Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '08

 
Kategori
Sinema
 

Kadıköy'ün sinemaları

Kadıköy'ün sinemaları
 

Muhsin Ertuğrul iftiharla sunar: İlk renkli Türk filmi "Halıcı Kız"


Biz sinemayı çok severdik. Hayır, yanlış yazmadım: Filmi değil de sinemayı severdik.

Yaz akşamları yazlık sinemalara gitmek adeta bir sanat şöleniydi. İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğup hep orada yaşamaktan kendimi şanslı hissederim. Çünkü, Kadıköy bütün zamanlarda İstanbul'un en canlı ve en güzel ilçesi olmuştur. O kadıköy'de bir çok yazlık sinema vardı. Tam Hasanpaşa'da ve bugün Kadıköy Belediyesi'nin olduğu alanda yazlık Uğur Sineması vardı. Sonra Acıbadem'de bugün de Sakız Ağacı olarak geçen otobüs durağının hemen arkasında Kadıköy'e inerken sağda, Cengiz Sineması vardı. Bir başka bahçe sineması ise Dörtyolda'ydı. Saray Sineması adını taşıyan bu sinemanın önünde balkonları sütunlu güzel bir bina vardı ki geçen aya kadar ayakta kalmayı başaran bu bina, geçen ay, yerine "Fransız balkon" apartman yapılmak üzere müteahhite verildi. Tabi ki yıkıldı bile. Bir de Ziverbey ile Kuyubaşı arasında bir yazlık sinema vardı ama adını şimdi anımsayamıyorum. Yine Kızıltoprak'da İkizler Sineması adlı yazlık bir sinema vardı.

Yazın sıcak akşamlarında bir bahçe sinemasında komşularla birlikte filim izleme zevkini bugünün gençleri bilmez. Hep beraber sinema yoluna çıkmak, yan yana ahşap sandalyelerde oturmak, bir torba çekirdek alıp filim bitene kadar çıtlakmak... Dedim ya bugünün gençleri bunların ne büyük değerler olduğunu belki de anlamaz. Bu mahalle içindeki komşuluk ilişkilerini güçlendiriyordu. Ortak bir sanat etkinliğine belki de farkında olmadan katılmak birliktelik kazandırıyordu insanlara. Zaten, o günün filimlerine bakarsanız ne kadar samimi, ne kadar, sıcak ve ne kadar içten olduklarını da anlarsınız. Bugün bile, oynadığı TV kanallarında izleyenleri ekran başından ayırmayan işte bu yılların dost ve samimi filimleridir.

Ya kışlık sinemalar?

Kadıköy yakası kışlık sinemalar açısından da zengindi. Yeldeğirmeni olarak bilinen semtte ve tren köprüsünün hemen yanında Özen Sineması vardı. Kadıköy, Altıyol'da geçenlerde Banker Kastelli olarak bilinen Cevher Özden'in de intihar ettiği Efes Çarşısı aslında iki güzel sinemaya sahiplik ediyordu. Bunlardan biri Feza Sineması, diğeri Efes Sineması idi. Yan yana olan bu iki sinemalardan birinde yabancı filim, diğerinde Türk filmi oynardı. Belki şimdi hayal gibi gelecek ama, o yıllarda öyle filimler öyle izleyici toplardı ki şaşardınız. Kadıköy'de oturanlar bilir bugünün Efes Çarşısı'nı. İşte o çarşıyı sinema girişi olarak düşünün, izleyici kuyruğu orada başlar ve bugün Kadıköy'ün ünlü boğasının olduğu noktaya kadar uzardı. Ve o nedenle de bizler Efes ve Feza sinemaları önünden geçerken "5.Hafta" ya da ""6. Hafta" yazılarına alışmıştık. Yani, bir filim beş hafta, altı hafta aynı sinemada izleyici ile buluşurdu.

Altıyol bir sinemalar zinciriydi. Bahariye'ye doğru çıkarken, bugün Opera Pasajı ya da çarşısı olan bina bence Kadıköy'ün en güzel sinemalarından birine sahipti. Opera Sineması. Muhteşem bir iç yapısı vardı. Filim izlemek çok rahattı. Perdesi genişti. Filim başlamadan önce perde kırmızı ya da bordo renkli kadife bir perde ile örtülü dururdu. Filmin başlama saati geldiğinde ilk gonk vurur ve sahnenin etrafındaki yeşil ışıklar yanardı. Sonra, ikinci gonk ve sahnenin etrafındaki sarı ışıklar yanardı. Üçüncü gonkta sinemanın ışıkları söner ve sahne etrafındaki kırmızı ışıklar yanardı. O kırmızı-bordo kadife perde yavaş yavaş açılır ve beyaz perde ortaya çıkardı. Sahnenin çevresine gizlenmiş renkli ışıklar yanarken gelecek filimler tanıtılırdı. Tanıtım bittiğinde bütün ışıklar söner ve beyaz perdeye günün filmi düşerdi...

Opera Sineması'nın biraz ilerisinde Kadıköy Sineması vardı ki Kadıköy sinemaları içinde çok yeniydi. Ondan da biraz ileride bugün Opera binası olan Süreyya Sineması vardı. Locaları, balkonları ve tavan süslemeleri ile filimden çok kendini izlettiren bu bina Kadıköy Belediyesi tarafından yeniden yapılandırılıp Opera binası olarak kullanıma açıldı. Süreyya'dan Moda'ya doğru çıkarken Kafkas ve Ocak Sinemaları da vardı, ama bu sinemalar ticari kaygı ile acele ile kurulmuş uydurma salonlardı. Süreyya Sineması'nın karşı sokağına girdiğinizde Reks Sineması vardı ki gerçekten bu sinema salonu da tam filim izlenecek salonlardan biriydi. Reks'den biraz aşağıda As Sineması vardı fakat o da küçük ve izleyeciyi rahat ettiremeyen bir sinema salonuydu.

O günün filimleri de gerçekten tam aile için filimlerdi. Hepimizin yaşadığı mahallede, hepimizin yaşadığı sorunlar, dertler, aşklar canlandırılıyordu. Ediz Hun, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, İzzet Günay, Göksel Arsoy, Kartal Tipet gibi yakışıklı erkek oyuncuların yanında, Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik gibi dünya güzeli bayan oyuncular vardı. Ya yardımcı oyuncular? Vahi Öz, Nubar Terziyan, Cevat Kurtuluş, Ahmet Tarık Tekçe, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Mürüvvet Sim, Bedia Muvahhit... daha kimler kimler. Bir de komedyenler vardı ki bunların başında elbette usta oyunculuğu ve kendine özgü davranışları ve konuşmalarıyla Öztürk Serengil başı çekmekteydi. Sonra Cilalı İbo Feridun Karakaya.

Bizler aile filimlerine ve biraz uçar-kaçar biraz da komedi ağırlıklı filimlere alışmıştık. Ancak, 1970'li yıllarda birgün Ses Dergisi Tarık Akan (Tarık Üregül) adlı dünya yakışıklısı bir delikanlığı artist adayı olarak seçiverdi. İşte o andan sonra da Türk sinemacılığının da Türk erkek oyuncularının da kaderi değişiverdi.Çünkü, Tarık Akan, kendinden önceki bütün erkek oyuncuların rollerini elinden almıştı. Bir anda bütün genç kızların idoli haline gelmişti. Onun oynadığı filimler olağanüstü ilgi görmeye başlamıştı. Filimlerdeki aşk öyküleri de daha bir romantik hâle gelmeye başlamıştı. Daha sonraki yıllarda Tarık Akan'ı toplumsal içerikli filimlerin değişmez oyuncusu olarak gördük. Usta oyuncu her iki alanda da büyük işler başardı ve Türk sinemasına büyük katkılarda bulundu.

1970'li yıllar Türkiye'nin kâbus yıllarıdır. ABD her zaman olduğu gibi çeşitli ayak oyunları ile Türkiye'yi köşeye sıkıştırıp daha fazla sömürmek sevdasındayken, Başbakan Süleyman Demirel iyi bir hamle yaparak Sovyetler Birliği ile işbirliğine girişti. Bu işbirliği sonucunda Sovyetler Birliği, Türkiye'ye çeşitli sanayi kuruluşları yapacaktı. Yaptı da. Ancak, ABD hem Türkiye gibi bir sömürgesini yitirmek istemiyordu hem de bu sömürgesinin topraklarını Sovyetler Birliği'nden ABD'ye gelecek olan saldırılara karşı kalkan olarak kullanmayı sürdürmeyi istiyordu. İşte bu nedenle Süleyman Demirel'in, Sovyetler ile olan yakınlaşmasını önlemek için Türkiye iç karışıklığa ve dolayısıyla askeri darbe ortamına hazırlandı. Gençler sağcı ve solcu olarak ikiye bölündü ve aralarında savaş başlatıldı. Gençler arasındaki bu savaş giderek mezhep savaşlarına kadar vardı. Alevi yurttaşların evleri yakıldı. Alevi vatandaşlar canından oldu.

İşte böyle bir siyasi ortamda sinema da yerini aldı ve Yılmaz Güney önce Umut (1970) adlı sinema filmini çekti. Ardından Acı, Ağıt (1971) geldi. Sonra Baba (1973) adlı filim geldi. Yılmaz Güney durmuyordu. O da Türkiye'nin içine düştüğü siyasi karmaşaya filimlerle ayna tutuyordu. Arkadaş (1974), Sürü (1978), Yol (1982), Duvar (1983) hep Yılmaz Güney filimleriydi. Sonunda anarşi sinema salonlarını da vurdu ve Yılmaz Güney filmi oynayan sinemalar bombalanmaya başlandı. Bir propaganda sinemacısı olan Yılmaz Güney'le birlikte zaten Türk sinema izleyicisinin ezberi bozulmuş ve sinema salonlarından uzaklaşmıştı. Bir de sinemaya anarşi bulaşınca izleyici hepten salonlardan uzaklaştı. 1980'li yıllarda ise yaygınlaşan TV'ler artık sinema salonu, sinema izleyicisi diye bir şey bırakmadı.

Ancak, bütün olumsuz koşullara karşın bu topraklar Ö. Lütfü Akad, Metin Erksan, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez gibi dünya kalitesinde usta yönetmenler ortaya çıkardı.

Günümüzde ise hem yönetmenler, hem yönettikleri filimler hem seçtikleri senaryolar ile Türk sineması dünya sineması ile yarışacak konumdadır.

Fakat, tüm bu akıp giden zaman içinde yabancı ve yerli sinema kareleri içinde geçmişte de günümüzde de ilginçlikler yaşanmaktadır. Örneğin, illa her filmin bir müziği oluyor. Düşünün iki kişi bir yerlerde konuşuyor. Burası dağ başı olsa da fark etmiyor. Ama, fonda bir müzik çalıyor. Yani, siz dağda, tepede, ormanda arkadaşınızla konuşurken fonda bir müzik sesi duyuyor musunuz? Ama, filimlerde bunu hep duyuyoruz. Bugüne kadar bırakın buna itiraz etmeyi, filim müzikleri ödülleri bile veriliyor.

Ya yakışıklı erkek oyuncu ile illâ dünya güzeli genç kız oyuncuya ne demeli? Sanki dünyanın bütün olayları, bütün aşkları dünya yakışıklısı bir erkekle, dünya güzeli bir kadın arasında geçiyor. Çirkinler yardımcı rollerde. Zaten, filim daha beyaz perdeye düşmeden oyuncuların güzellikleri bütün medyayı işgâl ediyor. Bilmem ki izleyici filmin konusunu mu merak ediyor, oynayanların güzelliğini ve yakışıklılığını mı?

Ancak, dünya sinemasında kendine güvenen bir iki yönetmen bu güzel ve yakışıklı oyunculara sığınma ilkesini yıkmıştır ki, zaten onlar dün de, bugün de, yarın da klasikleşmiş filimleriyle hep "Yönetmen" olarak kalacaklardır.

Bir de sinemanın büyüsü var değil mi? Düşünün bir odanın içinde iki kişinin oynadığı oynu hepimiz dikkatle izliyoruz. Oysa o odanın içinde ama bizim göremediğimiz alanda yönetmen var, suflör var, senarist var, ışıkcı var, kameraman var, sesci var, yardımcı yönetmen var, görüntü yönetmeni var... Ama bizler odada iki kişi ne yapıyor diye merakla izlemeye devam ediyoruz.

Ve tabi ki son ilginçlik: Bir sevişme sahnesi. Kadın ve erkek oyuncu yatakta. Üzerlerini ince bir çarşaf örtmüş. Belli ki akşamdan sabaha sevişmişler, ikisi de çıplak. Fakat, kadın yattığı yerden doğrulunca memelerini elleriyle kapatıyor. Ya da erkek ve ya kadın yataktan çırılçıplak kalkarken ve banyoya doğru giderken hemen üzerlerine bir şeyler giyiniyorlar. Yahu, siz değil miydiniz sabaha kadar aynı yatakta sevişenler? Şimdi bu çekingenlik ne? Filim olmasa o oyuncular aynı şekilde mi davranır? Yani bir kadın sabaha kadar seviştiği erkeğinin yanında otururken memelerini elleriyle örter mi?

Her halde bu da sinema dünyasının izleyiciden çekinmesi ama, filmin gerçekciliğinin de zedelenmesi.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..