı hikayeleri

Şehrin ışıklı hikayeleri
 

She is a bitch allright, she is a fuckin bitch allright diye bir şarkı ile inliyor ortam. Türkçe meali, en edepli tercümesi ile: o bir sürtük, tamam, o lanet olası bir sürtük, tamam. Biz, ana – bacı – namus yörüngesindeki bir kültürde yetişmiş, toplumsal litaratüründe “namus cinayeti”, “töre cinayeti” gibi kavramlar bulunan insanlarız. Böyle bir şarkı ile nasıl eller havaya coşuyor bunca insan diye geçirdim kafamdan. Sonra bilmem kaçıncı kadeh votkanın ardından hala kafamdan böyle şeyler geçirebildiğim için kendime kızdım. Zira biz buraya arkadaşlarla kafa dağıtıp biraz insan içine karışmaya geldik.

İzmir’in yeni açılan mekânlarından birindeyiz. Magazin gazetecisi ağzı ile durumumuz bu. Mekan açılırken, İstanbul’un yüksek sosyetesine hizmet veren, paparazzi kameralarının her daim içerisinde olduğu, cüzdana ve vicdana kor düşüren güzide gece kulüplerinden feyiz alınmış belli ki. Bunu,parkın değnekçisi park parası olarak hiç utanmadan on milyon lira istediğinde gayet net olarak idrak ettik.

Mekana girerken kapıdaki takım elbiseli abi, bizi boydan bir süzüp “bekleyin biraz” işareti yaptı kaldırdığı telsizin anteni ile, hemen ardından yine aynı telsiz aleti ve geç işareti. 25 milyon geçiş ücreti ve içerideyiz.

Ben biliyorum bu mekânı. Belki de o an orada bulunan herkesin bildiğinden daha çok. Şimdi, manzara kirliliğine sebebiyet vermemek için iki adam boyu yükselttikleri bahçe duvarının hemen ardında anne ve babamın emekli olduğu kamu iktisadi teşekkülünün lokali var. “di li geçmiş zaman” aslında; vardı çünkü artık ne kamu iktisadi teşekkülü var ortada ne de lokal. Özelleştirmenin ardından dağıldı gitti hepsi.

Çocukluğumun ve ilk gençliğimin “dışarıda akşam yemekleri” nin çoğu burada geçti. Sosyalleşme ve insan içine karışma sürecimin temelleri burada atıldı yani. Haftada bir, hiç olmadı on beşte bir getirirdi babam bizi buraya. Körfezin orta yerinde terası denizin orta yerine inşa edilmiş bu ufacık lokantavari yerin manzarasını kelimelerle ifade etmek olanaklı değildir. İzmir’in ve körfezin bu kadar güzel göründüğü bir başka yerde ben bulunmadım.

Buraya gelip oturduğumuzda hep aynı hikayeleri dinlerdik. Babam 68 yılında ticari ilimler akademisini kazandığında tayinini İzmir’e istemiş, birkaç öğrenci arkadaşı ile paylaşacağı Alsancak’taki bekar evini kiralamadan önce aylarca lokal binasının 2. katındaki misafirhanede kalmıştı.

Annemin hikayesi ise gözlerini hayata açması ile başlıyordu. Çocukluğu, ilk gençliği burada geçmiş, her köşede onlarca anı biriktirmişti. “şurası” dedi parmağı ile az ileride artık harap olmuş tahta bir iskelenin kalıntılarını işaret ederken, “işte orada, mahallenin erkek çocuklarının balık tutabilmek için yaptıkları derme çatma bir iskele vardı. Kardeşlerim patates çuvalından, tahta çakarak ufak bir kayık yapmışlardı kendilerine. Anneanneniz komşudan dönmekte olsun, bizimkiler ilk kez kayıkla denize açılacaklar. Anneyi görünce “gel valide seni de gezdirelim” diyorlar. İki tıfıl oğlan çocuğu ve bir koca kadın. Patates çuvalından yapılma kayıkla 3 metre açılıyorlar ki kıyıdan valideyi bir gülmektir alıyor. Koca göbeğini hoplata hoplata gülerken annem tekne devriliveriyor yolcuları ile beraber. İki velet, suda sırılsıklam şaşkın ve bir koca kadın suyun içerisinde hala katıla katıla gülen. Bu manzara da ekleniveriyor orada yaşayan insanların hayatlarına.

Yine bir keresinde diye anlatmaya devam etti annem, dedeniz yine aynı iskelede, bir yandan anneannenizle yarenlik edip bir yandan balık tutarken, zınk diye bir şey geriyor oltayı. Aman lüfer mi çinekop mu derken babam dikkatsizce suya eğiliyor ve gömlek cebindeki cüzdan cup suya. Ayın da on beşi mi ne, maaş cüzdanda, ikramiye cüzdanda. Aman demeye kalmadan anneanneniz terlikleri ayağından fırlattığı gibi suya dalıyor, dakikasına kalmadan elinde cüzdanla çıkıveriyor suyun yüzeyine. Balık gibi yüzerdi rahmetli, toprağı bol olsun.

Bunlar her birini en az on kez dinlediğim hikayeler. Annem kendi geçmişine dönüp oraya sığınmak istedikçe bir bir sandıktan çıkarıp anlatır bu hikayeleri yeniden. Biz hikayeleri bilmediğimizden ya da unuttuğumuzdan değil. Anlatarak kendini o zamanların varlığına yeniden ikna etmeye çalıştığı için. Besbelli o zamanlar anneme de daha güzel geliyor. Gözlerinde özlemini okumak mümkün.

Sonra haylaz bir erkek çocuğunu aratmayan annemin cebinde sapanla sokak aralarında koşturmaca hikayeleri. İskeleden yakaladığı balıkları akşam sofrası için vermekte ayak dirediği için küçük dayımı eşek sudan gelinceye kadar döven müdür muavininden, büyük dayımla beraber intikam almak için adamın evinin mutfağına bakan incir ağacına gizlice tırmanma ve açık pencereden sapanla atılan iki taşla adamın kafayı yardıktan sonra sırra kadem basma hikayeleri. Eve gelen pasta kutularını atmayıp, içlerine tezek doldurup, bir tamam tekrar paketledikten sonra 5 borusunun hemen öncesinde yani mesai saatinin bitimine yakın tren yoluna yerleştirmeleri. Yerde yepisyeni kutuyu bulan insanların, etrafa çaktırmama telaşı içerisinde kıvranmalarını ve daha sonra usulcacık yerden aldıkları paketi koltuk altlarına kıstırıp koşar adım uzaklaşmalarını seyretmeleri. Ayni insanların eve gidip kutuyu açtıklarında yüzlerinin alacağı hali hayal edip katıla katıla gülmeleri.

Serin yaz akşam üzerlerinde kagir iskeleden tuttukları balıkları, biraz çalı çırpının üzerine yerleştirdikleri yağ tenekesinde pişirerek yaptıkları “boklu kebap” ile karınlarını doyurmaları ve bu vesile ile eve döndüklerinde anneannemden popolarına terlik yemeleri.

Bunlar annemin bana naklettiği “neşeli günler” hikayelerinden sadece bir kaçı. Yoksa daha ne komşu oturmaları, düğün dernek eğlentileri, beraber yenilen iftar yemekleri ve hep birlikte fener alayı halinde gidilen yazlık sinema öyküleri var.

Öykülerin hepsi böyle mutluluk hikayeleri değil elbet. Aralarında yürek burkanları da var.

“Şu evde” diye anlatırdı annem kaşıyla lokalin sağında, artık etrafını yaban otların sardığı viran taş köşkü göstererek, “Saime teyze otururdu. Saime teyzenin bir evlatlığı vardı. Adı: Oya. Ne kötü davranırdı kıza kocakarı. Dövdüğü, hor gördüğü yetmezmiş gibi bir de aç bırakırdı. Hele bir de yaz geldi mi zavallı kızcağız bahçe duvarlarının dibinde lokalin mutfağından gelen yemek kokuları arasında açlıktan kıvranırdı. Bir keresinde annem dövmüştü Saime teyzeyi dedi annem. Nasıl yani dedim, anneannem neden dövdü ki kadını?

Yine böyle bir yaz günü ailecek lokale yemeğe gelmiştik diye anlatmaya başladı annem. Köşkün bahçe duvarına bitişik masada oturuyorduk. Yemekler geldi, içkiler söylendi. Annem bir de baktı ki Oya çalıların arasından ürkek bir yavru kedi gibi bizi izliyor. “Aç mısın Oya” diye sordu, “Açım Kadriye teyze” diye inledi kızcağız. Annem de yarım ekmeğin arasına köfteleri doldurup Oya’ya yiyecek bir şeyler hazırladı. Daha kızcağız bir ısırık almaya fırsat bulamadan, çığırtkan sesi duyuldu Saime teyzenin. Evlatlığını çağırıyordu. Kızı bahçede elinde yarım ekmek köfte ile görünce çileden çıktı, elindeki ekmeği kaptığı gibi yere çaldı, kıza da okkalı bir tokat. Bunun üzerine annem önce terliğini çıkarıp fırlattı Saime teyzenin kafaya sonra kimse ne olduğunu anlamadan bahçe duvarının üzerinden atlayıp başladı kadını evire çevire dövmeye. Biz duvarın öbür yanında bağırıp çağırıyoruz, babam yalvarıyor, “hatun gel, etme eyleme diye” bana mısın demedi. Lokalin garsonları bile alamadı kadını annemin elinden.

“Ananem de deli karıymış ha” dedim anneme. İyi korkup çekinmedi. Hiç gelemezdi çocukların ezilmesine dedi annem. Kendi çocukluğu da bir Fransız madamasının yanında besleme gibi geçmiş çünkü. Sonra dedi, hayat aldı ama Saime teyzeden tüm bu ettiklerinin intikamını. İki evladını da trafik kazasında kaybetti. Çevrede yaşayanlar da kadının evlatlığına ettiği eziyete dayanamayıp imza topladılar ve kızı hükümet emri ile aldırdılar kadının yanından, bir yetiştirme yurduna yerleştirildi. Saime teyze, kendisine bir bardak su verecek kimsesi olmadığı halde yapayalnız, can çekişerek öldü koca konakta. Kemalettin Tuğcu hikâyesi gibi ha dedim. Bizim hiç böyle hikayelerimiz yok.

Flashback tamam. Yeniden İzmir’in yeni açılan güzide mekanındayız. Mevzu bahis kamu iktisadi teşekkülünü, Anadolu’nun her sathına yayılmış, menkul, gayrimenkul tüm varlığı ile satın alan yatırımcılar, İzmir’in Bayraklı’sındaki bu ufak yerden haberdarlar mıydı bilmiyorum. Ama şimdi, akşam karanlığında, derin bir huşu içerisinde İzmir körfezini seyrettiğim bu toprak parçası, benim için paha biçilemez. İçeride, aynı kafa ütüleyen yüksek desibelli ritmin üzerine anlamsızca yazılmış sözlerle eşliğinde alkol duvarının üzerinde birdirbir oynayan insanlar güruhu buranın sadece “İzmir’in yeni açılan trendy mekânlarından biri” sanıyor.

Oysa ben, adamı alkolik edebilecek manzarasına karşın buraya her zaman ailemle gelmiş olmamdan ve onlara duyduğum geleneksel saygıdan ötürü içmediğim bütün içkileri bu akşam içmiş olmama rağmen tüm hikâyeleri sanki benim çocukluğumun bir parçasıymış gibi elifi elifine hatırlıyorum. Başım dönüyor, evet. Midede bulantı hissi, pozitif. Ama şuurum, hiç yaşamadığım, var olmadığım yılları ve onların öykülerini hatırlayacak kadar açık. İşte budur sarhoşun en zavallı hali.

Denizin üzerindeki platformu koruyan parmaklıkların hemen dibindeyim, buraya beraber geldiğim arkadaşlardan birisi, sarhoş kafa ile denize düşme ihtimalime karşılık peşimden gönderilmiş, göz ucuyla beni dikizlerken bir yandan da sigarasını içiyor.

Körfezi hiç bu kadar güzel görmüş müydün? Diye sordum. İzmir, elmas bir gerdanlık gibi ışıklar içerisinde, görkemli, küstah, hüzünlü, büyüleyici, kendisini başka yurtlarla kıyaslamaya cüret edenlerden intikam almak için salınır bir hali vardı. Yok dedi. İlk defa geliyorum ben buraya, böyle bir yerin varlığından bile haberim yoktu benim. Bunca sene nasıl uyanmamış millet acaba diye sordu.

Bana dedim o kadar çok hikâye anlatıldı ki burası ile ilgili gözlerimi kapattığım an her birini görebiliyorum zihnimin içerisinde. 1970 li yıllarda çekilmiş soluk renkli bir Türk filmi gibi. Şu an içerisinde uzay gemisi gibi rengârenk ışıklar yanan köşkün kötü kalpli sahibesi Saime Hanım Teyze; Aliye Rona, evin hor görülen, dayak yiyen, aç bırakılan beslemesi; Hülya Koçyiğit, yan rollerde, Feri Cansel Necdet Tosun, Yusuf Sezgin ve Muzaffer Tema.

Fonda birinin anasına ya da bacısına İngilizce sövmekte olan şarkı ile kendinden geçmiş insancağızların bu mekân ile ilgili yaşayabilecekleri en önemli hatıra, belki kılık kıyafetlerinden ötürü kapıdaki takım elbiseli, eli telsizli insan azmanları tarafından içeri alınmamak veya içeride bir futbolcu, şarkıcı, ya da manken eskisine rastlamak olabilir. Bu hikâye bile bir sonraki iş gününün hay huyu içerisinde kaynayıp gidecek, geride kendinden hiçbir iz bırakmayacaktır bir ihtimal.

Ben ise hayatının büyük bölümü burada geçmiş insanlarla yaşıyor ve en azından onların yaşanmışlıklarına, onların hikâyelerindeki gerçeklik duygusuna tutunuyorum. Çünkü 2 saat sonra buradan çıkıp, mideye indirdiğimiz bilmem kaç kadeh votkayı bir şekilde sistemimizden attığımızda, birkaç saat uyuyup yüksek desibelli müziğin beynimizde yarattığı ağırlığı atmak için iki tane ağrı kesici aldığımızda, buradan geriye hiçbir his, hatıra kalmayacak bize. Sıfır yaşanmışlık, onun da altında gerçeklik. Oysa bak başka insanların koca bir hayatı var anlatacak.

“Doğru” dedi sigarasından son nefesini alıp izmaritini yere savuran arkadaş. “ama sen böyle başkalarının hayatlarına tutunup seninkinin akmasına izin vermezsen anlatacak hiç hikâyen olmayacak. Zaman geçiyor, doğru. Geçtikçe sunileşiyor, o da doğru. Annenin Kemalettin Tuğcu öyküleri varmış, bizim hikâyelerimiz kokaini fazla kaçırmış yönetmenlerin çektiği anlamsız müzik kliplerine benziyor, o da doğru. Ama biz gerçeğiz be paşam. Yani hayatın içerisine karışıp kendi öykülerimizi yaşamazsak, âlemi arkadaki şuursuz güruha bırakmış olmaz mıyız? Hem bak, İzmir’i daha gerçek gördün mü sen hiç bu kadar? Bu kadar ışıklı, bu kadar kendinden emin? “Zaman en gerçek hikâyeleri istediği kadar eskitsin, benim gücüm güzelliğim yenilerini yazmaya yeter” derken? Tutunma, geçmişin ruhlarını bırak onlar da huzur bulsun sen de, karış hayata dedi.

“Anlaşıldı kaptan” Bak sen bu kadar çok sözcüğü bir araya getirip b u kadar kocaman bir cümle kurabildiysen ve ben de bunu anladıysam, ikimizin de parmaklıkları ıskalayıp denize düşme riski yok demektir. Demek ki kana yeterince alkol karıştıramamışız. Sen şimdi gir takviye etmeye başla ben de geliyorum az sonra yanına, hayata karışmaya dedim.

Yaşanmış tüm hikayeleri tekrar geçirdim kafamdan. “üzgünüm dedim onlara, yollarımız burada ayrılıyor. Hiç değilse bir süre için. Benim de anlatacak hikayelerim olmalı, hep başkalarının zamanlarını yad ederek yaşayamam. Yaşanmasını umut ettiğim hikayeleri bekleyerek yaşlanamam. Hayat akıyor. Ruhu seyrelse de akıyor. Benim de ona karışmam lazım. Gözlerimi körfezin ışıklarına kapayıp derin bir nefes aldım, şehir daha yaşanacak en gerçek hayatlar için söz verdi bana, hikâyelerimi de kendimi de özgür bıraktım.

 
Toplam blog
: 6
: 1473
Kayıt tarihi
: 01.07.06
 
 

Şimdi zaman, tüm korkunç cadıların, acımasız kralların, vahşi kurtların, kötü kalpli üvey annelerin,..