Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mart '16

 
Kategori
Deneme
 

Kayalar Anlatıyordu, Kendi Dillerince

Kayalar Anlatıyordu, Kendi Dillerince
 

Uçsuz bucaksız bir merada devasa birkaç kaya bulunurdu. Bu kayalar ki belki de binlerce yıldır orada öylesine duruyorlardı. Mağrur, gururlu ve yapayalnız. Doğada bu denli uzun zamandır bulunan bu kayalar diğer canlılara zarar verme kabiliyetine sahip değillerdi. Ancak sadece onlara koruma bazen yataklık bazen de felaketleri olurlardı. Kayalar ilginç canlılardır. Kimse onlara dikkat etmek zorunda değildir.                                               

Bu kayalar devasa büyüklüleri, mağrur ve mağdurlukları ile sessiz sedasız rüzgarda, fırtınada öylesine gururla dururken ara sıra da birbirleriyle sohbet ederler. Canlılar genellikle kendi ırkına düşmandır. Birbirleri ile savaşmak ve yok etmek aynı soydan canlıların özelliğidir. Öyle ki bir ağaç bile bir başka ağacın büyüyemez. Gün, güneş göremez ki büyüsün. O yüzden de salları gelişmez, kırılgan ve solgun olur. Tıpkı annesini kaybeden bir ceylan gibi.            

Birçok canlı için kaya sadece kayadır, aksesuardır, olsa da olur olmasa da. Hâlbuki diğer taraftan, canlılar kayalara nederece kayıtsız olsalar da bu durum kayaların moralini bozamazdı. Çünkü hem öyle bir hakları yoktu hem de tarzları değildi. Buna rağmen onlar her şeye şahit olurlar, hataları sevapları çareleri ve çaresizlikleri. Bir Çinli Filozof der ki: "Yeterince uzun süre bir nehrin kenarında beklerseniz, o nehrin tüm düşmanlarınızın cesetlerini birer birer taşıdığına tanık olursunuz" Gözünüzün önünden hepsi geçer ve giderler, sizin farkınıza bile varmazlar. Tıpkı kayalarda olduğu gibi. Kayalar kimi zaman üzerine tırmanıp çevreyi kolaçan eden insanlara teleskop tepesi vazifesi yaparken kimi zaman âşıklara buluşma yeri, kimi zaman da askerlere siper.

Daha geçen sene kayanın birinin üzerinde biten otu yemek için tırmanan o keçi yok mu? Son ve en uçtaki otu da yiyeceğim diye hamle yaptığında nasıl da tepetaklak kafası üstüne düşüvermiş, sonra yırtıcı hayvanlara yem olmuştu. Kayalar bu olaya sadece izlemiş ve olaya şahit olmuştu. En ufak bir acıma hissi belirtisi dahi göstermeksizin, sadece düşüşü izlemişler ve keçinin açgözlülüğüne çok kızmışlardı. Aşağıda uçsuz bucaksız çimenler vardı. Bu keçi gerçekten çok açgözlüydü. Bu kadar açgözlü olmasa yırtıcı hayvanlara yem olmayacak, belki kendisine bir eş bulacak yavrular yapacak neslini devam ettirecekti. Ama o açgözlülük yok muydu, o açgözlülük. Birkaç gün önce bir atlı kayalardan birine yanaşmış ve gölgesinde bohçasını açmış yemeğini yemiş, sonra biraz gölgede uyukladıktan sonra atına binip oradan uzaklaşmıştı. Doğada genel kurallar vardır ve size verilen görevler vardır. Sizin doğal şartlarınızın ne olduğu ile doğrudan alakalı olarak ister ağaç ister kuş, görevini ifa eder, sonra da göçer gider. Kimisi, keçi gibi açgözlülüğünün kurbanı olarak göçer, kimisi kayaların altına sahip olmak için savaşarak göçer gider. Ama kimse kaya kadar uzun kalamazdı bu doğada. Belki rüzgar ve damlayan sular yağmurlar zarar verse de kayalara onlar da kısa zamanda zarar veremezdi bu asırlara meydan okuyan kayalara. Ta ki modern asır denen zaman gelip çatmasaydı, belki sonsuza kadar kalabilirdi kayalar doğada mağrur ve yalnız. Bir gün çevrede bir maden bulunursa işte o zaman sonları olurdu bu kayaların. Kayalar dinamitle patlatılır, iş makineleriyle kırılır, elekten geçirilir kum ya da çakıl olurdu. Asfalta karışır, yol olurdu. Kum olur, bina olurdu. Her zaman insan denilen mahlukatın emrine itaat eder de yine de onu mutlu edemezdi. Tıpkı doğada bulunan hiç birşeyin insanı mutlu edemediği gibi. En sonunda yine insana hizmet eden taş "bak, sonun ne oldu"dercesine mezar taşı olurdu da insan yine anlamazdı, taşlaşmış yüreğiyle ne kayayı ne de doğayı.

Kendinden başkasını düşünmeyen insan mıydı taş, yoksa taş mıydı insan...
Kayaların hareket etmesi düşünülemezdi. Ancak, bu durum onları da nihayetinde Allah'ın yarattığı ve her yarattığını mutlaka bir nedene bağlı olarak yarattığını düşünmemek ise insana özgü bir şey olsa gerekti. Kendi yaradılış gayesini çözemeyen insan, kayaların yaradılışı hakkında kafa yoracak değildi ya. Öyle ya aslında hemen her topluma ait peygamberler, dinler ve kitaplar olmasına rağmen neredeyse hiçbiri ne kitabına, ne peygamberine ne de dininin emirlerine itaat etmeden yaşamaya devam ediyorlardı. Bu zaman dilimi ne zamana kadar sürecek bilinmez ancak dünya denilen yurtluk belki yazlık belki kışlıkta bu kadar kısa bir zaman diliminde kan revana çevirebiliyorlardı. Halen de kan ve revan içinde. Bazen insanlar dünyada olmasa nasıl olurdu diye düşünen birçok insan vardır. Ancak bu dünyada sesini duyurmaya çalışmak çoğunlukla sesinizi duyurabileceğiniz manasına gelmiyor. Fikrinizin değerinin önemi çoğu zaman önemi yok.Konuşsalar nelerden bahsedeler bilmek imkansız. Neticede onlar hakkında en azından bizim bir bilgimiz yok. Taşlardan en iyi anlayanlar da onları diğer varlıklara yaptığı gibi süs aracından başka bir şey yapmıyor. En fazla değer verilen taş, bir kraliçenin tacını süslüyor belki de bir mafya babasının bastonunu, başka bir şarlatanın belki de asasını. Diğerleri mi? Onlar sadece taş. Kaya ise kırılıp önce taşa dönüştürülüyor, sonra daha da ufalanıyor. Tıpkı bir insanı toprağın zamanla ufalaması gibi. Kendi soyunu yok etmek için yarım asırdan fazla zamandır icat etmediği silahı bırakmayan insan taşa mı acıyacaktı ki?

Kayalar, boş yere doğayı işgal eden kimi zaman gerekli, kimi zaman da çok gerekli taşlar. Öyle ki uğruna savaşların yapıldığı taşların babası kayalar. Belki de köşede öylece duran ama kimseye zararı olmayan herşeyi gören ve de duyan taşlaşmış kayalar. Benzetilmeleri de insanın kendine yakıştırdığı özellikler. Taşın kime ne zararı varsa. Taşlaşmış yürekten kast edilen kötü, acımasız insanlar kendi soyuna dünyayı dar ettiği gibi dünyayı çöle çeviren insanlığın neden olduğu bir yıkıma neden olmadıkları gibi, insanlar için değer kabul edilen, takı olarak kabul gören en değerli taşlar değil mi.

Bir su kaynağı vardır. Bu su kaynağı kimi zaman dağın zirvesinde. Kimi zaman deniz seviyesinden de aşağısında. Zirvedeki kaynak kirlenirse, kaynaktan çıkan suların tamamı kirlenir. O halde öncelikle kaynağın temizliğinin korunması gerek...

Herkes taa eski zamanlardan beri gökyüzüne baktı, yıldızları keşfetti. Yıldızların güneşin ayın hareketlerini izledi. Kimse taşların o kayalardaki ilginç belleğin farkına varmadı. Kayalar, bir hard disk gibi tüm tarihi belleklerine kaydettiler. Kimi zaman aşkları kazıdı yüzeylerine, kimi de tarihi olayları. Kimi zaman da büyük ihanetleri. İnsanoğlunun değerli bulduğu renkli renkli taşları en mahrem yerlerine kadar soktuklarından insanlarla ilgili tüm sırlara vakıf oldular. Şanssız olanlar ise, kırılıp asfalta karıştılar, yol oldular, çimento oldular, bina oldular. Ama her halükarda insanlarla iç içe oldular. Kimi zaman bir odanın duvarında gözlerini kapatmaya çalışan boyaları hafifçe aralayıp onlarla gülüp onlarla eğlendiler. Bazen bir göstericinin elinde taş olup beğenmedikleri, birinin, bir güvenlik görevlisinin kafasına inip yaraladılar, bazen de ölümlerinin nedeni oldular. Yere düşüp kimisi toprağa karıştı, kendisini kıran, parçalayan bedenlere yaren oldular bir müddet. Bedeni küçük küçük kurtların yediğine şahit oldular. Beden eridi yok oldu. Onlar kaldılar beklediler. Sonra bir başka insan güruhu gelip onları oradan söküp attılar. Bir zamanlar sessiz ve sakince yattıkları yataklarını "patates" veya "mısır" tarlası yaptılar. Taşlara verilen görev artık, bahçe duvarı olmaktı. Onu da yaptılar, yine sessiz sakin. O da bir zaman sonra bitti. Bahçelerin yerini binalar aldığında onlar çoktan bir iş makinesinin kucağında oradan oraya savruldular. Kimisi ise kısa süreli şanssızlık yaşayıp bina temeline konuldular. Derinlikleri sığ yapmak için, kuyulandılar, uzun süre boyunca. Artık gören gözler kapanmıştı. Sadece titreşimleri duyabiliyorlardı. Kiminin üstünde çocuklar oynuyor, kiminin üstünde klasik müzik eşliğinde dans ediliyor, kiminin üstünde ise insanlar üremeye çalışıyordu. Bu durum da sonsuza kadar sürmüyordu. Zina binayı yıkıyor, insanlar onları asla fark etmiyordu. Bir "Hacerul Esved" taşı mıydı ki onlar insanlar onları sevsin, okşasın. Genellikle kimse onların farkına varmazdı, taki yıllar geçip de içleri sararıncaya, morarıncaya, kızarıncaya kısacası uğradıkları zulümden renkten renge girinceye kadar. Gördükleri ihanetten sertleşip, elmas kıvamına gelinceye kadar fark edilmezlerdi. Fark edildikleri anda başka bir çile yolculuğu yeniden başlardı. Bir kuyumcuya bir süre misafir edilir, kuyumcu onu işler, keser, anlamlı anlamsız şekilden şekile sokar, mücevher yapardı. En değerlileri De Beers ailesinin olur, onlar tarafından pazarlanırdı. Kendine hayrı olmayan insanlar onlardan mutluluk beklerdi. Sahte bir sahip olma mutluluğu. Nasıl bir şeyse sahip olmak...

Zaman insanın oyuncağı mıydı? İnsan zamanın oyuncağı mı? İnsan aslında oyuncaktı zamana eğleniyordu bir süre. Taş olmaya kalıcı olmaya, var olmaya yok olmamaya çalışıyordu da beyhude uğraş içinde kendini öldürüyordu, kendini kırıyordu. Bir kılıç bir testere gibi kesiyordu da gün gelip paslanacağından habersiz, kesen dişlerin kesmeyeceğinden, doğanın öleceğinden habersiz. Altıncı kalp nakli olsan ne fayda. Altıncı, yedinci, yüz yedinci olsan ne fayda. Yarattığın ot mu var? Allah mısın ki baki kalacaksın. En fazla taşa sahip olsan ne fayda. Elindeki çakıl taşı kadar kalıcı olamayacaksın. Geldin ve döneceksin. Gelmene vesileler kılan, gitmen için vesile kılamaz mı sanıyorsun?
Her zaman insanlar taşları görmezden gelseler, de taşların onları görmezden gelmesi mümkün değildi. Taşlar konuşmazdı, insana göre. Taşlar duyamazdı. Taşlar, kayalar diğer tüm unsurlar gibi, hatta insanların çoğunluğu gibi dilsizdi. Yok hükmündeydi. Belki taşlar da konuşurlardı ama duymazdı hiçbir insan seslerini. Gördüğüne inanmayan duyduğuna inanmayan insan duymadığına mı inanacaktı? Hali hazırda binlerce Peygamber ve Kutsal Kitaplara rağmen birbirini yemekten utanmış mıydı? Akıllılar aptal, aptallar akıllı rolüne bürünmüştü. Dünya denilen yerkürede belki de en büyük aldatmaca, en uyanıkların, en sahtekârların en medeni rollere bürünmüş olmaları değil miydi? İlginçti, doğrusu yerküre. Ölümlüler, ölümsüzlük iksiri arıyordu. Beyhude ve umutla. Belki bulurlardı, henüz bulan olmamıştı. Bazı uyanık insanlar, uzun süre sağır ve dilsiz rolü yaparlar, kimileri de buna kör rolü eklerler. Aslında işte o zaman insanların haklarında ne konuştuğunu doğru insanı yanlış insanı o zaman kolaylıkla ayırabilirler. Düşünebiliyor musunuz? Karşınızdaki sizin kapı duvar kadar sağır olduğunuzdan kesinlikle emin. Ya da yarasadan bile gündüz daha kör. Nasıl olurdu? Evet, iyi oyuncuysanız ve onları ikna etmeyi becerdiyseniz, tüm sırlarını görmeniz, hakkınızda istediğiniz şeylerin bir kısmını göstermeniz halinde güç bir anlamda size geçmez miydi? Düşünün ki, sadece siz aslında her şeyden haberdarsınız, ancak onlar sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyorlar. Kral ve soytarısı gibi. Soytarılar, kralların en mahrem sırlarına vakıf olabilirken, krallar soytarıları hakkında en ufak bir bilgiye sahip değildir. Taşları insanlarla yan yana koyduğumuzda taşlar insanın her şeyini bilen sağır ve dilsiz taş rolü yapan çok akıllı yaratıklar olamaz mı? Neden? 

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..