Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Eylül '07

 
Kategori
Mizah
 

Kestirme yolun sonu

O gece içinden eve gidesi gelmedi. Biliyordu ki daha kapıdan içeriye adımını atar atmaz karısı dırdıra başlayacaktı.

“İş buldun mu, para getirdin mi, çocukların halini görmüyor musun? Artık babamın evine gideceğim. Senin kahrını çekemiyorum, canıma yetti artık”, gibi sözlerini ezberlemişti.

Her gün aynı şeyleri işitmek, teraneleri dinlemek canına yetmişti. Bir gün bu kadını öldüresiye dövecekti ama ne zaman. Allahın bir günü sesini kesse de, kendisini dinlese, dışarıda ne oluyor, bitiyor anlatacaktı ama kim dinler. Yalnız o konuşuyor, evdekiler dinliyordu.

Beş çocukları vardı. Üçü kız, ikisi oğlandı. Oğlanlardan biri askere yeni gitmişti. Habire para isteyip duruyordu. Çocuk sanki askere değil de, tatile para yemeye gitmişti. Ondan, bundan borç alıp, asker parası göndermekten bıkmıştı.

O gün de akşama kadar dolaşmış, iş aramıştı. Ama ne gezer. Kim iş verirdi bu yaştaki adama. Mesleği şoförlüktü. Ağır vasıta ehliyeti vardı. Yıllarca şehirlerarası yolda direksiyon sallamış, tonlarca yük taşımıştı. Ama yaş ilerlemişti artık. Uzun yola dayanamıyordu. Hele günlerce evden uzakta kalmak daha zordu. Zaten karısıyla da arası bu yüzden açılmıştı. Bazen on beş, yirmi gün eve gelemiyordu. Geldiğinde de bitmiş, tükenmiş oluyordu. Her defasında 'Bir daha gitmeyeceğim' dese de, birkaç gün sonra ekmek parası için yine yollara düşüyordu. Yapacak başka bir işi yoktu çünkü, gitmek zorundaydı. Ancak son gidişinde yaptığı kaza her şeyin bitişi olmuştu. Hem işini kaybetmiş, hem de aylarca hapis yatmıştı. Yolcu otobüsüne çarpmıştı. Hem de alkollü olarak. Hızla giderken, karşı şeride geçip, otobüsle kafa kafaya çarpışmıştı. Tüm hata kendisindeydi. Sekizde sekiz suçlu bulunmuştu trafik polisinin raporuna göre. Kaza sırasında taşıdığı yükün tamamı kırılıp, döküldüğü gibi, kamyon da hurdaya dönmüştü. Tüm bunların yanı sıra çarptığı otobüste bulunan altı kişi yaşamını kaybetmiş, onlarca kişi de yaralanmıştı. Otobüsün kullanılamaz hele gelmesi de cabasıydı. Bu yüzden aylarca hapiste yatmıştı. Kamyonun freni patlasa, aşırı sürat nedeniyle direksiyon hakimiyetini kaybetse yine kendini savunabilirdi. Ama aşırı derecede alkollüydü ve bunun hiç bir şekilde savunulacak yanı yoktu.

Kendine göre tüm suç karısındaydı. Eğer yola çıkacağı gün fazla üzerine gelip, öfkelendirmeseydi, o kadar çok içmezdi. İçip de direksiyona çıkmazdı. İşte bu nedenle şimdi işsiz güçsüz biriydi.

Alkole daha fazla bağlanmış, içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak için içtikçe içer olmuştu. Oysa içtikçe sadece dertlerini unutuyor, içinde bulunduğu batağa daha fazla saplanıyordu.

Eşi dostu defalarca uyarmıştı kendisini bu kadar fazla içmenin sonu yoktur diye. Ama dinleyen kim. Daha doğrusu kimse kimsenin halinden anlamıyordu. Zevk için içtiğini sanıyorlardı. Oysa o, karısını her görüşünde aklına geçirdiği kaza, ölümüne neden olduğu insanlar, aylarca hapiste yatışı geliyor ve ceketinin iç cebinde taşıdığı rakı şişesini su katmadan kafasına dikiyordu. Ona göre çektiği acının, vicdan azabının tek suçlusu karısıydı.

Tartıştıkları zaman,

“Bir gün seni kendi ellerimle öldüreceğim, şükret ki çocukların var. Onlara acıyorum” diyordu.

Eski kamyon şoförü Hazım Karakuş'un yaşı elliye merdiven dayamıştı. Ama yılların verdiği yorgunluktan dolayı daha fazla gösteriyordu. Saçı, sakalı ağarmıştı.

Bıyıkları kalındı. Şoförlük yaptığı yıllarda arkadaşları kendisini 'Pala' diye çağırır, o da bundan gururlanırdı.

Adanalıydı. Adanalı olmaktan ayrı bir gurur duyardı. Başka şehirlerde 'Nerelisin?' diye sorduklarında 'Allahına kadar Adanalıyık' derdi. Bunu derken de gülerdi.

Kamyonunun arkasına 'Adananın yolları taştan, sen çıkardın beni baştan' yazdırmıştı, kocaman harflerle.

Yazıyı yazdırdığında kamyonunu yeni almıştı.
Mahalledeki bir kızı seviyordu. Kızın yaşı daha on altı, on yedi gibiydi. Uzak yoldan gelince kızı, evlerinin penceresinde gördüğünde içinde ılık ılık bir şeylerin eridiğini hissederdi. Kız da ona vurgundu. Kamyonun sesini tanır, hemen pencereye çıkardı. Öyle işveli, öyle edalı bakardı ki kız, kendisine, bir daha uzak yollara gidesi gelmezdi. Ama gitmek zorundaydı. İşte bu kıza duyduğu sevda yüzünden yazdırmıştı bu yazıyı.

Yazıyı yazdırdığı ilk gün kamyonu geri geri sokağa sokup, kızın yazıyı okuyabileceği bir şekilde park etmişti. Yazıyı okuyan herkes anlamıştı tabi olayı.

Ancak kısa bir süre sonra uzun bir yolculuğa çıkmıştı. İlk kez yurt dışına, bir Ortadoğu ülkesine yük götürüyordu. Verilen para iyiydi. Hayır diyememişti. Ama kader bu ya, ilk kazasını da orada yaptı. Küçük bir çocuk aniden önüne fırlayınca duramamış, çarpmıştı. Allahtan çocuk ölmemişti. Uzun süre tutuklu kalmıştı gurbet ellerde. Ailesi neredeyse ondan ümidini kesmişti. Kamyonuna da el koymuşlardı. Söylendiğine göre çocuğun ailesine tazminat olarak verilmişti. Sonradan duyduğuna göre çocuk yürüyemez olmuştu.

Kamyonu alan aile davadan vazgeçince kendisini salıvermişlerdi. Sekiz ay sonra döndüğünde sanki aradan on yıl geçmiş gibiydi. Üzüntüden çökmüştü. Oysa daha yirmi yedi yaşındaydı.

Ailesi bayram etmişti, kendisini görünce. Herkes bir daha dönemeyeceğini sanıp, ümidini kesmişti. Ama dönmüştü işte. Fakat kamyonu elden gitmişti. Ona üzülmüyordu. Onu üzen sevdiği kızın başkasına yar olmasıydı.

Ailesi, kızı başkasına vermişti. Kamyoncu sevgilisinin gidip de aylarca dönmemesi, kızın ümidi bitirmiş, kendisini isteyen başka birine evet demesine neden olmuştu. Kız evlenip, başka bir mahalleye taşınmıştı.

Kamyoncu Hazım, alkolle ondan sonra tanışmıştı. O güne kadar ağzına bir damla rakı değdirmeyen genç adam neredeyse alkolik olmuştu.

Döndükten sonra aylarca işsiz kalmıştı. Ruhen çöküntüye girmişti. Ailesi işini, sevdiğini kaybeden bu adamı yaşama bağlamanın tek yolu olarak evlendirmeyi görmüştü. Ve bir akraba kızıyla alelacele dünyaevine sokulmuştu. O da şu anki karısıydı.

Karısı, Kamyoncu Hazım'ın birine sevdalı olduğunu biliyordu. O yüzden ne o kocasına, ne de Hazım, karısına ısınmıştı.

Günler, aylar, yıllar hep kavga dövüş içinde geçti. Beş çocukları oldu ama tartışmaları bitmedi. Her karşı karşıya gelişlerinde karısı, sevdiği kızı hatırlatıp,

“Senin aklın onda kaldı. Öyle olmasaydı evine, yuvana bağlanırdın” derdi.

Oysa Hazım çoktan unutup, gitmişti. Karısı hatırlatmasa, aklına bile gelmezdi. Ama kadın geçimsizliklerini hep bunun üzerine kurmuştu. Tek neden oydu sanki.

İşte bu tartışmaların bir yenisini daha yaşamamak için o akşam eve gitmek istemedi. Hava sıcaktı. Bir şişe küçük rakı aldı, şalvarının cebine koydu. Biraz karışık çerez, bir iki meyve ile baraj kenarında dertlerini unutacaktı.

Eskibaraj kıyısına geldiğinde güneş daha batmamıştı. Bir çam ağacının altına oturdu. Gazete kağıdına sardığı rakı şişesini çıkardı, çerezi, meyveleri, rakıyı sardığı kağıdın üzerine yaydı. Sivri burun, yumurta topuk kundurasını çıkarıp yan tarafına bıraktı. Gün boyu dolaşmaktan yorulmuştu.

Oturduğu ağacın hemen ilerisiden su akıyordu. Barajdan kanala bırakılan su hızla ovaya doğru ilerliyordu. Pamuk ekili tarlalar bu suyla can veriyordu tohumlara.

Etraf sakindi. Yakınından geçen birkaç kişi ondan yana bakmamıştı bile. Ayyaşın biri diye içlerinden geçirmiş, sataşabilir endişesi ile hızlı adımlarla uzaklaşmışlardı.

Oysa o kadar isterdi dertleşebileceği bir arkadaşı, dostu olsun yanında. İçini döksün, rahatlasın.

Yoksulluğun boynu kopsun dedi içinden. Kamyonu varken ne de güzeldi her şey. Ne hayalleri vardı. Sevdiğini alacak.. Sevdiğine sarılacağı sıcacık bir yuva kuracak.. Boy boy çocukları olacaktı. Ama şimdi.. Bir ağaç altında tek başına susuz rakı içiyordu, alkolikler gibi.

“Pala'nın haline bak” dedi kendi kendine mırıldanarak. “Sen bu duruma düşecek adam mıydın Kamyoncu Pala” dedi, off çekerek.

Aradan oldukça uzun bir zaman geçmişti. Yaz mevsimi olduğu için hava geç kararıyordu. Ama etrafta kimse kalmamış, ıssızlaşmıştı. İçkisi de tükenmişti. Evi çok uzaktaydı. Gitmek için birkaç dolmuş değiştirmesi gerekiyordu. Dolmuşa verecek parası yoktu. Tüm parasını tüketmişti. Ayağa kalktı, önünden hızla akıp giden suya baktı.

Devlet Su İşleri’nin sulama kanalı evinin yakınından geçiyordu. Bu kanalda az yüzmemişti çocukluğunda. Hatta birkaç kez boğulma tehlikesi bile atlatmıştı. Ailesi o kadar yasakladığı halde, belediye zabıtaları, polisler kıyafetlerini suya attığı halde yüzmekten vazgeçmemişlerdi.

Bu yüzden Adana'da her yaz mevsimi onlarca çocuk, genç boğularak yaşamını kaybederdi. Bu ölüm şekli bu kentte yaşayan insanlar tarafından kanıksanmıştı. Hatta yaz geldiğinde gazetelerde, 'Damdan düşme ve boğulma sezonu açıldı' diye espriyle karışık haberler yayımlanırdı.

Kenar mahallelerde yaşayan Adanalılar, kanallarda serinlemenin yanı sıra sıcak havadan bunaldıkları için geceleri evlerinin damlarında yatarlardı. Bu yüzden çok sayıda genç, yaşlı, çocuk kafası, kolu, bacağı kırık halde hastanelere taşınırdı, yaz boyu.

Kamyoncu Hazım aklına gelen planı uygulamak için harekete geçti. Yerde duran ayakkabılarının bağlarını aldıktan sonra cebinden çıkardığı naylon bir poşete koydu, ağzını da iyice bağladı. Ayakkabının bağlarıyla şalvarının bilek kısmını üzerinden birkaç kez dolayarak bağladı. Kemer yerine geçen kuşak ipini de iyice sıkılaştırdı. Gömleğinin düğmelerini de açtı. Etrafına bakındı, kimse yoktu. Önce ayakkabılarının bulunduğu poşeti attı suya. Poşet suya düşer düşmez akıntıyla uzaklaştı. Amacı kanaldaki suya kendini bırakıp, eve kadar akıntıyla gitmekti. Bunu çocukluğunda defalarca yapmıştı. Kanal kenarına iyice yaklaşıp, balıklamasına atladı. Atladı ama daha suya girer girmez neye uğradığını şaşırdı. Kafasının üzerine betona çakılmıştı. Kanaldaki su yansıma yaptığı için derinliğini ölçememişti. Oysa yarım metre ya vardı ya yoktu. Bu kadar derinlikteki suya üç metre yükseklikten atlamak ise delilikti. Kendinden geçti. Başından akan kanlar suyu kızıla boyuyordu. Bu şekilde ne kadar gittiğini hatırlamıyordu.

Hastane odasında başı sargılı, yarı çıplak bir halde yatarken yüzünde aniden patlayıp sönen bir aydınlık hissetti. Sanki kanala atlayıp, başını beton zemine çarptığı andaki gibi bir şimşek çakmasına benziyordu.

Gözünü açtı, biri fotoğrafını çekiyordu. Sert bir yüz ifadesiyle,

- Hayrola, film mi çekiyoruz, dedi, fotoğrafını çeken gazeteciye.

- Hayır film çekmiyoruz da, sizin başınıza gelenler tam bir film hikayesi gibi. O kadar sığ bir suya neden balıklamasına atladınız. Çok mu sıcaktı?, diye cevap verdi gazeteci.

- Sıcaktan değil. Ayağım kaydı.

- Ama polis öyle demiyor. Görenler varmış. Kendiniz atlamışsınız. Derin olmadığını fark etmediniz mi?

- Fark etmedim. Hem size ne? Ha atlamışım, ha ayağım kayıp, düşmüşüm. Ne yapacaksın ki?

- Gazeteye yazacağım. Eğer doğruyu söylerseniz.

- O zaman gel otur yanıma anlatayım. Dinlemeye zamanın varsa tabi.

Kamyoncu Hazım anlattı, gazeteci dinledi. Sonunda,

- İşte böyle, dedi. Nasıl istersen yaz. Ama doğru yaz. Parasız olmak ayıp değil. Benim yaşadıklarım da ders olsun millete.

Gazeteci geçmiş olsun deyip, odadan çıktı. Gitmeden Kamyoncu Hazım'ın tedavisini yapan hemşireye durumunun nasıl olduğunu sordu.

Hemşire,

- Sağlık durumu iyi ama para durumu iyi değil. Bir sahibi, soranı da yok. Hastane ücretini ödemeden kaçabilir diye gözetim altında tutuyoruz. Yoksa başhekimlik parayı bizim maaşımızdan kesiyor.

Gazeteci teşekkür etti, hastaneden ayrıldı. İlginç bir yaşam öyküsü vardı. Kamyoncu Hazım'ın. Kestirmeden, para vermeden eve gitmek istemesi iyi bir haber olacaktı. Öyle de oldu.

Bir gün sonra gazeteci hastaneyi telefonla arayıp Kamyoncu Hazım'ın durumunu sordu hemşireye. Hemşire öfkeliydi.

- Demiştim size 'kaçacak' diye değil mi? Gece arkadaşları atlatıp, kaçmış. Ben de şu an onula ilgili raporu yazıyorum. Neyse ki benim nöbetimde kaçmadı. Yoksa parayı benden keserlerdi.

Gazeteci bir şey diyemedi, teşekkür etti, telefonu kapattı.

Kamyoncu Hazım, giyecek tek kıyafeti olmadan, ayakkabısız ve parasız acaba nasıl gitmişti evine. Evdekilere ne demişti? Belki de çarşafa sarılı birini gece yarısı kapıda gören karısı aklını oynatacak dereceye gelmişti...

Gazetecinin bunları öğrenmesi mümkün olmadı......

 
Toplam blog
: 121
: 1472
Kayıt tarihi
: 23.08.07
 
 

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunuyum. 28 yıllık g..