Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Aralık '12

 
Kategori
Kitap
 

Kar'ın Eleştirisi

Kar'ın Eleştirisi
 

Kar Yıldızı, Orhan Pamuk


Osmanlı savaşarak yıkıldı; Türkiye savaşmadan yıkılıyor…

Orhan Pamuk’un “Kar” [1] romanı, Türkiye’de dinciler  ve etnik ayrılıkçılara karşı Kars’ta gerçekleştirilen sol bir darbenin hayali öyküsünü anlatıyor. Daha henüz cep telefonlarının piyasaya çıkmadığı 1990lu yıllarda Kars’ta, yerel bir askeri darbeyle ikinci bir devrim başlatılır. Yoğun kış koşulları nedeniyle Kars’ın çevre iller ve Ankara ile bağlantısı kesilmiştir.   Eğitim Enstitüsü Müdürünün türbanlı kızları derslere sokmadığı için dinciler tarafından öldürülmesini fırsat bilen  askerler ve Kemalistler garnizon komutanının önderliğinde  gericilere ve etnik ayrılıkçılara karşı bir darbe girişiminde bulunurlar. 

Tabi ki böyle bir darbenin  tarih ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığını, tamamen kurgusal olduğunu hemen belirtelim. Kars tarihinde  böyle sol bir darbe olmamıştır. Ancak, trajik olan şudur ki roman okura sanki böyle bir darbe gerçekten olmuş gibi sunuluyor. 

Etik ve yazınsal bir ilke olarak, eğer bir roman hayal ürünü bir takım olayları gerçekmiş gibi okura sunuyorsa, bu tür romanların başına “burada anlatılan olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup gerçekle hiçbir ilgisi yoktur” gibisinden uyarılar konur.  Okura böyle bir uyarı yapılmadığı gibi, tam tersi, romanın giriş bölümüne konmuş çeşitli yazarlardan yapılmış alıntılar romandaki olayların sanki gerçekten olmuş gibi görünmesine yol açıyor.  

Romanın ilk sayfasına yerleştirilmiş olan, Stendhal’in, “Edebi bir eserde siyaset, bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi kaba ama göz ardı edemeyeceğimiz bir şeydir. Şimdi çok çirkin şeylerden söz edeceğiz...” sözleri ile Browning, Dostoyevski ve Conrad’dan yapılan alıntılar, romanda anlatılanların okur tarafından gerçekten yaşanmış olaylarmış gibi algılanmasına yol açıyor. 

Diğer taraftan, Türkiye’yi iyi tanımayan Avrupalı ve Amerikalı okuyucu romanda geçen olayların gerçek olduğuna inanacak ve ülkemizi  çirkin olayların sahnelendiği bir üçüncü dünya ülkesi olarak algılayacaktır. Bu okuyucu yanlış yönlendirmek veya kandırmak  değilse nedir peki? Bu bağlamda, roman yayınlandıktan sonra, Orhan Pamuk şunları söylemiş: 

“Kars'ta böyle (İslamcı) bir hareket yok. Ama ben romanımda sanki böyle kuvvetli bir siyasal İslamcı hareket varmış, yüksek eğitim enstitüsüne türban taktıkları için, saç örtülerini çıkarmadıkları için alınmayan kızlar varmış, bunlar direniş yapıyormuş gibi olaylar anlattım. Karslılar haklı olarak buna itiraz edeceklerdir. Ama ben en sonunda onların hoşgörüsüne sığınıyorum ve bunun benim hayal gücüm olduğunu baştan söylüyorum.” (www.ntvmsnbc Kültür Sanat sitesi, Ruşen Çakır’ın Orhan Pamuk’la söyleşisi.)

Gerçi yukarıdaki söyleşide  romanda anlatılanların kendi hayal gücünden kaynaklandığını Pamuk “baştan söylüyorum” dese de,  ne romanın başında, ne de sonunda böyle bir uyarı ne yazık ki yok.  İşte etik dışı olan budur. Bu gerçekdışı öyküye Karslılar haklı olarak itiraz etseler de, etmeseler de, bu söyleşideki itiraf Orhan Pamuk’un geri dönülemez bir yanlışlık yaptığını zaten kendisinin de fark ettiğini göstermektedir.    

ROMAN  KİŞİLERİ

Romanın baş kahramanı Kerim Alakuşoğlu –kısaca “Ka” diye anılır- bir gazetenin muhabiri olarak Kars’ta bulunmaktadır. Kerim’in  amacı, bu kentte süregelen genç kız intiharlarını araştırmaktır. Kars’ta geçireceği 3 gün boyunca Kerim kendisini siyasal İslamcılar, etnik teröristler ve devrimci Kemalistlerin çatışması ve derin devletin tezgahladığı oyunlar arasında bulacaktır. Aynı zamanda şair olan Kerim bu kargaşa ortamında eski sevgilisi İpek ile de karşılaşacaktır. 

Roman üçüncü bir kişinin ağzından, bir anlatıcı tarafından okura sunuluyor. “Orhan bey” diye hitap edilen anlatıcı kendisinden  “romancı Orhan” diye söz ediyor ve “Rüya” adında bir de kızı var.  Yani böylece romanı anlatanın bizzat yazarın ta kendisi olduğunu anlıyoruz: Ferit Orhan Pamuk.  

 Pamuk’un arkadaşı ve adeta ikinci bir kopyası olan başkahraman şair  Kerim ya da    “Ka”,  Kars’a giderken, “Yeni Hayat” romanındaki başkahraman gibi tüm yaşamını değiştirecek bir yolculuğa çıkmaktadır. Kars kentinin gizemli havası, durmadan yağan kar, Kerim’i derinden etkileyecek ve şairimiz kar taneleriyle insanlar arasında bir bağ olduğuna inanmaya başlayacaktır. 

Andersen’in "Karlar Kraliçesi" öyküsündeki Kay ile Gerda gibi kar tanelerinden bazılarının yukarıya doğru yükseldiğini izleyen Kerim,  kendisini “Ka” yapan her şeyi hayali bir kar kristalinin altıgen geometrik şeması üzerinde işaretler; bu şema üzerindeki 19 noktaya Kars’ta yazacağı 19 şiirin isimlerini verir. 

Bu altıgen yıldızın şeması romanda 29.cu bölümün sonunda resmedilmiştir. Altı köşeli İsrail yıldızı Şaday’ı (Magen, Davut Yıldızı) anımsatan bu yıldıza Pamuk  “Kar, Gizli Simetri, Çikolata Kutusu, İntihar ve İktidar, Vurularak Ölmek, Aşk, Köpek” vs. gibi isimler taşıyan 19 şiiri yerleştirmiş. Ancak, şiirlerin metinleri romanda belirtilmiyor. 

Şair  Ka’nın inancına göre her insanın içsel yaşam haritasını gösteren böyle bir kar kristali var ve uzaktan birbirine benzer gibi görünen insanların, aslında ne kadar değişik, tuhaf ve anlaşılmaz oldukları ancak herkesin kar yıldızının çözümlemesi yapılarak bulunabiliyor. Pamuk, bu kar tanesi üzerindeki hayal, hafıza ve mantık dallarını İngiliz filozofu Bacon’un insan bilgisini sınıflandırdığı ağaçtan aldığını romanın 41.ci bölümde belirtiyor. 

Bazı fanatik Yahudilere özgü Mercedes yerine Peugeot kullanmak; Alman kültür ve sanatından, Nietzsche ve Wagner’den nefret etmek gibi saplantıları olmasa da, Ka, Almanya'da 12 yıl kalmasına rağmen, Alman kültüne direnmesini, Almanca öğrenmemesini büyük bir meziyet gibi savunur: 

 “Beni koruyan şey Almanca öğrenmemem oldu, dedi Ka. Vücudum Almancaya direndi ve sonunda saflığımı ve ruhumu korudum.” 

İçindeki her duyguyu şiir zanneden, yazacağı şiirleri unutuveren, şiirin sadece duygusal bir gerilim sonucunda doğduğuna inanan, “Yeni Hayat” romanındaki mastürbasyoncu roman kahramanı gibi sürekli “otuzbir çeken”, bunu uluorta dul sevgilisi İpek’e büyük marifetmiş gibi söylemekten utanmayan, sinirli, zayıf, huysuz bir şairdir Ka. 

“Türk şiiri” deyiminden bile rahatsız olan, bu kavramı “milliyetçi, gülünç ve zavallı bir kavram” olarak niteleyen Ka, şiirin sanki vahiy yoluyla ineceğine inanmaktadır. Oysa, şiir “gelmez”. İlhan Berk’in “Şiirin Gizli Tarihi”nde berkittiği gibi “getirilir” ! Bunun nasıl getirildiğini de ancak gerçek ozanlar bilir ! Şiir yazının belini getirmektir, der Berk. 

Ka, kadınları çarşaf içine sokmayan, yüzlerini örttürmeyen, huzuruna çıkmak için ayakkabı çıkarttırmayan, birilerinin elini öpüp diz çökme gerektirmeyen bir Allah aramaktadır. İyi güzel de bu kuşkusuz İslam’ın tanrısı değildir. “Dünyanın gizli simetrisi”ne dikkat kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah olduğuna inanır, ama bu Allah tarikatçıların arasında da değildir. Ama buna rağmen Kars'taki şeyh efendiyi ziyarete gittiğinde şeyhin elini öper Ka. Şeyh de onun elini öper. Ka’nın İslamcı lider “Lacivert” ile görüşmesi sırasında ise İslamcı liderin damdan düşercesine “Yahudiler bu yüzyılın en büyük mazlumlarıdır”  demesindeki paradoksal bildirimi doğrusu çözemedim.  

 “Yeni Hayat” romanındaki başkahraman gibi Ka da “çevresine hoş ve tuhaf bir ışık” yaymakta, bu ışığın bir kısmı da dul sevgilisi İpek’e yansımaktadır. Ama bu bir romantizm göstergesi değildir: Zira Ka ve İpek pornografik fanteziler içinde “hard sex" ten (sado-mazo cinsel ilişki) hoşlanmaktadırlar. Otel odasında şiddete dayalı cinsel birleşmeleri sırasında birbirlerine verdikleri acıdan zevk alırlar. 

Romanın en ilginç, bir o kadar gülünç ve gerçeğe yakın kişisi Kars’taki bu sol darbeyi yönlendiren, örgütleyen aydın tiplemesi, tiyatrocu Sunay Zaim'dir. Yaşamı boyunca “komünist, batı ajanı, sapık, Yehova Şahidi, p...venk” gibi muhtelif yaftalarla damgalanmış olan Zaim, Batılılaşmış herkesi gözü dönmüş dincilerden koruyacak laik bir ordunun gerektiğine inanmaktadır. Yoksa İslamcılar bu züppeleri ve onların “boyalı karılarını kör bıçakla kıtır kıtır” keseceklerdir. 

Zaim’e göre Tanrı’ya tek başına inanmak yeterli değildir. Önemli olan yoksulların inandığı gibi inanmak, onlar gibi olmaktır. Onların yediğini yer, onlarla birlikte yaşar, onların güldüğüne gülüp onların kızdığına kızarsan, ancak onların Allah’ına inanmanın mümkün olabileceğini savunur. Onlardan farklı bir hayat yaşayıp aynı Allah’a  inanmak asla mümkün değildir. O halde, sorunsal, bir akıl ve iman sorunsalı değil, tüm yaşamı kapsayan bir hayat-memat, ölüm-kalım sorunsalıdır. Zaim, zaten Allah’ın da bu durumu bilecek kadar adil olduğunu bilgece iddia eder:

“Allah meselenin bir iman ve akıl sorunu olduğunu değil, bütün bir hayat sorunu olduğunu bilecek kadar adildir.” der. 

29.cu bölümde yazar “Kar”dan sonra yazacağı ve “herkesten dikkatle sakladığı” yeni romanı hakkında ipucu veriyor: Romanın adı “Masumiyet Müzesi” ve konusu Almanya’da bulunan “hüzün verici çinko masaları” olan bir “Yahudi müzesi” ile ilgiliymiş. 

KARS TÜRK KENTİ Mİ?

Romanda öyle tuhaf ve anlamsız bir bildirim verilmek isteniyor ki, sanki yıkık dökük terkedilmiş kiliseler ve harabeye dönmüş görkemli eski binalarla dolu Kars, salt Ermeniler ve Rusların emeği ile inşa edilmiş, daha sonra Türkler kenti ele geçirerek tarihsel dokuyu tahrip etmişler !

 Oysa, tarihsel gerçekler Kars’ın maalesef (!) Türkler tarafından kurulmuş bir kent olduğunu gösteriyor ! Kentin adı Bulgar Türklerinin “Karsak” oymağından geliyor (İÖ 130). Demek ki, bölgede Türk egemenliğinin kurulduğu tarih çok eskilere, yüzyıllar öncesine dayanıyor. X. yüzyıla gelindiğinde Doğu Roma (Bizans) denetimine giren kent 1064te Selçuk sultanı Alpaslan tarafından fethediliyor. Bu tarihten sonra Türkler, Gürcüler, Moğollar, Karakoyunlular arasında el değiştiren Kars savaşlar sonunda harabeye dönecektir. 1534te Osmanlı-Türk egemenliğine giren kent 14 yıl boyunca onarılarak yeni baştan kurulur. 

XIX. yüzyıl başlarında Gürcistan’ı işgal ettikten sonra Kars’a saldıran Ruslar tüm uğraşlarına rağmen kenti ele geçiremez (1807). Kırım savaşı boyunca Kars’a yeniden saldıran Rus ordusu sonunda açlık ve koleraya yenik düşen kenti teslim alır (1855).   Buna rağmen Kars, Paris Antlaşmasıyla Osmanlı Devletine geri verilir, ancak, 23 yıl sonra Ayastefanos Antlaşmasıyla Ardahan ve Batum ile birlikte Rusya'ya bırakılır (1878). 39 sene Rus işgalinde kalan Kars ve Ardahan 1917 Sovyet devrimiyle Çarlık Rusya’sının yıkılmasından sonra, Brest-Litovsk Antlaşmasıyla Osmanlı'ya tekrar  geri verilir (1918) . 

I. Dünya Savaşı sonunda  bölgeyi işgal eden İngilizler kenti Ermeni ve Gürcülere bırakarak geri çekilir. 2 yıl daha Ermeni ve Gürcü işgalinde kalan Kars, Atatürk döneminde 1920de kurtarılır. 

Orhan Pamuk’un Kars’ı bir Ermeni-Rus kentiymiş gibi tanıtması ve “pazarlaması” gereksiz bir işgüzarlık ve kendi doğup büyüdüğü ülkesine karşı sevimsiz  bir edimdir. Anadolu ve Trakyadaki kentlerin geçmişi yüzyıllar öncesine kadar uzanır ve bir çok eski kültürün  izlerini taşırlar. 

İSLAM İNTİHARI YASAKLAR MI?

Romanın ana teması ve konusuyla hiçbir ilgisi olmayan Kuran ve İslamiyet’le ilgili bir takım söylemler rasgele sayfaların arasına serpiştirilmiş. Romanda iddia edildiği gibi İslam dininin intiharı yasakladığına dair bir öğreti Kuran’da yoktur. Tam tersi intiharı tavsiye etme eğilimi vardır: 

Hac Suresi: 15- “Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve ahrette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra (kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi giderecek mi?” (Kuran’ı Kerim Meali, Elmalılı M. Hamdi Yazır çevirisi). 

Yine romanda iddia edildiği gibi Nisa Suresi 29. ayette intiharı yasaklayan bir şey yazmaz:

Nisa Suresi 29- “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (Kuran’ı Kerim Meali, Elmalılı M. Hamdi Yazır çevirisi)

"İntihar" sözü, Türkçe çeviriler arasında bir tek Yaşar Nuri Öztürk’ün çevirisinde geçer:  “Birbirinizin canına kıymayın” ayetini Yaşar Nuri Öztürk “kendi canlarınıza kıymayın/intihar etmeyin” diye çevirir. Böyle bir “itekleme” çevirinin doğru olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak, söz konusu  ayette "iman edenlerin mallarını haksızlıkla yememesi ve mal uğruna birbirlerini öldürmemesi"nden söz edilmektedir. Dolayısıyla,   intiharla hiçbir ilgisi yoktur.

Ayetlerin anlamları esnetip, kaydırıp, çekip, uzatıp kapsama alanlarını genişleterek, eski söylemleri çağdaş düşünceye  uydurma yöntemi Mormonluk ile başlamıştır. Mormonlar kutsal kitapları olan Mormon Kitabı’ndaki ırkçı ve etik dışı söylemleri -kitabın yeni baskılarında- yumuşatarak ve törpüleyerek yayımlamakta ve bu yolla kendilerine taraftar kazanmaya çalışmaktadırlar. Böyle mormonik taktiklerle, kutsal kitapların metinsel anlamlarını tadil ederek, değiştirerek, güya onları çağdaş anlayışa uyumlu hale getirmeye çabalamanın hiç de  dürüst olmayan bir yaklaşım olduğunu belirtelim.  Yapılması gereken artık bu tür çağdışı kitapları rafa kaldırmak ve onları referans almamaktır. 

İSLAMCILAR

Romanın 34.cü bölümünde, Ka'nın, İslamcılar hakkında söylediği “ama inandıkları şeyler doğru değil” söylemi satırlar arasında kaynamış gitmiş. Oysa bu belki de romanın en çarpıcı, en önemli gerçeklerinden biri ve Orhan Pamuk’un verdiği çok önemli, gözüpek bir mesaj. 

Çünkü, eğer gerçekten inanılan şey doğru ise inancı savunmak doğru olur. İnanılan şey yanlış ise, yanlışı savunmak insanı çıkmaz sokaklara, bunalımlara, intiharlara sürükler. Bu nedenle, romandaki bir İslamcının dile getirdiği gibi 

“Bizler sabah namazını kaçırırız da günaha gireriz diye geceleri heyecandan uyuyamıyoruz. Her seferinde daha erkenden camiye koşuyoruz. Böylesine heyecanla inanan biri günah işlememek için her şeyi yapar, gerekirse diri diri derisinin yüzülmesine bile razı olur.”

diye kendi kendine gelin güvey olmanın kimseye bir faydası yoktur, kimseyi de kurtarmaz. Sorgulanması gereken, evrensel Tanrı’nın gerçekten böyle bir tapınmayı insandan isteyip istemediğidir. İslam’ın sorunsalı  Fazıl ismindeki bir  dincinin ağzından şu şekilde özetlenir: 

“Fakir ve önemsiziz, bütün mesele bu, dedi Fazıl tuhaf bir hırsla. Bizim zavallı hayatlarımızın insanlık tarihinde hiçbir yeri yok. En sonunda şu zavallı Kars şehrinde yaşayan hepimiz bir gün geberip gideceğiz. Kimse hatırlamayacak bizi, kimse ilgilenmeyecek bizimle. Kadınlar başlarına ne örtsün diye birbirlerini boğazlayan, kendi küçük ve saçma kavgaları içinde boğulan önemsiz kişiler olarak kalacağız.” 

ROMANDAKİ DİLBİLGİSİ HATALARI

“Yeni Hayat” da olduğu gibi bu romanda da dilbilgisi hataları, anlamını çözebilmek için iki üç kez okumak zorunda kaldığım yapısı bozuk, düşük cümleler, paragraflar arası kopukluk, özensiz bir Türkçe göze çarpıyor. Prof. Tahsin Yücel’in “Orhan Pamuk Türkçe bilmiyor” saptaması biraz abartılı da olsa doğru. Pamuk’a yapılan sert eleştirilerin temel nedeni de yazarın medya, basın ve dergilerce gereğinden fazla yüceltilmesi ve şişirilmesi olsa gerek. 

“Kar” tipik bir “pamuksal” roman. Romandaki dilbilgisi hatalarının ayrıntılarına girmek, dökümünü vermek, beni ve sizi gerçekten yoracağından bu işi bu konuların uzmanı Sn Hilmi Yavuz’a bırakıyorum. Ama yine de bir iki örnek vereyim: 

24.cü bölümde sanki canlıymış gibi “bir geminin organ”larından bahsedilmesi büyük romancıya yakışmayan küçük bir hata. 13. bölümde halkın moralinin bozmamak için hava sıcaklığının yöneticiler tarafından 5-6 derece “düşük” değil “yüksek” gösterilmesi gerekirdi. Düşük gösterilse hava daha soğuk, halkın morali de daha bozuk olur çünkü. 

Yine bu bölümde “İstanbul’da İpek ile kar hep daha çok yağsın isterlerdi” diye yatık bir cümle karşımıza çıkıyor, 29.cu bölümde “caminin üzerindeki birahane” gibi abuk bir söylem, 36.cı bölümde “bu aptal Kars kentinde” gibi sapkın deyişler görüyoruz.

44.cü bölümde dul İpek’in  “palto”sunu giymesi hiç şık olmamış. Böyle  bir hatanın da yüksek kentsoylu sosyetede asla kabul görmeyeceğini hemen belirtelim ! Efendim, hanımlar “manto”, erkekler “palto” giyer. Bu bence çok trajik, hatta skandalvari bir durum. Üstelik yazarın -cemiyet hayatının olağan bir görgü kuralı olarak- İpek’in mantosunu tutmaması da çok yakışıksız olmuş hani. Pamuk’un tek bir kitabını okumamış ama onu laf ola beri gele öve öve göklere çıkaran Boğaziçi ve Robert mezunlarının dikkatine sunarım. 

15.ci bölümün sonunda Türk kavramının aşağılanmaya çalışıldığı, ancak, bu yapılırken bile yine beceriksiz ve yetersiz bir anlatımın sergilendiği şu kör topal cümleye ne demeli bilemiyorum: 

“Arkasından sahneye 1960ların ünlü kalecisi Vural çıkıp İstanbul’da bir milli maçta İngilizlerden nasıl onbir gol yediğini aynı günlerde ünlü artistlerle yaşadığı aşklarla ve yaptığı şikelerle karıştırarak anlattıkları ve acı çekme ve Türk’ün eğlenceli zavallılığı havasıyla gülüşerek izlendi.” 

Pamuk’un Türkçe’ye ve Türkçe’nin inceliklerine yeteri kadar hakim olamaması, yeni sözcükler ve dilbilgisine önem vermemesinin nedeni yurt dışında uzun süre kalmasından kaynaklanıyor olabileceği gibi, nasıl olsa romanın yabancı dillere bu konuda uzman editörlerce gerekli metinsel düzeltmeler yapılarak çevrileceği inancından kaynaklıyor sanırım. 

PAMUK VE TERÖR

Ülkemizdeki teröristlerden onların söylemini aynen benimseyerek “Kürt milliyetçisi” veya “Kürt gerillası” olarak söz ediyor Pamuk. “Terörist” sözcüğü romanda hiç bir yerde geçmiyor, yok. Bu bağlamda, romanda “Kürt” sözcüğü ile birlikte “Ermeni” sözcüğü de gerekli gereksiz bölümler ve paragraflar arasına serpiştirilmiş. 

Örneğin, 19.cu bölümün ortalarında arka arkaya “Ermenilerden kalma (...) Ermeni evinin (...) eski Ermeni binası (...) bir başka eski Ermeni binası (...) eski ve boş bir Ermeni evinin” diyerek “Ermeni” sözcüğüne ısrarla vurgu yapılmasının; 20.ci ve 23.cü bölümde 8er kere, 31.ci bölümde de 24 kere “Kürt hademe (...) Kürt milliyetçiliği (...) Kürt milliyetçileri (...) Kürt milliyetçisi (...) Kürt bile olmadığı (...) bütün Kürtlerin (...) Kürt ağıtları (...) Kürt köyleri ” denilerek “Kürt” sözcüğünü abartılı bir şekilde tekrar tekrar vurgulamanın anlamı nedir?

Zannedersem artık herkes bu sorunun yanıtını biliyor. Kürtler sanki ABD’deki zenciler gibi horlanan, aşağılanan hizmetçilik, kapıcılık gibi basit işlerde çalışan, ikinci sınıf insanlarmış gibi tanımlanıyor. Tam bir Amerikalının veya bir Avrupalının duymak istediği şeyler. 

“Yeni Hayat” romanında olduğu gibi bu romanda da  “Atatürk resmi, Atatürk büstleri, heykelleri, Atatürk caddesi” vs. gibi Atatürk’ü çağrıştıran göstergeler ile ilgili alaycı bir takıntının sürdüğü, Atatürk’ün “başarısız” (22.ci bölüm) olduğunun vurgulanmak istendiği hemen göze çarpıyor. 

Roman başkahramanı ve onun bir kopyası olan yazarın doğduğu ülkenin topraklarına, ruhuna, insanlarına yabancı olduğu, gizli bir nefret ve tiksinti duyduğu seziliyor. Bir insanın doğup büyüdüğü topraklara karşı duyduğu patolojik nefretin bilinçaltı nedenleri ve nasılları üzerinde burada durmayacağım. Yoksa bu uzun ve acıklı bir öykü olacak ve asla sona ermeyecek ! Bunu izninizle geçiyorum.... 

Aziz Nesin bu ülkede yaşayanların % 60’ının aptal olduğunu söylemişti. Ama bu sözlerinden dolayı kimse ona gücenmemiş, kızmamış, kırılmamıştır. Çünkü Nesin yurtdışından gazel okumamış, bazı siyasal ve askeri erkanın yaptığı gibi yurt içinde suratı asık pozlar takınıp, yurt dışında ağzı kulaklarında güleç yüzle kameralara pozlar vermemiştir. 

Türk halkı kadar kendiyle alay eden, dalga geçen, kendi özeleştirisini yapan, yüksek bir mizah anlayışına sahip bir halk ender bulunur. Nasrettin Hoca tiplemesi, Bektaşi ve Laz fıkraları dünyadaki hiçbir ulusa nasip olmamıştır. İşte gidin bakın ülkede çıkan güldürü dergilerine, gidin bakın tiyatrolara… En ağır, en gülünç toplumsal yergiler, eleştiriler her gün Türk mizah dergilerinde, tiyatrolarında, televizyonlarında ve “yurdumun insanı” rumuzuyla internette sergileniyor. Halkımız Aziz Nesin, Kemal Sunal, Şener Şen, Ferhan Şensoy, Cem Yılmaz gibi kendisini yerden yere vuran güldürü ustalarına bayılıyor, onları seviyor. Ama Orhan Pamuk’u sevemiyor.  

Çünkü Orhan Pamuk yurt dışından gazel okumuş, bir İsviçre gazetesine “bu topraklarda 1 milyon Ermeni ve 40bin Kürt öldürülmüştür, kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor” diye övünerek Türkiye’yi şikayet etmiş, üstelik kahraman havalarına girmiş, ülke topraklarından  sanki lanetliymiş gibi söz etmiştir. 

Bu topraklarda 1 milyondan fazla veya az Kürt ve Ermeni öldürülmüş olabilir veya olmayabilir. Bu hala tartışılan bir konu. Tarihçiler bunun soykırım olup olmadığını araştırsın. Ama, diğer taraftan, niye bu topraklarda kaç Türk’ün, Türk vatandaşının öldüğünü, öldürüldüğünü sorgulamıyoruz? Teröre kurban gidenler, şehitler ve gaziler için roman yazılmıyor, ama caniler ve teröristlere övgü dolu romanlar  yazılabiliyor… Veya Kıbrıs’ta Rumların, Bosna’da Sırpların, Çeçenya’da Rusların veya İsrail’in Gazze ve Filistin’de sivil halka yaptığı kırımları sorgulamıyoruz? Anımsayalım: 6 Nisan 2002de Bülent Ecevit İsrail’in soykırım yaptığını açıkça söyleyen ilk Türk devlet adamı olmuştu. Ama sonra ne oldu? Akabinde iki kez Yahudi lobisinden özür dilemek zorunda kalmıştı değil mi? 

İmdi, ne diyelim? Orhan Pamuk söz konusu tutum ve sözlerinden ötürü sanırım halkımızca hiçbir zaman affedilmeyecek ve sevilemeyecektir. Dünyaca ünlü (!) ama ülkesinde sevilmeyen, dış güçlerce manipüle edilen, Jön Türk taklidi güdümlü bir yazar konumunda olmak çok acı bir şey olsa gerek. Zoraki romancıların dramı budur.

Orhan Pamuk acaba İsrail’de doğup büyüse ne olacaktı? İsrail’in politikalarını eleştirebilecek miydi veya Birleşmiş Milletler kararıyla ırkçılıkla aynı kategoride mahkum edilen “Siyonizm” aleyhinde yazılar yazabilecek miydi? “Bu topraklarda  yüzbinlerce Filistinli öldürülmüştür ve hala öldürülmektedir” diyebilecek miydi? 

Küreselleşme yanlılarının, akil adam veya bilge adamlığa soyunanlarının  ve postmodern gericilerin göremedikleri ya da görmek istemedikleri gerçek şudur: Türkiye Osmanlı’yı, hanedanlığı, hilafet ve şeriatı tasfiye ederek ilerlemiş ve gelişmiştir. Şimdi karşı devrimle bunun tam tersi yapılarak Türkiye’nin önü kesiliyor.

Ka’nın “Türk şiiri” deyiminden rahatsız olması, bu kavramı “milliyetçi, gülünç ve zavallı bir kavram” olarak görmesi; ama öte yandan  teröristlerden “Kürt milliyetçisi” veya “Kürt gerillası” olarak söz etmesi, romanda “terörist” sözcüğünün hiç bir yerde geçmesi; “Yeni Yaşam”ın başkahramanın da “bu ülke topraklarından tiksinmesi”nin arkasında yatan nedir ? Kuşkusuz, bunlar rasgele, öylesine söylenmiş, yazılmış sözler değildir. Bunlar, küresel misyon ve vizyon, hedef ve amaçlar gözetilerek yazılmış, bir planın ve programın parçasını oluşturan sözlerdir. Küresel misyon ve vizyona hizmet ödülünü getirmiştir. 

Oysa bakın, eski bir İspanyol sömürgesi olan, yakın tarihi bir düzine askeri darbelerle dolu, 12 milyon nüfuslu, öz dilini unutup İspanyolca konuşan, depremler ve uyuşturucu kaçakçılığıyla nam yapmış, fakir ve minicik bir orta Amerika ülkesinin yazarı, Miguel Angel Asturias yaşadığı kent, vatan toprağı ve insanlarına olan sevgisini nasıl dile getirmiş: 

“Benim şehrim, benim yurdum ! Tam yerine vardığıma inanabilmek için tekrarlıyorum ! Onun kutsal toprağı ! Ormanlarının sık yeleleri. Onun sonsuz dağları, gölleri. Kırk volkanın sırtları ve ağızları. Evim-ocağım, ve başka evler. Meydanlar ve kiliseler. Köprüler, kumlu caddelerin kavşaklarına gizlenmiş kulübeler. Arsız sütleğen kümeleri ve arapsaçı gibi birbirine geçmiş yollar. Çayırların kahırlarını sürükleyen ırmak. Yuka ağacının çiçekleri. Benim şehrim ! Benim yurdum !” (Guatemala Efsaneleri, M.A. Asturias, Cem Yayınevi, İstanbul, 1967, Çev. Tahir Alangu, s: 5) 

Bir muz cumhuriyetinin yazarına bakın, bir de bizim romancımıza bakın. Birisi ülkesini nasıl kutsuyor, nasıl yüceltiyor, ötekisi ülkesini nasıl aşağılıyor. Neden ? Neden ? Neden ? Guatemalalı Asturias 1967de Nobel ödülü aldı. 



[1] Kar, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak 2002

 

 
Toplam blog
: 129
: 1871
Kayıt tarihi
: 27.07.06
 
 

1968 yılından bu yana dinler tarihi, mitoloji, sosyoloji, antropoloji, dinbilim, teozofi, metafiz..