Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Kine Bakkaliyesi

Yan binmişsin eşeğe 

Kasketi de yıkmışsın afili 

Kaşın üstüne. 

Bir günün beyliği beylik 

Aldırma sat anasını; 

Olmazsa da olur 

“Mükeyyifat”tan sayılır 

Gaz, tuz ve şeker. 

Hadi sür 

Paçanın kokusunu aldı seninkiler! 

Küçük Yılmaz bekler şehir ekmeği 

He oğul, he! 

Senin de şanın var 

Hadi şöyle gir de köyden içeri 

Ayaklarını sallaya sallaya,  

Bozkulağı anırta anırta 

Ko desinler Şahmaran’ın bağı var! 

Enver Gökçe 

Tıstıs Hanım yaz sıcağından iyice bunalmış olduğu için, yavrularını getirip, gölgede mola verirken, kendisi de bir iki çırpınmanın ardından, biraz daha yüksekte bulunan Meleke Xelife’nin yeni yıktırdığı tandır damından arta kalan, duvarın “tekqe” sine (duvar içinde bir şeyler koymak için yapılan oyuk) çıkıp, orada oturdu ve yavrularını gözetim altına almaya başladı. Tıstıs Hanım, tam altında ayaklarını bir iki geri itip, olduğu yerde patinaj yaparak rahata ermişti ki, aniden kopup gelen “şak şuk” eden terlik sesleri ile huzuru kaçıp, boynunu teqeden ileri doğru uzattı. Gelenin Meleke Xelife’nin dul kızı Emine olduğunu hemen anlamasına rağmen, yine de merakla uzun uzadıya baktı. Emine topal olduğu için yürürken terliklerinin (şımık) çıkarmış olduğu gürültüde teknik bir ahenksizlik vardı. Her nedense Tıstıs Hanım’la Topal Emine’nin arasındaki ilişkide de, terliklerdeki ses düzensizliğine benzer alabildiğine bir uyumsuzluk ve iticilik hakimdi. Tıstıs Hanım Emine‘yi görür görmez oturduğu teqenin içinde ayağa kalkıp, boynunu son kertesine kadar uzatarak, olanca gücüyle “tısılamaya” başladı. Hep bu tıslamalardandır ki, Emine kendisini “Tıstıs Hanım” diye adlandırdı. Emine giydiği allı güllü çıntının içinde şişmanca olan bedenini kamufle edip, topallayarak Tıstıs Hanım’ın verdiği gözdağına hiç aldırmadan, kazlarına doğru yürüdü. Emine’nin kocası bir kaç yıl önce ölünce, çocuğu da olmadığından, rahmetlinin evini terki revan ederek, tekrardan anasının yanına gelip, yerleşmişti. Kocasının ölümünden sonra kendisini uzun süre çok berbat hissetmişti. Zaman zaman öylesine kötü duygulara kapılıyordu ki, sanki kısa olan boyu daha da kısalmış, kırmızı ve dolgun suratı daha bir yuvarlaklaşıp, allaşmış, ayağının aksaklığı da daha bir beter olmuştu. Ama bugün onun için çok önemli bir gündü. Evet en nihayetinde bunca yıl çile dolu dul yaşamanın ardından, Kaman’ın Türk köylerinden biri olan Armutlu’dan, karısı dört ay önce ölen Rüknettin Efendi, anası, babası ve Camili Köyünde hatırı sayılır çerçilerden kendi köylüsü Babadostu’nu da yanına alıp (bu referansı da kullanarak pozisyonunu güçlendirmiş olarak); Emine’yi anasından Allah’ın emri Peygamberin kavliyle isteyecekti. Kaman’ın bu Türk köylüleri her nedense son zamanlarda çevre köylerde bulunan gelinlik Kürt kızlarına ve dul kadınlara rağbet gösterir hale gelmişlerdi. Bu köylerde Kürt gelini dendiği zaman akan sular duruyor, bu konuda konuşulagelen kelimeler çalışkanlığı, temizliği, kocasına bağlılığı ve namuslu bir ev kadınını çağrıştırıyordu. Tıpkı araba alırken Mercedes marka arabaya olan güven ve itimatta olduğu gibi, Kürt gelinlerinin de ünü bu yörede başını alıp, gitmişti. Tercihler gözle görülür bir artışla bu yöndeydi ve bu albeninin grafiği gün geçtikçe yukarılara doğru seyrediyordu. Köylerin bağlarında, ceviz ağaçlarının gölgelerinde, çeşmelerin başında ve duvar diplerinde bir araya gelen kaynanalar birbirlerine Kürt gelinlerine dair methiyelerini diziyor, övgü üstüne övgü yağdırıyorlardı. Bu nedenle, oluşan pazar açığı gün geçtikçe büyüyor, arz ve talep dengesi alt üst oluyordu. Gelişmeler bu yönde baş gösterince, en nihayetinde Emine’ye de aydınlık bir gün doğuyor, evde kalma korkusunu içinden hiç söküp atamayan Emine’ye de böylelikle, yuvasından ikinci bir uçuş için sıra gelmiş oluyordu. 

O gün Emine erkenden kalkmış, aceleyle bir şeyler atıştırmış, evinin önünü bir güzelce Bîre Heceli’nin yamacındaki tepeden topladığı; köyde çalgı dedikleri süpürge ile süpürmüş, yine Bire Heceli’nin tarafında sergin toplamaya giden annesinin yokluğunu fırsat bilerek, evini bir güzel havalandırmış, çardağını da pırıl pırıl yıkayıp, kilimlerin (gelte cülhe) üstüne sıra sıra kabarttığı minderler koymuştu. Misafirleri gelip, bu kazları görsün, onların çıkardıkları tıss tısss sesleriyle rahatsız etsin istemediği gibi, misafirlerinin göz zevklerinin de bu asık suratlı, yılan bakışlı canavarlarla bozulsun, istemiyordu elbette. Ak pak ettiği ortalığın da, bu mendebur kazlar tarafından kirletilip, icra eylediği onca maharetten dolayı alacağı pozitif değerlendirmelerin, oranını da gerilere çekmek istemiyordu. O nedenle, Emine yerden yalpalıya yalpalıya gidip duvar dibine koyduğu çalgıyı alıp, onu Tıs Tıs Xanim’a silah gibi göstererek, zoraki de olsa kazlarının, evinin önünden ayrılmalarını sağladı. Önde Tıstıs Hanım, ardında epeyce büyüyüp, artık kesimlik hale gelen yedi yavrusu, kendilerini sağlı sollu sallayarak isteksizce evin önünü terk ettiler. Lakin Meleke Xelife’nin evi ile yıktırdığı tandır damından arta kalan duvarın köşesi arasındaki dar boğazı, SAS komandolarının uçuşlarını aratmayacak bir şekilde birer birer deneyimli hareketlerle atlayıp, evin diğer tarafına geçip, köy mezarlığı yönündeki evlere doğru harekete geçtiler. 

Meleke Xelife’nin kaz sürüsü bir kaç evi geride bırakıp, Heydoyu Kıne’nin bakkal dükkanın önüne geldiler. Onlar için uzun sayılabilecek olan bu yolu paytak paytak bir yürüyüşle ve askeri bir disiplinle, üstüne üstlük kazlardan beklenmeyen hiyerarşik bir sıralama ile tıss tıss sesleri çıkarıp, etraflarına adeta korku salarak geldiler. 

Heydoyu Kine köyde ilk kapitalist ilişkilerin yerine oturmasında katkısı olan, hal böyle olunca da bir yerde Camili Köyü’nde çağ kapatıp çağ açan bir insan olma unvanını taşıyordu. Bilindiği üzre, Kıne kürtçede kısa – bodur anlamına geliyor. Kısa’nın, Bodur’un oğlu Heydo demekti ki, Türkçede birisini böyle adlandırmak hakaret sayıldığı halde, kürtçede böylesi kelimeler herhangi bir tehlike oluşturmadığı gibi, bu gayet doğaldır da. Diğer yandan Köydeki en eski bakkal olma özelliğini o taşıyordu. Ufak tefek, bakımsız, kendi halinde bir insandı. Seyrek bıyıklarını üstünden sürekli kırpar, onların bakımını ihmal etmez, bu kafada küçük kırışıkça bir fötr şapka taşırdı. Söz konusu bu küçücük kafasında, birbirine çok yakın bir mesafede yer alan solgun gözleriyle garip garip etrafına bakardı. İnsanların içine pek çıkmaz, camiye veya köy meydanına da yolunu hiç düşürmemeye çalışır, herkesten uzak ve kendi halinde iki bölümden oluşan, kırmızıya yakın renkte toprak çamurla sıvanmış evinde yaşardı. Bu iki bölümden oluşan evinin, bir odasını yatmak için, diğer odasını da bakkal dükkanı olarak kullanıyordu. Heydoyu Kıne iyice incelendiğinde tam Camili Köyünün “Süleyman efendisi” gibiydi. O da olur olmaz her zaman Allah´ın adını anmazdı. Topuğu hep geniş ayakkabılar kullandığı için vurmazdı, ama o ancak ne zaman ki fareler dükkanını basıp, eşyalarını yediğinde, zorunlu olarak bu mukaddes kelimeyi telaffuz ederdi. Şiirdeki Süleyman Efendi kadar günahsız olup olmadığı da ayrı bir muamma olsa gerek. 

Bir hafta önce dükkanına mal almak üzere Kaman’in Çarşamba Pazarına gitmek üzere Mamiki Omer’in evini geçip, şose yola çıkarken Mamıki Omer tavşan ve keklik avına çıkmak üzere tüfeğini hazırlıyor, oğlu Fahrettin’de babasının binmesi için boz eşeklerinin sırtına palan atıyordu. Fahrettin’ in küçüğü ikinci oğlu Deli İsmail de tornetine binmek için ön hazırlık yapıyordu. Mamiki Omer köyde av gibi lüks bir hobisi olan tek insandı. Köyün içinde yer alan tek üzüm bağı da karısı Zeynebe Tırk’e aitti. Zeynebe Tırk sabah şafakla birlikte kalkar, üzüm ağaçlarının diplerini tek tek çapalar, üzümlerine dadanan kuşları korkutmak için bezle birbirine tutuşturduğu bir kısa birde uzun tahtayı haç işareti gibi yaparak, komik komik bostan korkulukları hazırlar, onları bağının içine dikerdi. Oğlu İsmail aslında çok zeki ve o küçük yaşına rağmen oldukça becerikli bir çocuktu. Elinden teneke makası eksik olmaz, bulup buluşturduğu tenekeleri kırpıp kırpıp bir çok oyuncak yapar, pillerle elektrik düzenekleri geliştirirdi. Böylesine şarj eden bir kafayı ve beceriyi çekememiş olacaklar ki, köylüler onu Deli İsmail olarak adlandırıyorlardı. Mamiki Omer’in büyük oğlu Fahrettin ise yüksek ihtisasını o sıralar duvar ustalığında hemen hemen tamamlamak üzereydi. Baba oğul, aniden Heydoyu Kıne’yi dışarıda sabahın köründe görünce, çok şaşırdılar. Her ikisi de kendisine garip garip bakıp, selam verdiler. Heydoyu Kıne’yi dışarıda görmek, Avrupada’ki yabancılara yönelik getto halini almış mahallelerde, o ülkenin yerlilerinden birini onca yabancının arasında görüp; “bunun burada ne işi var” demek gibi bir olaydı. Çok geçmeden Heydoyu Kıne yolun kenarına gidip, dizlerinin üzerinde biraz yaylanıp, ısınma hareketleri yaptıktan sonra, olduğu yerde istifini hiç bozmadan çökerek, Kaman’a gidecek olan aracı beklemeye başladı. Yaklaşık yarım saat kadar sonra, köylülerin markasından dolayı “Tames” dedikleri hapishane arabasını andırır, arkası tamamen kapalı ve tek penceresi olmayan boyaları tamamen kel bir kafa gibi dökülmüş, hangi renk olduğu artık ayırt edilemeyen, eğri büğrü, devrilecekmiş gibi seyreden, kamyonvari araç gelip, Heydoyu Kine’nin yanında durdu. Heydoyu Kıne arka kapıyı açıp, güçlükle Tamese binmeye çalışırken, araçta bulunanlardan hayırsever bir köylü elinden tutup, binmesine yardımcı oldu. Tamesin içi Çarşamba günü olduğu için yine tıklım tıklımdı. Çevre köylülerden pek çok kişi her türlü gereksinimini karşılamak üzere Kaman’a gidiyordu. Allah’tan araç sahibi, arabanın tavanına küçük bir ampul sallandırmıştı. Bu ampulün etrafına saldığı loş ve romantik ışıktan değilde, oturacak yer olmadığından, yolcuların çoğu birbirleri ile tutunup, birbirlerinin omuzlarına ellerini koymuşlar, sabahın köründe, sarımsak ve envayı çeşit baharatın kokusu, yolcuların salmış olduğu ter kokuları ve Tamesin açılmış olan dört bir yanından şose yolun tozları doluşup, bu kokulara karışıyordu. Camili’den sonra gelen Küçük Camili’den de yolcularını alacak olan Tames, gerisin geri dönüp, Kaman’a doğru yol alacaktı. Küçük Camili’den yolun kenarında Kado ve Dişo adlı köylüler Tamesin gelmesini bekliyorlardı. Onlarda arabaya binip tekrar Camili Köyünden geçip, Bektaşlı Köyünde (Rostıka) yolcu olmadığından yoluna devam etti. Dalkıranlar Köyün’e (Günde Heştiyer) geldiklerinde Bakkal Havıs’da Tamesin yolunu bekliyordu. Orta boylu şişmanca bir yapıya sahip olan Havıs, büyük bedeninde yer alan irice kafasını hiçte sempatik olmayan bir sakalla donatmıştı ki, buna var olan telaşı ve yaz sıcağında üst üste giymiş olduğu elbiseler ve de telaşlı nefes alış verişleri de eklenince, insan ister istemez onu baştan aşağı süzmek zorunda kalıyordu. Havıs da Tameste yerini büyük bir güçlükle alınca, balık istifi yola devam eden Tames, son müşteri olarak Kuyular Köyünden (Emera) de, elma şekerini andıran kırmızılıkta bir kafaya sahip olan Eli Sor’u da alıp, her beş dakikada bir gaz çıkararak “tıızztlayıp” nihayet Kaman’a geldi. Yolcular teker teker indiklerinde ancak Tameste kimlerin olduğunu görebilmişlerdi. Heydoyu Kıne, yolcular arasında meslektaşı Havıs’ı görünce hemen onun yanına gidip, kısaca hal hatır sorduktan sonra dükkanlarına alış veriş yapmak üzere pazar meydanının yolunu tuttular. Havıs’ın işleri bir hayli tıkırında gidiyordu, Allah tam olarak “yürü ya kulum demediyse de” o haline şükrediyordu. Tüm Heciban köylerinde ve diğer çevre Kürt köylerinde şerbet şekeri ile ünlenmiş, bir yerde bu şekerde markalaşarak patentini de almış gibiydi. Karıştırıldığı suya kırmızı bir boya ve tarçın kokusu veren bu şeker türü, yörede “Şekiri Hevis” olarak anılırdı. Her düğünde bu şekerden kilolarca alınır, gelen misafirlere bundan şerbet yapılıp, ikram edilirdi. Düğünlerin haricinde hemen hemen her evde bu şekerden çocukların erişemeyeceği bir yerde saklanarak, her gelen hatırı sayılır misafire yine bu şerbetten yapılıp, verilirdi. 

Havıs pek çok alışveriş yaptı. Kasalarla domates, salatalık, soğan ve de karpuz aldı. Heydoyu Kıne ancak bir kaç parça mal alabildi. Satamamak kaygısıyla elini cebine atamıyordu. İşleri zaten oldukça kesattı. Havıs, Heydoyu Kıne’nin fazla bir şey almadığını görünce onu karpuz almaya teşfik etti. 

“Heydo, biremin hava pır xaşe, ji bona we, millet zebeş duwxe. Weri teni ki zebeş ji tü bistini. - Heydo, kardeş bak havalar çok iyi gidiyor, o nedenle millet çok karpuz yiyor. Gel biraz karpuz da sen al”. 

Israr üzerine, Heydoyu Kine de daha fazla dayanamayıp belki satılır umuduyla, o da iki kasa karpuz aldı. Aldıkları tüm malı yine “tıızztlayan” Tamese bindirip, köyün yolunu tuttular. Aradan bir hafta geçmesine rağmen Heydoyu Kıne’ye Allah’ın hiç bir kulu gelip karpuz almayınca, karpuzlar olduğu gibi elinde kalarak, çürümekle karşı karşıya geldiler. Heydoyu Kıne her sabah uyandığında, ilk önce gidip, karpuzlarına bakıyordu. Bir hafta gibi zaman geçince karpuzlarda yavaş yavaş çürümeler başladı. Mübareklerden bir tanesini dahi, kesip yemeye kıyamıyordu. Sabah akşam Havız’a küfrediyor, ona uyup bu kadar karpuz aldığı için de kendisini affetmiyordu. Ama sonuçta dayanamayıp, eline bıçağı aldı. Karpuzu kesecekti fakat elleri tirtir titriyordu. Belki de Hz. İbrahim Peygamber’in eli dahi, oğlu İsmail’i kurban etmesi gerektiği kendisine buyrulduğunda, bu kadar titrememişti. Sonuçta uzunca bir hesap kitap işinden sonra, karpuzlardan birini kurban ettiyse de, öncesinde ve sonrasında gökten hiç bir şey inmedi, olan karpuza olmuştu. Kurbanın içi iyice geçmişti, öyle olmasına rağmen oturup, büyük bir aceleyle, ardında atlı kovalıyormuşçasına büyükçe bir kısmını bir güzel yiyip, bitirdi. Kesim işini iyi yapamadığından dolayı kabuklar bayağı kemirilecek cinstendi. Kabukları toplayıp, bir tenekeye doldurdu. Bu sırada oradan geçmekte olan mahalleli iki çocuk, böylesine yağlı kabukları görünce, oturup onları bir güzel kemirdiler. Kemirdikleri kabuklardan iki tanesini alıp, bir tanesinden araba gövdesi, diğerinden de tekerlek yapıp çöple tutturarak, buldukları bir ip parçasına bağlayıp, oradan yeni bir oyuncakla savuşurlarken, Meleke Xelife’nin kazları da dükkanın önüne gelmişlerdi. Çocuklardan sonra üçüncü gümrük işlemi kazlar tarafından büyük bir seremoni ile kanatlar çırpılarak, Concord uçakları gibi uçarak, hızla koşarak hedefe varılıp, yapıldı. Kabuklar iki üç dakika gibi bir sürede midelere indirilirken, Tıstıs Hanım başka bir yöne gidilmek üzere güzergahı belirleyip, hep birlikte oradan uzaklaştılar. Tam bu sırada da Emine’nin görücüleri gelip, çardakta yerlerini almışlar, Meleke Helife de sergin toplamaktan yeni dönmüştü. Önüne bağladığı serginle dolu peştemalini misafirlerine göstermemeye çalışarak, yavaşça çözüp, içindeki boy boy ve çeşitli hayvanlara ait üretimleri, duvarın dibine dökerken, üstünden sanki büyük bir yük kalktı. Emine büyük bir telaşla mutfağa gidip, ayran yapma hazırlığına başlamıştı. Hayırlısı ile yeniden gelin olup, ikinci baharını yaşayacaktı. Emine’de bir Türk köyüne gidip, kürtleri en iyi şekilde temsil edecekti. 

Heydoyu Kine karpuzunu çürükte olsa, çoktan beri midesine indirmiş, hızla geçen zaman yavaş yavaş akşam karanlığını getirdiğinden, midesi zil çalarak, guruldamaya başlamıştı. Ne yapıp, ne yiyeceğini yine bilemiyordu. Aklına Deli İsmail’in tahin helvası almak için getirdiği iki tane tavuk yumurtası geldi. İşleri çok çok durgundu, tüm gün boyunca bir tek İsmail ve Kereyi Ebdil müşteri olarak gelmişti. Oturduğu yerden yavaş yavaş kalkarken, dükkanından tıkırtı seslerinin geldiğini duyup, bu gürültünün farelerden olduğunu hemen anlayarak hışımla içeri daldı. Olan olmuştu, fareler yine bir sürü bisküviyi kemirerek iç etmişlerdi. Çaresizce bağırıp çağırıp, dağarcığındaki bütün küfürleri art arda savurdu. Bu canavarların karşısında ne kadar da zavallıydı. Bisküvilere mi, yoksa çürüyüp giden karpuzlarına mı yansındı. Biçare bir şekilde yandaki odasına geçti. Pompalı, sarı pirinçten yapılan gaz ocağını ustalıkla biraz pompalayıp, yaktı ve tavayı üzerine koyduktan sonra bir kaşık Vita yağı alıp tavaya attı. Belki de bu koskoca köyde kendisinden başka Vita yağı yiyen yoktu. Her nedense köylüleri Vita yağını fakirliğin sembolü olarak görüp, bunu kullananları kınıyorlardı. Oysa bu Heydoyu Kıne’nin hiç umurunda değildi. Sonuçta yağ yağdır diyerek, eriyen Vita yağını karıştırıp, yumurtaları özenle kırdı. Daha sonra üzerine bir tutam tuz ve toz biber serpmeyi de ihmal etmedi. Ekmek yapacak kimsesi olmadığı için, kendisi gitmese dahi şehre gidenlere şehir ekmeği ısmarlıyor, bazan canı yufka ekmek isterse, şehir ekmeğini komşularından biriyle değiştiriyordu. Yere bir bez parçası serip, çömeldi. Ekmeğini ikiye bölüp tavayı önüne aldıktan sonra, yanında bir torbada bulunan kuru soğanlardan bir tanesini alıp, hızla yumruğunu vurarak parçaladı. Soğanda en sevdiği taraf ortasıydı. Bazı Türk köyleri bu kısma soğanın cücüğü diyorlardı. Büyük bir ustalıkla soğanın cücüğünü alıp, ağzına attıktan sonra, ekmeğinden büyükçe bir parça koparıp, yumurtaya bandırıp, “kovık” yapar gibi yuvarladıktan sonra, iştahla ağzına attı. Şişen avurtlarının tekrar eski haline gelmesi için, yoğun bir uğraşı sonucu uzunca bir zamanın geçmesine izin vermedi. 

Hava iyiden iyi kararmıştı, şişesi sisten kapkara olan gaz lambasını alıp, iyice yanan lambanın fitilini biraz çıkararak, makasla azıcık üstünden kesti ve kibritle yaktıktan sonra, isli şişeyi tekrar lambaya taktı. Bir müddet sonra ısınan lamba şişesi bundan sonra çatlamayacağı için, fitili biraz daha çıkararak, ortalığın biraz daha iyi aydınlanmasını sağladı. 

Mamiki Omer, o akşam o tepe senin bu tepe benim diyerek, kendisini tavşan veya keklik bulabileceği tüm bayırlara, vurmuş ama o gün kısmeti kapalı olduğu için, evdeki hesap bayırlardakine uymadığından, evine eli boş dönmüştü. Oysa Zeynebe Tırk, oğlu Fahrettin, Deli İsmail, küçük oğlu Muzaffer kendisini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu arada İsmail yumurta karşılığında aldığı tahin helvasını kürtçede “qozı” denilen dürümden yapıp, bir güzel tornetinin üstünde oturarak iç etmişti. Ama hani bir tavşanın budundan bir parça olsaydı, elbette hayır demezdi. Fakat ortada ne fol vardı, ne de yumurta! İş Zeynebe Tırk’ in pişireceği tarhana veya yoğurt çorbasına kalıyordu. 

Meleke Xelife’nin evinde ise ziyafet vardı. Emine Tıstıs Hanım’ın yavrularından birini köşeye sıkıştırıp yakaladıktan sonra, anası da damat adayı Rüknettin Efendi’yi çağırıp, kazı kestirmişti. Rüknettin bir taraftan keskin hançeri kazın boynuna çalarken, bir taraftan da altan altan Emine’yi süzüyordu. Aslında Emine’de boş durmuyordu, o da çaktırmadan Ruknettin’e bakıyordu. Göz göze geldiklerinde Emine biraz daha kızarıp, bozarsa da bu hengameyi çabukça atlatıp, çıntısının kenarından tutarak, olduğu yerde ayaklarını kaldırmadan yarım dönerek, Ruknettin’e bir gülücük savurdu. Rüknettin az daha kendisini kaybedip, elini kesecekti ki son anda farkına vararak, elini değilde kazın boynunu kesip, kanını gururla yere akıttı. Emine hummalı bir çalışma ile önce kazın tüylerini kaynar suyla temizledi. Ardından şanına yakışır yemekler pişirerek, gülen gözleriyle misafirlerini ağırladı. Mutluluğuna diyecek yoktu. 

Sabah erkenden kalkan Heydoyu Kine hemen dükkan bölümüne geçip, arta kalan karpuzlarına baktı. Havalar çok boğucu geçiyordu. Bu bunaltıcı sıcağa değil karpuz, insan bile dayanamazdı. Ne yazık ki karpuzlarının elleri kulaklarındaydı ve gidiciydiler. Her taraflarında kara lekeler oluşmuştu. Karpuzlarına üzgün üzgün bakıp, böyle köyden böyle müşteri olur diyerek isyan ederken, aniden kapısının çaldığını görünce, gelenin Keskinli abdallardan dilenci Buldux olduğu, çok geçmeden belli oldu. Buldux kafasına geçirmiş olduğu sekiz köşe şapkasını biraz daha indirerek, bir elinde köpeklerden korunmak için değneği ve yeni sardığı kaçak tütünü, diğer eliyle de kasketini öne indirerek: 

“Ağam hayırlı sabahlar, Cenabı Allah günahlarını affetsin, seni sevdiklerine bağışlasın. Varsa bir hayır yap”. 

Heydoyu Kıne bunun üzerine etrafına bakınıp, çürüyen karpuzları görüp, orta boy bir tanesini alıp, kendisine verdi. Karpuza bakan dilenci Buldux: 

“Ağam bu karpuzu bizim karakaçana versen o bile yemez, ama madem gönlünden bu koptu alalım gali. Lakin bu karpuzu bu evin köşesinde oturup yiyebilir miyim?” diye sorunca, Heydoyu Kine’de: 

“Olur, olur geç oturda orada ye” demek zorunda kaldı. 

Dilenci Buldux köşeye oturarak karpuzu kesti ve çürüklerini bir tarafa attı. Heydoyu Kine’de belli bir süre sonra gelip dilencinin yanına oturdu. Dilenci Buldux yeniden söze girdi. 

“Agam hiç sorma çox çox çalışmam gerekiyor, ellerinden öper benim büyük oğlanı bıldır evlendiriverdim. Sorma çox başlıx ödedim. Gayrık evde neyim var, neyim yok, başlıx parasına ödedim. Sana hangi birini sayam ki: Kınalı kekliklerimi mi diyem, boz eşağımı mı, erik zurnamı mı, davulumu ve toxmağını mı diyem. Bir de dağ kadar borç. Yok ağam yok benim çox çox çalışmam gerekiyor. Aha bir yıl oldu ben hala bu borcun altından inim inim inlediğim halda, bi türlü kalkamadım. Hani şööle bizim Neşed Ağa gibi Allah vergisi bi sesim olsa, elbette gam yemem, Alimallah bi çırpıda onca borcun, senedin altından kalkarım. Gazinolarda, düğün dernelerde türkü çığırırım. Gurban olduğum virmiyen Allah ne hikmattır virmiyor. Davul doxmaxlamax da gayrık para getirmiyor. Lakin dedimya gozüne kole olduğum Haydo Ağam, benim halım hal deel. Gordüğün gibi aha işte, ben kör sefil zabah dimeden ağşam dimeden çalışırkan, oğlan orda yar goynunda. Bilmem ağnatabildim mi, ağam. Hal vaziyet böle işte, neylersin. Gayrık yeter diyem”. 

Buldux kendi kendine konuşup duruyordu. Fakat Heydoyu Kıne’nin onu dinlediği bile yoktu. Onun derdi başkaydı. Buldux’un ağzı durmadan laf yapıyordu. Yine söze girip, anlatmaya başladı: 

“Gozüne kole olduğum Haydo Ağam, gadan alam, kusura kalma ama bi şey diyiverecem. Gordüğüm kadarıyla senin halın da hal deel. Aha şura da bir saata yakındır oturuyom, ağzından bi kelime çıxmadı, gak bilem dimedin. Tek müşterin gelmedi. Ne at var ne de avrat. Çolux çocux hak getire. Allah razı olsun. Karpuzunu yidik, var olasın. İstersen ben de sana Neşed ağamdan bi türkü çığıram. Seni sevdim, iyi adamsın.” 

Buldux Heydoyu Kıne’ nin yanıtını beklemeden elini kulağına götürmeden önce, sekiz köşeli şapkasını yan çevirdi, kalın ve soyulmuş dudaklarını yakmak üzere olan bitmiş sigarasını baş ve işaret parmaklarının arasına alıp, bir silkmede kavisler çizdirerek onbeş yırmi metre ilerisine attı. Çömeldiği yerde Meleke Xelife’nin anaç kazı Tıstıs Hanım gibi ayaklarını daha bir altına alarak, avazı çıktığı kadar, yanık bir sesle başladı türküye; 

“Zahidem,  

Kurbanın olam,  

Ne olacak halım? 

Yine bir laf duydum,  

Kırıldı belim. 

Gelenden geçenden haber sorarım. 

Zahidem bu hafta oluyor gelin!...” 

Heydoyu Kıne, Buldux’un söylediği türküyü can kulağı ile dinledi. Buldux’un sesi yanıktı, yağ gibi akıyordu. Kendi kendisine türkünün sözlerine dikkat etti. Kurban olacağı bir Zahide’si olmadığı gibi, Buldux’un da dediği gibi hali da hal değildi. Yalnızlık canına tak etmişti. Heydoyu Kıne ve o kahrolası, soyu kuruyası fareleri, yok daha neler; farelerden mi haber soracaktı. Beli kırık olmasına zaten yıllardır kırıktı. 

Yıllarca önce evlenmiş, bu iki göz evde karısı ile kendi kendisine gül gibi yaşayıp gidiyordu. İyi ve kötü gününde hiç değilse kulağının dibinde bir insan nefesi hissediyordu. Fakat Allah Baba her nedense, bunu bile ona çok görmüştü. Karısı hastalanıp, yıllarca yatalak olmuş, sonunda da ölmüştü. Şimdi yanı başında olsaydı yatalaklığına dahi razıydı. Dişinden, tırnağından artırıp, ona gül gibi bakmaya çalışırdı. O gün bu gündür beli kırıktı. Fakat hali daha ne olacaktı ki, bundan daha kötüsü olur muydu. O bunları kafasında geçiredururken, Buldux oturduğu yerde bir tütün daha sarıp, değneğine dayanarak ayağa kalktı. 

“Hadi ağam bana müsaade, zaten senin de bek dadın yok. Hadı kal sağlicanan. Hakkını da helal edesin.” deyip, etrafta köpek olmadığı halde alışkanlık gereği elindeki değneği ardında belli bir ritimle sallaya sallaya uzaklaştı. 

Ertesi gün Meleke Xelife misafirlerini savmış, kızı Eminme’ye de gelecek hafta için söz kesmişti. Herhangi bir düğün dernek yapılmayacak, sadece aile arasında bir kutlama yapılacak ve Emine gelin olacaktı. Haftası geçtiğinde Emine Ruknettin’le evlenip, muradına erdi. Yeşillikler içindeki Armutlu Köyünde envayi çeşit meyve ve sebze yetiştirirken, boy boy üç tanede oğlan çocuğu doğurdu. Damat annesi Emoş Hatun, belkide dünyada gelininden memnun olan nadir kaynanalardan biri olma özelliğini Emine’nin sayesinde edindi. 

Meleke Xelife’nin kazları ise, bir eksilmiş olsalar da yaslarını çok geçmeden unutmuş, “vur patlasın çal oynasın” havasında günlerini gün ediyorlardı. Emine’nin askeri rejimlerdeki katı kuralları aratmayan ev sahipliğinin ortadan kalkışından doğan boşluğun tadını çıkararak, hak ettikleri daha demokratik bir ortamda özgürce yaşayıp, sahibeleri Meleke Xelife’nin sık sık sergin toplamaya gidişini fırsat bilip, istedikleri yere giderek, kafalarına göre takılıyorlardı. 

Mamıki Omer için o yıl pek verimkar bir yıl olmadı, Fahrettin tavşanlar, keklikler ve bıldırcınlar ne zaman gelecek diye boşuna bekleyip, tarhana çorbasına talim ederken, Deli İsmail tavukları yumurtladıkça bunu fırsat bilip, Heydoyu Kıne’den tahin helvası alarak, qozi yapmaya devam ediyordu. Yumurta olmazsa yufka ekmeğinin içine tomast (süzme yoğurt) koyup, çoğu kez onunla yetinmek zorunda kalıyordu. 

Kahramanımız Heydoyu Kıne’nin mahallesinde yer alan bu ve buna benzer onlarca aile ve Camili Köyü’nün diğer mahallelerindeki aileler ve bunların yediden yetmişe kadar tüm fertleri, kendi dünya görüşleri, felsefeleri, olanakları, kültürel konumları gereği ve içinde bulundukları ruh hallerinin de çizdiği rotada yaşayıp, bugüne geldiler. Bu arada pek çok doğan, ölen, bu koskoca gezegende bir başına yapayalnız kalan ve hastalanan oldu haliyle. Hızlı bir ivme ile devinen hayat tekerleğinin önüne, Allah’ın hiç bir kulu takoz koyarak frenine basamadı. O mütemadiyen doludizgin dönerek, eskinin üstüne kül serpti. Heydoyu Kıne ömrünü farelere küfrederek, yalnızlığın acısını yüreğine hapsederek ve ona derinden kahrederek tüketti. Kasvetin zorunlu hamallığını yaptı. Dükkanında gün boyunca müşteri bekleyerek, her türlü nimetten, zevkten mahrum kalarak miadını doldurdu. Gün gelip tüm acımasızlığı ile kimselerin uğramadığı kapısına Azrail dayanınca, onun koluna takılıp gitmek zorunda kaldı. Böylelikle; teşbih yerindeyse Büyük Camili Köyü’nün “Süleyman Efendisi” Heydoyu Kıne de hakkın rahmetine kavuşmuş oldu. Yazık oldu, bizim Heydoyu Kıne’ye! 

“İç Anadolu’daki Kumkent’ten öyküler” 

Aydın Yılmaz 

Amsterdam, 18 Temmuz 2006aydinhecibi@yahoo.com 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..