Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '10

 
Kategori
Sosyoloji
 

Kazanmak ya da yenmek

Kazanmak ya da yenmek
 

KÖRDÖĞÜŞÜ


Kazanma ya da yenme olguları “kentsel toplumda” öyle bir noktaya geldi ki. Bu konuda bazı düşüncelerimi ve tespitlerimi ortaya koymak istiyorum.

Geçende, “Herkese Sağlık” isimli derginin, Ocak 2010 sayısını aldım. “Futbol bir hastalık mıdır?” konusu ilgimi çekti. Bu futbol konusuna dair başkaca kaynakları da uzunca bir süredir takip ettiğim için. (Ör: Futbol ve Küreselleşme, Pascal Boniface 2007 NTV yayınları.) Ayrıca, bir toplantıda tesadüf karşılaştığım uluslararası bir futbol menajeri ile enine boyuna konuşma imkanı buldum (Sn. Çağlar Ergin). Konu hakkında vardığım noktayı bir kaç cümlede sizlerle paylaşmak istedim. Yorum yaparken kendime dair yalnızca iktisadi değerlendirmemi işin içine kattım.

Portekizli diktatör, general Antonio de Oliveira Salazar “36 yıl boyunca ülkeyi, Fiesta (bayram), Fado (halk müziği), ve Futbol sayesinde yönettim” demişti. Yani, futbol’un toplum üzerindeki “ afyon / uyuşturma etkisini ” açıkça ifade etmiştir.

Sözlükte:

Spor: İ<ı>dman, önceden belirlenmiş kurallara göre, kişisel veya takım halinde yapılan yarışma ve rekabet amaçlı, kişisel eğlence veya mükemmelliğe ulaşmak için yapılan fiziksel aktivitelerdir.

Futbol: Dünyada en yaygın takım sporudur.

Taraftar: Bir spor dalında yarışan bir taraftan veya takımdan yana olmaya, desteklemeye, sempati duymaya denir.

Yazıyor.

Spor, Futbol ve Taraftar kelimelerinin sözlükteki karşılıkları bunlar. Gelgelelim Profesyonel futbolun sporla, taraftarın ise sempatizanlıkla ilgisi kaldı mı?

Sonuç:

Futbol İktisadi açıdan dünyanın en büyük sektörlerinden biri haline geldi. Peki olsun, ne güzel ne iyi. “Alın satın, alın satın ki, ekonomi canlansın” anlayışına göre harika. Canlı bir sektör. Hiç bir krizden etkilenmez.

Peki bir sektörde, bir üreten, birde tüketen ve aradaki zincir vardır. Bu sektörde kim kazanır, kim kaybeder? Öyle değimli biri harcayacak ki ötekide para kazansın.

Futbolda çeşitli kazanç noktaları var.

Bir; futbolcu artık bir emtia dır. Alınır, satılır hatta kiralanır. Yakında borsaya da kote olacaktır.

İkincisi; reklam gelirleri çok yüksek bir sektördür. Dünyada daha yükseği yoktur.

Üçüncü; kaynak ise seyirci ya da taraftar yani “bilet satın alan”, yerinde izleyen kitledir. Bunlar nakit yani en değerli kaynağı oluşturur.

Peki kim kazanır? “Ayrıca reklamı da aynı kitle yani seyirci tüketir.”

Global stratejik planını doğru yapan kazanır. Bütün büyük takımlar şirkettir artık. Bu durumda işin sporla hiç ilgisi kalmadığının bir göstergesidir. Doğrusu, “Falan Futbol kulübü derneğidir.” Ama bu kurumsal kimlik artık göstermeliktir. Asıl patron, “Falan A.Ş.” dir. Yukarıda belirttiğim, sohbet ettiğim menacer dostum. Brezilya ve Arjantin de, ihraç edilecek genç kalmadığından, komşu ve fakir ülkeler ve Afrika dan yoksul çocukları ithal edip, futbolcu olarak yetiştirdikten sonra, iyi fiyatlarla diğer ülkelere ihraç ettiklerini anlattı. Kendileri de o ülkelere gidip mal bir başka deyişle futbolcu satın almak için araştırma yapıyorlarmış. Anlaşılan şudur. Futbolcu bu ülkelerin en verimli ihracat malı olmuş. Bizim gibi ülkelerde oralardan futbolcu satın almıyor mu? zaten.

Bazı dostların “yahu biz de ne futbolcuları onlardan daha pahalıya Avrupa ya satıyoruz.” Dediğini sanıyorum. Zaten söylediğimde budur. Futbolcu emtia dır. Alınır satılır. Bunun parasını direk maça gidip bilet parası ödeyenler veya dolaylı olarak, digitürk, d-smart vs. futbol kanallarını satın alarak ya da kahvehane lokanta vs gibi yerlerin satın almasıyla daha bir çok yolla kısaca toplumun cebinden çıkmaktadır. Sizce başka kaybeden varmı?

İşin birde sokakta tezahür eden yanı var. O da “kavga dövüş. Evde surat asma. Arkadaşların kalbini kırma” vs.

Belki konuyu futbol üzerinden giderek anlattım. Fakat işin özü bir yenme-kazanma yarışıdır. Kentsel hanımlar..! giysilerini yarıştırıyor.

Arabalarının markalarını yarıştıran beyler ve hanımlar var.

Biz buna sınıf atlama psikolojisi diyoruz.

Bir başka yenme kazanma dürtüsü de trafikte normal bir hızla giderken yanından geçen arabaya yol vermemek için hızlanmaktır.

Yirmi şerit olarak geçilen köprü gişelerinden sonra herkes biri birine yol vermezse nasıl ulaşırız üç şeritlik köprüye.

Orada da yenme-kazanma dürtüsü yerinde durmuyor. “ben ona yol vermeyeceğim işte” diye, ne kibar hanımlarla tırlar ile çarpıştığını gördüm. (isim vermiyorum!)

Kendimi bunların hiç birinden hariç tutmuyorum. Peki egosunu tatmin etmekten başka ne işe yarar bu eylemler. Diğerinden üstün olmak için biri birini yenmek değil. Yutma, yok etme noktasına vardığının farkında olan kaç kişi var. Bir çoğumuz çocukluğumuzdan hatırlamalıyız. Monopol oynadık . Bugün hayat tıpkı monopol dür. Yeme, yutma, yenme, yok etme “tek hakim” olma, hiç değilse “hakimden yana”, onun korumasında olma içgüdüsü. Bunun siyasal boyutundan söz etmeme gerek yok.

Futbol da, fertte bulunmayan bir gücün şemsiyesi altında bulunma dürtüsü ile, “ait olma içgüdüsü” ile bu kapsama girdi artık. Spor değil yani.

Son söz: dileğim, sadece farkında olalım.

Bülent Selen

 
Toplam blog
: 89
: 985
Kayıt tarihi
: 09.07.10
 
 

Marmara Üniversitesinde  İşletme okudu. İstanbul Üniversitesinde yüksek lisans yaptı.  Dış Ticare..