Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mayıs '07

 
Kategori
Güncel
 

Kabusun bitme, başkanın gitme zamanı

Kabusun bitme, başkanın gitme zamanı
 

"Bu kabusun bitme zamanıdır; başkanın istifa etme zamanıdır. Askerlerimizin eve dönme zamanıdır, "

"Hangi amaçla Irak’a gitmiş olurlarsa olsunlar, bu ülkeye hizmet eden bütün cesur erkek ve kadınlara teşekürlerimi sunarım.

Bir Amerikan vatandaşı olarak artık Irak’taki çabalarımızı desteklemiyorum. Ölen insanlarımızın sayısı tırmanıyor ve biz Amerikalıların bu savaştan kazancı; askerlerimizin tabutlar içinde dönmesidir.

Çok yakında bütün ulus ayaklanacak ve Vietnam’da olduğu gibi protestolar başlayacak ve bu ölümün ve savaşın başkanı artık kendi kişisel amaçlarından başka hiçbir şeyi göremeyen ve ulusal konuların ikiye bölündüğü ne bu kongrenin ne de senatonun görevde olduğu bu ülkenin insanlarına cevap vermek zorunda kalacak.

Sokaklara dökülme zamanı, mücadele etme ve savaş bu ülkeyi bitirmeden, insanların onu bitirme zamanı."

Bu satırları Amerikalıların o dillerine pelesenk ettikleri sözcüklerle altmış dakika ile ifade ettikleri ama bu kez bir tv dizisinde bir başkanın kurtarılması yerine, bir internet sitesinden, malum başkanın ölümün v savaşın başkanı diye nitelendiği mektupların yer aldığı bir internet sitesinden kabaca çevirmeye çalıştım. Şunu da eklemeliyim ki bu mektup yüzlercesinin içinde azınlıkta kalanı. İçimize su serpen yanı ise artık Amerikan vatandaşlarının da sadece vergilerinin hesabını değil sömürge savaşlarından tabutlar içinde dönen ölü askerlerinin de hesabını sorma olgunluğuna erişmeye başlamaları.

Umut verici bir durum sayılmaz mı? Cenaze şirketleri de bu işten aslan payı kapanlar. Ne de olsa yeni dünya düzeni denen o korkunç çarkın, insan ve emek öğütme makinesinin ekseninde duruyorlar. Yani düzenin yarattığı ölümcül kasırgadan en az etkilenecek konumundalar. "Her ölünün bir hikayesi vardır" diye başlayıp, o hikayeye yaraşır görkemli cenaze törenlerinden en sadesine kadar geniş bir yelpazede seçenekler sunan cenaze evleri şirketleri. "Cenaze evimiz yüz yıldan fazladır ölülere en kaliteli ağaçlardan, en kaliteli tabutları sunmaktadır, " diyenler mi arasınız, sevilenin iyi yaşanmış yaşamını ve onurunu çizdiği şekillerle dile getirmeyi vaat edenleri mi sorarsınız? Tarihin acı olan yanı ise ölülerin daha doğrusu ölümlülerin her zaman bir sömürünün konusu olması. Yazım uzun olacak ama Herodotos’u andığım bir yazımdan alıntılar yapmadan geçemeyeceğim bu noktaya gelmişken. (2)


İyi ki araştırmalarını yazıp kelimelere dökmüş Halikarnasoslu Herodotos. Akşam okunmak için bekleyen onca kitabımı bir kenara itip, Herodotos Tarihinin sayfalarını karıştırırken Mısırlıların ölü gömme ve mumya törenlerine takıldım. “Neden ölü gömme törenleri ?” diye sormayın bu günlerde. O güzelim tarih kitabındaki onca konuyu da bir kenara bırakıp mumyalarla , ölülerle neden uğraştığımı bu ülkede son günlerde sağır dilsiz ve üç maymunu oynamayan herkes bilebilir. Bir evden hatırı sayılır birisi öldüğünde evin bütün kadınları başlarına, yüzlerine çamur sürüp sokaklara fırlayıp eteklerini bellerine kadar sıyırıp, göğüslerini de açıp dövünerek geçerlermiş sokaklardan. Erkekler de katılırmış bu yürüyüşe. Bu tören yapıldıktan sonra cesedi ölü gömücüye götürürlermiş. Bundan sonrası da ilginç. Mumya yapmanın gizini bilen ustalar varmış o devirde. Ölü getirilince ailesine boyalı tahtalardan çeşitli modeller sunarlarmış. “Bunların en iyisi” diye devam ediyor Herodotos “adının anılmasını günah saydığım kişiye benzeyenidir.” Biz yıl 2006’da adını rahatlıkla anıyoruz dip notu okuyarak. Osiris. Tahmin edersiniz ki bu Osiris modeli tabut en pahalı olanıdır...

Arkasından ikinci bir model gösterilir. Birincisi kadar iyi değildir. En sonuncu model ise en ucuz olanıdır. Burada dikkat buyurunuz. Osiris kim? Adını ağza almak bile yürek istiyor, cesaret istiyor ta binlerce yıl öncemizde. O bir tanrı. Oysa tabut pazarlığında Osiris’le ilgili tüm tabular, yasaklamalar uçup gitmiş. Osiris bir markaya dönüşmüş, tabut markasına. Dinsel imgelerin, tanrısı ile kişi arasında kalması gerekn kutsal duyguların bazı açıkgöz bezirganlar tarafından nasıl da yükselen ekonomik değerlere çevrildiğine lütfen dikkat ediniz.

Tabutta anlaşmaya varıldıktan sonra mumyacı işe koyuluyor. Demir bir kanca ile ölünün burun deliklerinden beynini çekip çıkarıyor, içerde kalanları ilaçla eritiyor. Keskin bir Etyopya taşı ile ölünün böğrünü uzunlamasına yarıp iç organlarını tamamen boşaltıyor. Hurma şarabı ile yıkanıyor içi ve çeşitli kokulu maddeler sıkılıyor karnına ve saf mir ile dolduruluyor. Sonra da tuzlanarak sodalı suda yetmiş gün bırakılıyor. Süre dolunca çıkarılıp yıkanıyor ve zamka batırılmış ince tül şeritlerle sarılıyor ve yakınlarına teslim ediyorlar ölüyü. Onlar da önceden seçilip hazırlanan tabuta yerleştirip, kapağını kapatıyorlar. Tabutu ölü odasına götürüyorlar. Dik konumda bir yere yaslanıyor tabut. Bu en pahalı mumyadır.

Orta karar bir mumya isteyenlerin ölüsü ise nispeten daha basit işlemlerden geçiriliyor. Ölünün karnı yarılır ama iç organları çıkarılmaz. İçine sedir ağacından çıkarılan bir sıvı enjekte edilir. Gerektiği kadar da tuz içinde bırakılır ölü. Son gün içindeki sedir likörü çekilir. “Likör öyle kuvvetli bir şeydir ki” diyor Herdotos müshil gibi “içerde ne var ne yoksa söküp atıyor”. Sonra tuzlanıyor. “Tuz, eti yediği için” diye açıklıyor Herodotos ölü zaman içinde bir deri bir kemik kalıyormuş. Çiroz gibi. Sonra ölüyü teslim ediyorlar ailesine. Bir de fakir fukara için üçüncü sınıf mumyalama var. Ölünün içi tuzla temizlenir ve yetmiş gün tuzda bırakılıp ailesine teslim edilir. Yoksula yapılan işlemleri anlatmak bile bir cümlede tamamlanıyor.

İlkyazı müjdeleyen böylesine güzel umut dolu bir günde bunları yazdığım için kendime kızıyorum. Tuhaf ama son birkaç aydır, gazetelerdeki, televizyon kanallarındaki kanlı haberlerden kaçmak için sığındığım çoğu kitabın ana teması ölüm. Osman Akınhay’ın kendi yaşamından bir kesiti canlandırdığı hüzünlü “Ölüme Bakmak” romanı ya da Meksika’daki cinayetlerle dolu bir devri bir ölünün ağzından anlatan Marcos ile Taibo’nun ortak yazdıkları “Huzursuz Ölüler” romanı ya da Salman Rüşhdi’nin “Utanç” ının masalsı dokusunda hep ölümler ve ölüler vardı. Aslında tüm canlılar için var ölüm, kaçınılmaz olarak. Esas olan yaşarken olanlar değil mi? Bir de ölüm şekli. Neo-liberalizmin hegemonik saldırıları sonucu ölmek öyle yakıcı ki. Aynı saldırıların sonucunda; ölümden beter denecek sefalete mahkum olan yaşamlar da var. Hayatta kalabilmesine karşın cehennem azabı çektirilenler de var. Ölünün yoksulu ise mumyalama işleminde de gördüğümüz gibi diğerlerinden daha az ilgi görüyor.

Siz hiç fakir ve içine kapanık insanların cenaze törenlerinde bulundunuz mu günümüzde? Tören denilebilir mi? Oysa varsıl olanlar için pek çok yenilik görünüyor ufukta. Örneğin varsıl ölüleri çelik zırhlar içinde kriyojenik olarak dondurup korumak, sonsuza kadar korumak da pek yakında yaygın seçenekler arasına girebilir, varsın yoksul ölüler için ziyaret edilebilir yakınlıktaki mezarlıklarda yer kalmasın. Dünyada enerji açığı değil enerji fazlası olacaktır nasılsa. Kurulması planlanan onlarca nükleer santrali düşünün. Bu kriyojenik koruma ünitelerinin önceleri nükleer santrallere çerez parası kabilinden katkıları olurken, çılgın dünyada belli mi olur, talepler artınca yöntem ucuzlar ve nükleer santraller kendi müşterisini de yaratmış olur. Talep o kadar artar ki santrallerin tüm kapasitesi sadece o işe, ölülerin hızla soğutularak sonsuza kadar saklanması işine ayrılabilir. “Ölülere enerji santralleri”. Bu durumda canlı ve sağlıklı kalma şansına ermiş olanlar, yaşamalarını sağlayacak yeni alternatif enerji kaynakları bulma yarışında terlerken, ölümün acıtıcı gerçeğini unutabilirler. Süper varsıllar arasında mezarını Aydede’ de ya da Mars’da isteyebilecekler için özel cenaze hizmetleri... Yakılmış bedeninizden arta kalan küllerin dünyanın hangi yörüngesindeki “kül mezarlıklarında” yani uzay çöplüklerinde dolanmasını istersiniz?

Neo-liberalizmin ürettiği yegane şey, yirmi birinci yüzyılın kanlı sömürgeleştirme savaşlarını belleğimizde saklı tutarsak, hizmet sektörü oluyor yavaş yavaş. Sanayi gitgide küçülürken hizmet sektörü yükselen değerler arasında baş köşeyi alıyor. Bu arada kontratlar, süresi sonsuza kadar olan kontratlar, sonsuz sözleşmeler hukuku dalı da doğabilir. Adı da “Ölü Hakları Hukuku” olabilir. İnsanlığın insan haklarını korumadaki gönüllü yenilgisinden sonra; kendine böyle durağan bir mecrada, Ölü Hakları konusunda başarı öyküleri yazma isteğini nasıl buluyorsunuz, kanı kurumamış öbekler halinde dosya yığınları beklerken?... Bir de Noterler konusu geliyor gündeme. Sonsuza kadar geçerli kontratların korunması ve geçerliliğinin sağlanması ya da iptal edilmesi için noterlerin nasıl bir yöntem bulacakları? Örneğin ANAYASA’nın koruyucu maddelerinin korunması hususunda noterlerin bireylere bir yardımı söz konusu olabilir mi? Noterin belki de başkanlık sistemi ile çalışması gerekir. Hatta aynı konuda farklı kişilerin değişik sözleşmeler yapmasının önüne geçmek için de ulus bazında tek noter olması ve başkanlığın de bu notere tevdi edilmesinin de iyi bi fikir olduğu düştü aklıma şu anda mütevazi bir çözüm olarak elbette. Hatta bu noteri halk seçiyormuş gibi yapılarak ağlayan çocuklara da mama verilmiş olmaz mı acaba?

Bu arada biz arkadaşımız B. Sadık Albayrak’ın “Noterler ve Edebiyat” kitabını da anmadan geçemiyoruz. İleride yapacağı genişletilmiş baskılarında “noterler ve ölü hakları hukuku” konusuna da yer açma gereği duyması için kendisini uyarmamış olmayalım diye kaç kere yazdık çizdik. Bu yazımızın son versiyonu ile arkadaşımıza “ noteler, ölü hakları hukuku ve uluslar üstü gizli sözleşmeler hukuku “ konusunu da eklemesini önermek artık kaçınamayacağımız bir görev oldu. Umarım bu sefer yazımı sonuna kadar okur.


(1) http://60minutes.yahoo.com/segment/71/fathers_sons_and_brothers

(2) http://alsahindex.blogcu.com/1835079/

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..