Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ocak '14

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kendimi böcek gibi hissediyorum!

İnsanın kendisini böcek gibi hissettiği anlar vardır, bilirsiniz muhtemelen, mesela dört yaşında yanlışlıkla kırdığınız bir vazo, bir şekerlik sonrası babanızın ya da annenizin tepenize dikilip de gözlerini pörtletip haykırması, haykırmakla kalmayıp da pataklaması gibi…

Ya da, platonik olmayan bir aşk yaşarken karşı tarafın aşkının pek de sizinkine benzer şekilde olmadığını pat diye ayrılmanız sonucunda açılmayan telefonlarınız sonucunda öğrenmeniz gibi…

Hani konduramazsınız, ararsınız, ya telefon açılmaz, ya da açılsa da karşınızdaki ses size yabancıdır artık!

İnanamazsınız, ısrar ederseniz duymaktan hiç hoşlanmayacağınız şeyler duyarsınız…

Tüm hataları kendinizde arar, kendinizi yer bitirir yine de O’na toz konduramazsınız da, özür dilemek için aradığınızda istenilmediğiniz yüzünüze haykırılırken arka fonda şuh bir kahkaha duyarsınız ya…

Ya da, çocuğunuzu, ailenizi ve en önemlisi kendinizi arka planlara atıp da hayatınızın en önemli yerine işinizi koyduğunuz, deliler gibi çalışıp da, çıkarlarını koruduğunuz şirketin sizi gözünü kırpmadan ve de yalnızca başarılı olmanızı içine sindiremeyen basit ama kurnaz birine tercih ederek işten çıkartılmanız gibi…

******

Birilerinin ayakkabılarının altı ile ezilebilecek durumda olmak, yani daha nasıl açıkça anlatsam, kendini öyle ufak, öyle gereksiz, öyle istenmeyen hissetmek…

Nefret edildiğini düşünmek… Yok sayıldığın hissini yaşamak…

Ve… Üzerinde bir güç; diyor ki: Sen nesin, kimsin? Ayağımın altında ezeceğim bir böceksin!

******

Bütün yaşam enerjini emiyor; kendine olan güvenin, umutların, beklentilerin eriyor… İçindeki sevgi tohumları çürüyor! Elde değil!...

Olmadı, bir ağ örülmüş, o ağa düşmüş sineğin arkadaşı minik bir böceksin nihayetinde; ya örümcek yiyecek, ya da taban altında ezileceksin!

******

Hissettiklerim bunlar, fazlası var eksiği yok!...

Oysa yıldız olmayı ummuştum; mesela ilkokulda çok başarılı ve becerikliydim; törenler ben şiir okumadan geçmezdi, gösteriler keza…

Folklör oynadım, resim yaptım… Sesimi hiçbir müzik öğretmeni beğenmedi ama mandolin çaldım; hoş sesimi beğenmediler diye şarkı söylemedim mi sandınız? Ayy, çok hoşsunuz! Bulduğum her fırsatta dinleyenlerin kulaklarının içine ettim ama yine de içimden geldiği gibi şarkı söyledim! Heykel çalıştım, çabuk bırakmasaydım iyiydi ya, neyse…

Voleybol oynadım, masa tenisi…

Tam lise son sınıftayken babam iflas etti; cebinde gevrek parası varken almamayı tercih etmeyi öğrendim, bir gevreğin buram-buram kokusunun ise ne delirtici olduğunu…

Cebimde otobüs bileti varken kilometrelerce yürümemin aileme destek olabileceğini idrak ettim; ayakkabılarım vursa da, annemlere çaktırmamayı…

Kendi kendime çalışarak üniversite sınavlarına girdim, istediğim hukuktu, İzmir dışı yazamamıştım maddi durumlardan ötürü, yazsaydım İstanbul’da hukuk okuyacaktım.

Neyse… İngilizce Öğretmenliği okudum, saatler süren yollara severek katlanarak…

Demiştim ya, babam iflas etmişti, sabahın altısında annem kahvaltıyı hazırlardı, yanıma da tost koyardı. Yemek parası derdim olmasın diye…

(Rahmetli babam da asli görevinin yanı sıra, Askeri savcılık yazı işleri müdürüydü, bir yatırım yapmıştı, iflas etmişti, maaşına haciz geldiğinden dolayı pazarcılık yapmaya başlamıştı, izin günlerini kullanarak; bunu da bilin istedim. Böyle yılmaz anne ve babanın evladı olduğumu…)

Bir gün bir film gelmiş denildi, tam da bizim fakültede o sezon baş kitap olarak okutulan kitaptan esinlenilmiş: bundan iyi şans mı olur? Hem de İngilizce…

Gittik tabii ki; Tess of the D'Urbervilles, Thomas Hardy’nin romanından, film uzun mu uzun, acıktık mı, acıktık!

Arkadaşlar arasındakilerin hemen hepsi kolej mezunu, kimisi doktor çocuğu, kimisi mühendis, şirket sahibi…

Kıvranıyorlar yiyecek olan var mı yanında diye… Çantamda annemin sabahtan hazırladığı tost var, içi neli bilmiyorum, salça ve ucuz peynir de olabilir, salça, ucuz peynir ve sucuk da…

Söylemeye utanıyorum…

Sonrasında nasıl bir cesaret geldiyse, ya da merhamet mi, inanın hala tam adını koyamıyorum, bende bir şey var dedim!

Doktor, şirket sahiplerinin çocukları ortaya çıkartmaya utandığım tostu bir güzel yediler; bana da aldığım dersin acısı kaldı!

******

Aslında utanması gereken ben değildim, elbette, utanılacak durumda hissetmeme neden olanlar utanmalıydı!

Ne babam ne de annem beni utandırmadı, ne de ben onları!

Neyse…

O üniversiteyi bitirdim, bitirir bitirmez çalışma hayatına atıldım. Amacım oydu!...

Günü geldi anne oldum; iyi bir anne olmaktı amacım; oğlum yürümeye başladığından itibaren eline su götürmedim, kendi işini yapmasını öğrensin istedim.

Yalan-dolanlarla kafasını karıştırmak istemedim; ne polis ile korkuttum, ne de devlerle! 

Ne kırdığı vazo ile suçladım, hoş, tabii ki benim için değerli şeyler olduğunu ve kırmamaya dikkat ederse sevineceğimi söyleyerek, ne de Allah ile korkuttum!

Vicdanlı yetişmesini istedim bir tek, ahlaklı… Kendine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmamayı… Çocuğumu kurtlar sofrasına bir kuzu olarak ellerimle sundum; pişman mıyım derseniz, hayır, değilim! Kumaşımız bu…

******

Şimdi soruyorum: Bana kendimi böcek gibi hissettirenler nasıl bir geçmişten geliyorlar?

Bir eli yağda bir eli balda yetişmedilerse nasıl oluyor da reva görüyorlar?

Aman… Neyse ne… Bazı insanların güç elde edince yaptıkları mı, yapmak zorunda bırakıldıkları mı diye sorgulamaya girersek aynı kısır döngü ile karşılaşırız.

Birileri bir şeyler yapıyor, iyi-kötü birileri de dahil oluyor, sonrasında iyisi ve kötüsü bir şeylerin ortaya çıkmasını istemiyor. İki ucu boklu değnek; belki bir uçta ölüm var diğerinde yaşam, kim bilir!

İşte tam da bu durum: Öyle bir ağ örülmüş, içine düşen can havlinde!

Bizler de bu ağın içerisindeyiz, ya yem olacağız ya da birlik olup ağın ipliklerini kemireceğiz!

******

Bize kendimizi kötü hissettiren ebeveynlerimizin karşısına nasıl da büyüyerek çıktıysak, aşkımızın bizim kadar güçlü olmadığını anladığımız andan itibaren nasıl içimizi soğutmayı başardıysak… İşten çıkartanların bir süre sonra nasıl pişmanlık duyduklarını öğrendikten sonra güvenimizi tazelememiz gibi…

Çok şey yapılabilir arkadaş, bir silkelenmeye bakar!

******

Çok şey yapmıştım, yıldız olmayı ummuştum; sevgilim umursamasa bile toplum umursar demiştim. Toplumu da devletle bir tutmuştum; hiçbir şey olamadığımı yüzüme gözüme çarpanlar; böcek gibi hissettirenler: Evet, şu an kendimi böcek gibi hissediyorum, mutlu musunuz?

******

Ancak dibe vurmak diye bir kavram vardır; insanın tüm umudunun kaybolduğu, tüm tutulan dalların kırıldığı anlar…

O anlar bir dibe vurmak ve topuklamak anlarıdır; şaşarlar diplerden çıkışınıza… Bazıları yürekten alkışlar bazıları ise alkışlarken nasıl tekrar yerin dibine sokarız diye düşünmekteler.

Bizi böcek gibi hissettirmeye çalışanlar aslında kendileri böcektir de, bakmayın değilmiş gibi davranıyorlar!

Yoksa, bu kadar eğitim alan insanlar, bu kadar Atatürk’e kendiliğinden hayran olanlar “böcek” kadar taban altlarında ezilecek kadar aciz, asla, olamazlar!

 

http//twitter.com/Gulgunkaraoglu

gulgun_2006@hotmail.com

 
Toplam blog
: 1269
: 1343
Kayıt tarihi
: 18.09.07
 
 

İzmir, 1963 doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce bölümü mezunuyum ve özel bir şirkette ..